31 Aralık 2011 Cumartesi

Gece

...
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
...
Turgut Uyar/Geyikli Gece

30 Aralık 2011 Cuma

Yenisi Bizim Olsun

Dün karmakarışık bir gündü. Malum, gece önemli bir şirket aktivitemiz vardı. Sabah Mügüşüm ve kızım evdeydi. Önce Mügüşümle kahvaltı ettik. Sonra kuaföre gittim. Hazırlıklar için etkinliğin olduğu yere giderken kırmızı ışıkta durduğum sırada birisi arabama arkadan çarptı! Haydiiii! Kornalar, trafikte form doldur, fotoğraf çek... Offfff! Adam düzgün birisiydi, oncağız da sıkıldı. Buzzz gibi havada terledim sıkıntıdan... Kazadan sonra ayrıca gerildim ama oraya hiç girmeyeceğim.

Gece iyi geçti.
Zeyno'nun okulunun saçma iki günlük tatilini değerlendirmek için bugün evdeydim. Sabah maillere baktım.
Sonra büyük kızlar/küçük kızlar buluştuk. Mükellef demenin yetmeyeceği bir kahvaltı yaptık. Biz altımız bunu her yaptığımızda çok keyif alıyorum. Kahveler içtik, fal baktık. Hep olduğu gibi kızlar sıkıldı, alışveriş merkezine gittik. Hediyeler aldık, verdik. Arada acayip canımı sıkan saçma sapan iş telefonları olmasa daha güzel olacaktı. Ama oldu artık.

Eve döndük. İşler aradan çıktı. Can arkadaşımla birer mojito içtik. Hep konuştuğumuz şeylerden konuştuk. Hem mojito hem o bana iyi geldi... Kızlarla yükselen burcumuza baktık, onlar evde hep yaptıkları gibi dans gösterileri hazırladılar. Biz seyrettik. Her zamanki gibi yeterince hayranlıkla seyretmediğimiz için azarlandık.

Hep olan bu şeyler için, bana dünyada yalnız olmadığımı hissettiren, benden olan can dostlarım için minnettar hissettim. Şükrettim.

Şimdi, yılın son gecesinden bir gece önce yazıyorum. Sabah erken kalkıp akşam yemeği için alışveriş yapacağım. Gece annemde olacağız. Kardeşim de gelecek.

Yarın yazamazsam diye yeni yıl dileğimi şimdi yazıyorum.. Belki yarın bir tane daha yazarım.

Dilerim yeni yılımız hayallerimize inandığımız, bizim değil bizden olanlarla yol aldığımız, çok gülüp çok eğlendiğimiz, mutluluğun peşimizi hiiiç bırakmadığı, şans dolu, umut dolu, cesaret, sevgi, aşk dolu yıllarımızın başlangıcı olsun. Yeni yılda biz ne istiyorsak, o olsun. (Bir de başladığım şeylere duyduğum heyecan eksilmesin, bir de, bloguma yazmaya devam ediyiim ve de blogumun daha çok okuyucusu olsun! Bir de ayrıca bir sürü güzel seyehat, gülen yüzler, nefis sofralar, sohbetler, bunları rahat rahat ödeyecek kadar paramız olsun. Bir de hep sağlık olsun.) Olsun ama!

"Önceden olup bitenleri unutun. Kuralları çiğneyin. Mantıksız olun. Budala olun. Özgür olun!" Jack Foster/Fikir Nasıl Bulunur

"Bazen kim olduğumuzu unutmak işe yarar." Publilius Syrus

28 Aralık 2011 Çarşamba

Devir Buz Devri

Yeni yıl numaraların ennnn güzeli youtube'da.
Buz Devri Yılbaşına Özel. Sakın kaçırmayın, ihmal etmeyin. Hemmmen seyredin. Yine muhteşem!
Seslendirme alışık olduğumuz gibi değil. Neerrrdeee Ali Poyrazoğlu, Haluk Bilginer tabii ama aldırmayın. Mutlaka izleyin! Mutlaka!

Etkinlikler silsile halinde. Yarın mühim şirket gecesi, dün ofis partisi... Belki cuma yine bir tatil yaparım.

Grip geçti, kulaklarda hafif dolgunluk... Gece yarısı uyanmaları devam ama arada sabahı bulduğum oluyor. Fakat bir keresinde rüyamda tankla kovaladılar beni!

