19 Ağustos 2011 Cuma

Gecince

 
 
Kocam 6 haftalığına İngiltere’ye gitmeyi planlıyor. Bu arada hem schengen hem İngiletere vizesi alıyor, çünkü hafta sonları da gezmek istiyor. Bu planının sebebi bir dil okulu olsa da bir neden de hayatı boyunca bunu yapmak istemesi. Ama üniversiteyi bitirdiğinde mesela, böyle bir isteği dile bile getirmedi. Bunu çılgınlık kabul edip hemen çalışmaya başladı ve apar topar evlendik (yani olgun davrandık.)
Bu yas herhalde, hepimiz hayatimiza bakiyor, yeniden başlıyor, yalpalıyor, düşüyor, üzülüyor, seviniyor, deniyoruz... Ben hep kafamda bitmez sorular, “keşke”ler, “iyi ki”ler kendime dövmeler yaptırıyorum vs. Hepimizde içten içe “şimdi bu yaptığım bana yakışıyor mu” diye endişeleniyor, utanıyor, toparlanmaya çalışıyor ama beceremiyoruz. Olmuyor... Bildigini okuma, hayatı deneme, kendini deneme, kendi sinirlarini tanima, yanlışlar yapma, pişman olma, çok mutlu olma, çok deli olma zamanlarını çok tedbirli, büyümüş gibi geçmişiz. Payımıza düşen hata, pişmanlık, mutluluk, üzüntü, deneme, yanılmayı atladık. Ama hayat sırayı bozanı affetmiyor. Her basamağı illaki çıkıyorsun. Eğer atladıysan, geri dönüyorsun. Ama bu sefer her bir adımın ağır, çünkü sırtında kendinden başkalarının hayatından parçaları da taşıyor oluyorsun… Alışkanlıklar ennn güçlü ikna edici, en ağır yük. Yorulsan da birakamiyorsun.
 
Geçen akşam çıkıp kızıma aldığım kolyeyi değiştirmeye gittim. Bir bileziği çok beğendim ama almadım. Bin pişmanım! Bana olan, yakışan bilezik çok az bulunur. Bulmuşken al, di mi? Neyse, Remzi’de oyalandım. Güllaç aldım derken yazlığa gittiğimde saat 20:30 olmuştu! Nasıl soğuktu!!! Bizimkiler eve girmiş, televizyon açmış? Yazlık gibi değil. Kış gibi. Duştan çıkınca titredim.
 
Zeynep tüm akşam dışarıdaydı! Eve geldim, yok. Tuana’larla pideciye gitmiş!!! Sonra uğradı, hızlıca sarıldık, öpüştük. “Benim hemen gitmem lazım, seni görmeye geldim” dedi. “Nereye?” dedim. “Arkadaşlarla sahildeyiz” dedi!!! Beyaz mini bir kot etek, mercan rengi bir askılı tişört, parmak arası terlikler… “Annecim hava buzzz gibi” dedim. “Haklısın” dedi, yukarıdan beyaz, dantel, kısacık ceketini (!) aldı, beni dudaklarımdan öpüp gitti. Yutkundum ama itiraz etmedim.
Saat 11 gibi seslendi. Ön balkonun ışıklarını yakmamızı istedi. Yaktık. 4 kişi (2 kız, 2 erkek) gelip şişe çevirmece oynadılar!
Kocam oyunu görünce inanamadı. Ne konuştuklarını merak etti. Konunun bizi hiç ilgilendirmediğine zor ikna ettim. Kızım dudaklarda parlatıcı, ayaklarda taşlı parmak arası terliklerle minik bir teenager edasında kahkahalarla şişe çevirmece oynadı.
Kızımın dünya tatlısı kuzeni, benim ennn genç arkadaşım olan Mügü’yle konuşulanları tahmin etmece oynadık.
 
Benim gerçekten teenager (15-16) olduğum yaşlardaki zincirin tekrarını kızımda görünce yaşlanmakta olduğumu, keyifle,  kabul ettim. Arkadaşlarla pideciye gitme, sahilde oturma, bir evin balkonunda şişe çevirmece…
 
Sonra eve geldi. Gecelik niyetine giydiği uzun tişörtü giydi. Kanepeye uzandı, bacaklarını üzerime uzattı. Küçük ellerinde nesquick kutusu, ayakları avucumda yine benim bebek kızım oldu.
 
