26 Aralık 2010 Pazar

Gecenin Yıldızı Siz Olun!

Yılbaşı yaklaştıkça gazetelerde, dergilerde standart bir cümle: Gecenin yıldızı siz olun!

Olun valla.

Ben bol seyahatli, bol aktiviteli, pek sosyal, pek telaşlı bir haftaya giriyorum. Yılbaşı gecesini(aslında yıl sonu gecesini) her gecenin yıldızı olduğum kanepemde geçirmeyi düşünüyorum. Ne yıldızda ne gecede gözüm yok.

Herhalde bu yılın son yazısını yazıyorum.

Yılbaşı planı temalı yazılardan okuyup da çok beğendiğim şahane bir Metin Üstündağ alıntısıyla en parlak yıldızın siz olduğu bir gece, yıldızlardan daha parlak bir yıl diliyorum!



Amsterdam'da herşey serbestti
ama
mutsuz insanlar gördüm!
Paris muassır medeniyet
seviyesine ulaşmıştı ama evsiz
insanlar gördüm!

insanın gönlünü etmek zor ve
ölümlü olan hiçbir hayat da uzun
değildir!
tüm keyifler günah yasak
veya sağlıksız değil mi zaten!

tek kişilik kararlar yetmiyor
karar almak da hiç bitmiyor!

ayrıca akşam aldığın kararlar
sabah ....

herkese mutlu yıllar!


Metin Üstündağ

Film: Siyah Kuğu (mutlaka!) Bembeyaz kalmak için çabaladıkça içimizdeki siyah kuğuya olanları fark etmek için...
Ateşle Oynayan Kız (En az ilki kadar rahatsız edici. Seyretmek zor)

19 Aralık 2010 Pazar

Cazip yeni

Pazar günü menüsü artık neredeyse klasik olan makarna, salata ve şaraptı. Ben diliyle blog yazan, hafif nevrotik, beyaz Türk, orta yaşlı bir kadına yakışan bir menü bu söylediğim. Zaten fazlası için aşçılığım malum. Geçenlerde bloglarla ilgili bir sınıflamada kendimi buldum. "Ben diliyle yazıp kendinden bahseden nevrotikler" sınıfındayım. Tanımda yanlış birşey yok. Sokakta yürüken birden karşı vitrinde kendini görmek gibi.

Yılın son günlerindeyiz. Yılın sonu ve karşımızdaaaa "yeni" yıl.

Bu sabah kahvaltıya anneme gittik. Sonra kızım, ben ve annem alışverişe çıktık. Annem bize yeni yıl için armağanlar aldı. Kızımınkiler bir sürü tayt. Benimki; çok beğenip "ne gerek var" diye almayacağım şık bir çift ayakkabı. Annem hediye anlayışını yıllar içinde değiştirdi. Eskiden ihtiyaç kapsamında hediyeler alırdı. Pijama, terlik falan gibi... Sonra ihtiyaç işini terk etti, kendine almayacağın ama almak isteyeceğin neyse onları alıyor. Benim de hediye felsefem tam da budur. Hediye dediğin sadece mutlu etmek için olmalı. Hediye aldığın kişi o mutluluğu her yaşadığında seni hatırlasın diye... Kızım da ben de çok mutluyuz.

Yeni yıl...

İlk bakışta öyle görünse de aslında herşeyin yenisi makbul değildir. Mesela dostların eskisi muteberdir. Anıların, aileden kalan mücevherlerin... Fotoğrafların da öyledir mesela. Sonra komşuların... Galiba evliliklerin de...
Zamanla sınanmış olmanın değeri belirlediği şeyler vardır böyle.

Gel gelelim, "yeni"ler karşı konulmaz bir enerji taşır. Ortada bir çift yeni ayakkabı varsa insan ille de yeni ayakkabılarını giymek ister.
Yeni eşyalar, yeni ev hatta yeni bir arkadaş! Bunlar henüz yeteri kadar güven telkin etmez ama insanoğlunun ennn zayıf tarafına hitap eder; merak uyandırır. Heyecanlandırır!
Yeni arkadaşlar mesela. Merak ettiğiniz yeni bir arkadaşla buluşmak için çekinmeden eski dostunuzu ekersiniz. "Aaaa, hiç yapmadım böyle birşey" diyenleri (eğer varsa) vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum. Ya yalancı onlar ya da hiç eski/yeni arkadaşları olmamış!

Yeni herşey merak uyandırır. Bir de umut. Daha iyi bir hayat umudu. Merak ve umudun enerjisi yeni olan ne varsa onu belki en muteber değil ama mutlaka en cazip hale getirir. Yeni olan herşey acımasızca çok cazipdir!

Bu yeni yılda beni burcumda hala Satürn bekliyor. Valla bu Satürn terbiyesi önce benim yükselen burcumdaydı, şimdi de gerçek burcumda. Önümüzdeki yıl hala buralarda olacakmış. Bu gelişme ve öğrenme fırsatından(!) memnuniyet duyduğumu söyleyemeyeceğim. Ben geliştiğim kadar kalsam iyiydi aslında.