Şimdi Şahane Hatalar adlı kitabı okuyacağım. Bakalım hangi şahane hatada son bulacağım.

Hatanın bile şahane olduğu bir yeni yıl diliyorum şimdiden!

"Every form of addiction is bad, no matter whether narcotic be alchohol or morphine or idealizm." Carl Jung

22 Aralık 2011 Perşembe

İmza günü detayı

"Gribal enfeksiyonun pençesindeyim. Dökülüyorummm. Hava buzzzzz gibi. Evde, yatağımda, kulaklarımın zonklaması azalsın diye bekliyorum." diye cuma günü yazmaya başladım ve fakat sonu gelmedi. Cuma nihayet evdeydim. Fakat paçavradan halliceydim. Öğlene doğru kalktım yataktan. Öğleden sonra toparladım, hatta akşam sınıf anneleri buluşmasına gidebildim.
Luxemburg'a taşınan arkadaşımız Arzu gelmişti, buluştuk. Çocuklar sinemaya biz kafeye. Yedik, güzel bir şarap içtik, bolca güldük.
Dün nartaneleri mentörler toplantısında, bugün yılbaşı hediyeleri alışverişindeydim. Akşam kızın proje ödevi yapıldı.
Projemiz: Top yapmak. Birbirinden antin kuntin proje ödevlerinden bana fenalık geldi!! Daha kaç sene proje ödevi yapacağız acaba? Müzik aleti yap, dergi hazırla, bilmem ne maketi yap, top yap,... Üniversite günlerini bekliyorum hasretle. Projeden, ödevden haberim olmayacağı günler gelsin...

Gece yarısı uykusuzluklarının bir iyi tarafı var. İnsana bir zihin açıklığı geliyor. Gece tıss yok tabii, düşünürken düşünürken bir hayli ilerliyorsun. "Sen nereye vardın sonunda?"diyen olmasın küserim. Aydınlandım en azından diyelim.
Mars düz ilerliyormuş bende, o nedenle cesaretle harekete geçebilirmişim.
Sanırsam mars gazıyla aydınlanmaya kadar geldim. Bir sonraki mars saldırısına kadar bu zihin açıklığıyla kalayım, bir cesaret bir de eylem planı yaparım. Bir dahaki marsa bir adım olur kısmetse. Marstan umut kesilmez.

Önümüzdeki hafta yine pek heyecanlı, pek tempolu bir iş gündemimiz var. Yeni yıl etkinlikleri, üstü çizil(e)memiş bir sürü madde. Efsane 2012 için geri sayımmm!

Geçen gün bir arkadaşım "gece yarısı uykusuzluklarını yaşlandığıma yoruyordum demek depresyondanmış" yazmış. Hangisini tercih etsem bilemedim. Sonra " depresyon iyidir" diye karar verdim. Alışık olduğumuz bir şey bi'kere. Yaşlılık olmadı be daha...

Bu yılbaşı şöyle dolu dolu dilek dileyeceğim. Atacağım yani evrene. Fakat bu sene detay detay veriyim diyorum siparişi, çünkü hep eksik geliyor sipariş. Yanlışlar falan da oluyor...

Evdeki Nuray hanım'a da boşuna mı kızıyorum ki? Benim sipariş sistemi mi kötü? Olabilir de, bitkilerimi niye çürütene kadar suluyor yahu, o da mı benden yani?

Ayrıntılı sipariş dönemine geçiyorum valla sevgili bloggerlarım. Nuray hanımdı, evrendi falan ayırmadan giriyorum detaylara!
Bir de böyle deniyiim bakalım...

(Nefesim yetecek mi bu işe acaba. "Alışmadık bünyede detay durmaz" olmasın...)