Gecen Pazar sabah eve döndük.

Yaz? Geçiyor…
 
 
“İnsanlar mı? Şimdi nerdedirler, kim bilir? Rüzgar gezdiriyor onları. Kökleri yok zavallıların. Bu yüzden de çok eziyet çekiyorlar” Küçük Prens
 
 Dergi: psikeART (Temmuz Ağustos sayısının konusu Ask acısı)
Kitap: Ayaklarının Altındaki Toprak/Salman Rushdi
sergi: Steve Mc Curry/İstanbul Modern
 

6 Ağustos 2011 Cumartesi

arada bir "yaz"ı

"Çalışmamak düşüncelerin yoğunlaşmasına ortam hazırlar, düşünceler ise tehlikeli olabilir; yalnız yaşayanlar bunu anlayacaktır." Paul Auster/Brooklyn Çılgınlıkları

Yazlık dönemi bitmedi henüz. Bugün bahçede tesadüfen dahil olduğum bir internet bağlantısıyla yazıyorum. Tesadüf!
Hayatımızın sahibi ve yöneticisi olduğumuz hayalini bozuveren şey.

İki gündür tatil yapıyorum. Yazlığın son haftasına girdik. Ağustos'la beraber rüzgar arttı. Üstüne bir de ramazan olunca sahil iyice boşaldı. Deniz, sahil, mehtap, yıldızlar benim. Bu yıl korkuğum gibi geçmiyor yazın yazlık fazı. Bu sefer evi sevdim en önce. Geçen yılki evle kıyaslanamayacak kadar "ev" gibi. Bir düzen kurar gibi olunca, göğsümün üzerindeki ağırlık hafifliyor. Dört duvar ve onun içinde tanıdık, ezberlenmiş bir düzene muhtacım ben. Aksi takdirde dünya birleşmiş, bana karşıymış gibi hissediyorum. Öyle bir tehdit. Öyle bir öfke. Bu sefer yok denecek kadar az. Yol da zor gelmiyor, belki bu yüzden.
Başkasının evinde yaşamak tuhaf bir duygu. Başka insanların hayatına dahil oluveriyorsun. Tabakları, masaları, evdeki süsler, biblolar, fotoğraflar... Hiç tanımadığın insanların yataklarında uyuyorsun. Bir mahremiyeti paylaşıyorsun.
Her akşam denize giriyorum. Yorgunluktan ölsem de, gün batıyor olsa da. Misafir kısmını de atlattık galiba. Son haftaya geldik.

Dün, tatlı kızımın sınıf arkadaşlarının benim de arkadaşım olan anneleriyle buluştuk. Yine tesadüfen bir araya geldik. Keyifle oturduk. Ben tesadüfen tatildeydim, Arzu tesadüfen Türkiye'deydi... Sonra kızımla Şirinler'i seyretmeye gittik, sinemeya. İkimize de arkadaşlar, şehir, sinema, alışveriş merkezi iyi geldi. Akşam zifiri karanlık yolda, sohbet edip, şarkı söyleyerek döndük.

Artık tatilde değil, hafta sonundayım. (Ömrü çalışarak geçenler farkı anlar:))
Eve dönüşle beraber yazın sonuna geliyoruz.

Yazacağım şeyler birikmişti aklımda. Olmadı. Ne kimseyle konuşmak ne de uzun uzun yazmak gelmiyor içimden. Söylenmeyenler böylece kendiliğinden yok olur mu?

Enn güzel aşk romanını düşünüyorum son günlerde. Hangisi acaba? Kolera Günlerinde Aşk mı, Madam Bovary mi, Anna Karanina mı? Binbir Gece Masalları mı? Bilemedim.
Siz ne dersiniz?

"Şehrazad, sonsuz sayıdaki, birbirini izleyen hikayeleri bitirmeye çalışır, ama bunu bir türlü başaramaz; çünkü temelinde bütün hikayeler tek bir hikayedir." Kaf Muamması/Alberto Mussa