Doğum yılımdan "yeni" yılı çıkarınca 37 oluyor. Varsa gerçekten böyle yıllar, "yeni"leri, "eski"leri falan, yeni yılda 37 yaşındayım dolu dolu.

İnsan yaşını farketmiyor. Mesela gece uykudan uyanıp su içmeye giderken ya da bir haftasonu sabahı üzerini değişmeden, eşofman üstüne paltonu giyip gazete almaya giderken, kanepede gözde gözlük, pijamalarının üstüne hırkanla oturup televizyon seyrederken, portakal yerken suyu akmasın diye ısırmadan bütün dilimi ağzına tıkıştırıp sonra bir türlü çiğneyemezken kendini bildiğin o rakamsız yaştasın.

Derken mesela kızının okuluna gidiyorsun. Karşıda kızının sınıf arkadaşı ve annesi. İyi de o çocuğun annesi koskoca bir kadın!
Ya da işyerinde gayet iyi bildiği bir konuda konuşan adam akıllı bir adam. Bir öğreniyorsun ki, o koca adam senden 7-8 yaş küçük! Orada burada duyuyorsun, falanca okul arkadaşın şu, bu hastalıkla mücadele ediyor. İşte o zaman matematiksel hesaba bakıyorsun. Tuhaf bir duygu bu. Sen hala bakkala pijama üstü paltoyla giden ama artık orta yaşlı bir insansın. İyi tarafı özgürlük duygusudur. Kahvenin yanına bir sigara yakarsın, annen söylenmez. Balığın yanına rakını söylemen normaldir. Evden istediğin saate çıkarsın, bindiğin kendi arabandır.

Henüz "Allah seni inandırsın, ne kadar az yersen ye, kilo alıyorsun" tarafına geçmedik çok şükür. Yıllara rağmen eş/dost hep birlikte ilk gençliğimizden bile zayıfız.

"Kendinize mutlu olup olmadığınızı sorarsanız, mutluluğunuz sona erer." John Stuart Mill.

Blog'um bir yılını doldurdu. Mutluyum, gururluyum. Kitaplar, filmler ve diğerleri üzerinde yazacağım. Bir kere daha Kaan Sezyum!

1 Aralık 2010 Çarşamba

gücün karanlık tarafı

Önce yazmayı tutkuyla sevdiğimi düşünüyorum sonra blogu kapatmayı... Şehirleri seviyorum ben, kalabalığı, kaosu, enerjiyi ama bazen sessiz sakin bir bahçede oturma fikrine kapılabiliyorum. Bazen "artık saçlarımı uzatmayayım" diyorum bazen de uzun saçlarımı özlüyorum. Yıldönümlerini, doğumgünlerini, kutlamaları falan hiç önemsemem derken doğumgünümde sabahtan başlıyorum arayanları saymaya.

Kıskançlık... Hani yazmaya niyet etmiştim ya.
Bir röportajında "yazmaya niyetliysen soyut kavramları tarif etmeye cesaret edeceksin" gibi bir şeyler söylemişti Çetin Altan. Soyut kavramları tarif etmeye bir örnek olsun diye mutluluğu tariflemişti. "Mutluluk zamanının farkında olmamaktır" dedi. Çok beğeniyorum bu tarifi. Ben kıskançlığı tarif edemem böyle. Sadece kendimi tarif edebilirim, belki.

Adımları karışmayanları kıskanıyorum ben. Yollarını şaşırmayanları. Yıllar, yollar geçerken "ben nereye gidiyorum şimdi?" sorusu sormayanları. Ya da cevabı şıp diye bilenleri. Kafası karışık olmayanları. Kapanan her hesapta alacaklı olanları, her alacağını tahsil edenleri. Bir uçtan bir uca savrulmadan ortadan gidebilenleri kıskanıyorum. Dengeyi bulanları. Aklıyla gönlü çekişmeyenleri kıskanıyorum. Bildiklerini bilmediklerine yeğ tutanları, düzenleriyle ama en çok kendiyle barışık olanları... Hayır demeyi bilenleri, herşeyden vazgeçse de kendisinden vazgeçmeyenleri kıskanıyorum.

Kıskanmak deyince ifade ettiğim kötü kelimeye yüklenmiş süslü,şirin bir anlam değil. Düpedüz fesat bir duygu benim ki. Hani "ah, keşke ben de öyle bilsem ama değilim işte" tadında masum bir özentiden uzak, karanlık tarafa çok yakın! Hani gözleri kısarak baktığın, görmezden gelip başını çevirdiğin, dudaklarını ısırdığın, aldığın nefesin yetmediği o duygu! Dünyanın küçücük geldiği, hiç bir yere sığmadığın, güneşin bile gri olduğu duygu.

Ennnn çok sürekli bir karar vermek zorunda hissetmeyenleri kıskanıyorum!

Aralık'la birlikte hayatıma yılsonu etkinlikleri giriyor. İşim ancak nefes almama fırsat veriyor. Ama hepsinden epeyce keyif alıyorum. Bir de blogumla ilgili bana cesaret veren yorumlar aldım. Mutluluğum tarifsiz.

Ümitlerin kaderi, biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu yüzden onca hayalkırıklığına rağmen dünyadan silip gitmemişlerdir. Jose Saramago/Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.