"Benim yolumu seçmiş insanlar, bir şeyleri çok büyük çabalarla elde etmektense, bunlara sahip olmaktan vazgeçmeyi yeğ tutar; iyi yapıp yapmadıklarına karar vermek de zordur. Balarıları peteklerini, eşekarılarınınkinden daha büyük sanatla, daha düzenli yapar, ne var ki bal arılarının balmumundan yapılmış altıgen petekler içinde, eşekarılarının kağıdımsı derme çatma petekleri içinde olduğundan daha mutlu olduklarına beni kim inandırabilir?" Jan Potocki/Hafız'ın Yolculuğu

Kitap: Gül Mevsimidir/Füruzan (İçime işleyen bir uzun öykü. Nasıl bu kadar geç fark etmişim! )
Fikir Nasıl Bulunur?/Jack Foster (Okunmalı, çok pratik, çok anlaşılır)

HAYAL: Paul Auster imza gününe gitmek. Hem de bir Amerika seyehatinde. (Tüm detayları evrene atıyorum, gerçekleşsin; söz size de anlatırım!)

18 Aralık 2011 Pazar

Jüpiter

Cuma bir günlük tatil planım yalan oldu. Zaten hava berbattı. Yağmur demek yetmez, yerle gök sanki birbirine karıştı.

Dün akşam teos marina'da nefis bir kafeye gittik. Önce Haris Aleksiu konser kaydı vardı ekranda. Sonra başka bir dvd koydular. O hangi konserdi bilmiyorum ama müthişti! Mark Knofler Money for Nothing söylerken Sting vokal yaptı, davulda Phil Collins, gitarda Eric Clapton vardı!
Gecenin sonunda dvd kutusuna bakınca mekan sahibine hayranlığım tavan yaptı. Garsonun torpiliyle haftaya cuma, dvd çoğaltmak üzere oradayım. Leonard Cohen, Simon and Garfunkal konser kayıtları da dahil, birer kopya hayal ediyorum.

Yeni yıl zırvalığı zamanı geldi yine.

Satürn bir çıkaydı burcumdan... Beklentim budur valla. Gerçi 2012 başında bizi yine sınayacakmış diye duydum. Bakalım dersimizi öğrenmişmiymişiz. Sınanmak falan istemiyorum ben yav. Yeter!
Burcuma şans gezeni jüpiter girsin ve bir daha çıkmasın istiyorum. Zaten kendi gezegenim de venüs benim. Bundan sonra hep aşktı, şanstı falan olsun artık hayat! 2012'den performans bekliyorum yani...

Jüpiterr diyorum, şans diyorum... Kime diyorum...

"İşte ben bunun hayalini kurdum Kemik Bey. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin hayalini. Ruhun kasvetli, karanlık kuytularına biraz olsun güzellik katmak istedim. Bunu bir ekmek kızartıcısıyla yapabilirsin, elini bir yabancıya uzatarak yapabilirsin. Nasıl yaptığın hiç önemli değil. Dünyayı bulduğundan daha iyi bırakmak. İnsanın elinden gelen en iyi şey budur." Timbuktu/ Paul Auster


Film: Sharlock Holmes (Ben çok beğendim)

14 Aralık 2011 Çarşamba

İlave

Mügüşümle birlikteyiz. Kendisini neredeyse kızım kadar sevdiğime ikna etmeye çalışıyorum.

Sevgili Müge,
Buradan sanal aleme de duyurmak isterim ki seni çok seviyorum. Bir kızım daha varmış gibi geliyor bana. Bu duruma bayılıyorum. Ne kadar şanslı hissediyorum, bir bilsen!

Sen benim canımsın!

"Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemedikçe, insan yeni okyanuslar keşfedemez." Andre Gide

Sabır

Bu cuma, yani yarından sonra bir gün de olsa tatil yapacağım. Sabah bir arkadaşımla brunch, öğleden sonra kendi başıma sokaklarda dolaşma, kitapçı gezme, kahve içme planım var. Hatta belki sinema. Akşam kızım arkadaşına gidecek. Umudum yağmur, çamur olmaması.
Dır dır şikayet edip durmak istemiyorum ama yorgunummmm. Yorgun ve gerginim.

Arada güzel şeyler oluyor olmasına... Ama diyorum ya ben uykusuz gece, rüya ve gizli depresyon yorgunuyum.

Pazar günü akşam hava kararmışken karşıdan karşıya geçerken arkamda bir anne kız vardı. Anne kızına gözünü ışıktan ayırmamasını sıki sıkı tembih etti. "Sakın" dedi, "önündekilere izleme, sen ışığa bak. Yeşil olmadan karşıya geçmek yok!" Derken yol bomboş kaldı. Koşarak geçiverdi insanlar karşıya. Anne bir kere daha uyardı kızını; "hepsi yanlış yapıyor" dedi. Küçük kız "hepsi mi?!" diye sordu.
Düşündüm. Ne demek lazım çocuğa?
"Yeşil ışıkta geçilir sen sakın başkalarına aldırma" mı?
"Yeşil ışıkta geçilir ama yolun durumuna göre sen arada esneklik yapabilirsin" mi?
"Doğrusu yeşil ışıkta geçmektir ama her zaman yolu kollayıp ışık ne olursa olsun geçenler vardır. Bu tehlikelidir aslında. Biz şimdilik ışığı bekleyelim ama sen büyüyünce karar verirsin" mi?

Yoksa en iyisi hiç birşey söylememek mi? Herkes kendi yolunu bulmaz mı zaten?

"Anne, yol boş da olsa sen hep yeşil ışığı bekler misin? Bazen yola bakıp, bazen millete uyup kırmızıda geçmez misin?" derse ne dersiniz?

Ben bekliyorum çoğunlukla. Yeşil ışığı, yorgunluğumun geçmesini, günlerin akıp gitmesini...

İçinizdeki çamur çökene ve su berraklaşana kadar bekleyecek sabrınız var mı? Lao Tzu

11 Aralık 2011 Pazar

Dönüş

Dün kızımla İstanbul gezisine gittik. Sabah beş buçukta kalktı vallahi. Hiç sıkıntı olmadan. Ben gizli depresyonun avantajını kullandım. Zaten uyanıktım! Problemsiz geçti.
Gitmeyi hem de İstanbul'a gitmeyi seviyor seviyor kızım, benim gibi. O yüzden keyifliydik ikimizde.
Program içeriği bu yıl zayıftı. İklim Değişikliği Sergisi'ne gittik ki nerede Body Works! Gösteri ise Çin Masalı adlı bir akrobasi gösterisiydi. Burada da "nerede Circ de Soleil" diyeceğim, desem bile olmayacak. Akrobatlar muhteşemdi. Gerçekten performansları olağanüstüydü. Ama ben dahil herkes gösterinin çesitli zamanlarında uyudu! Çünkü tüm gösteri akrobatların performansından oluşuyor. Kostüm, müzik, sahne, ışık falansa amatör seviyede bile değil.
Böyle olunca insan bir tuhaf suçluluk hissediyor. Performansı görmek ve takdir etmek için çabalayıp duruyorsun bir yandan. Bir yandan da göz kapaklarının kapanmasına engel olmaya çabalıyorsun. Sonra bunca çabadan yorgun düşüp, uyuyaklıyorsun!
Anladım ki en şahane performans icin bile iyi bir sahne şart! Yoksa emeğe de o emeği takdir etmek isteyene de yazık oluyor.

Şimdi bu kimin suçu diye düşündüm yolda gelirken. "Biz zaten imkansız cambazlıklar yapıyoruz, ilave bir şeye gerek yok" mu demiş o çocuklar mesela? Ya da "sizin bu performansınız sahneye yeter de artar, seyirci nefes bile alamaz, siz karanlıkta gösteri yapsanız bile parlarsınız" diye bu çocukları kandıran birileri mi var. Yoksa "her gösteri Saltimbanco olmak zorunda değil ki, bu da böylesi. Alan memnun, satan memnun" prensibi mi geçerli. Her malın alıcısı var hesabıyla... Bilemedim. Ben onca emek ve başarı ayakta alkışlanmayı hak etmişti diye düşündüm. Oysa herkes aralarda uyudu, sonunda kısa bir alkış. Adil gelmedi. Kızdım. Bana neyse...

Gösteriden çıkarçıkmaz ay tutulmasını gördük. Bak o kusursuzdu. Pırıl pırıl bir hava, nefis bir İstanbul manzarası ve ay tutulması...

Özetle bu sefer daha ziyade yedik içtik. Ayların diyeti son 3 gündür darmadağın oldu. Hem de ne darmadağın olmak... P.tesi efendiliğimizle diyetimize döneceğiz elbet.

Gece bizim eve dönüşümüzden bir saat sonra İngiltere yolcumuz da döndü. Kızım cuma akşamından beri evde sürpriz hazırlıyordu. Kalpler, oklar, şifreler, onları takip edilince bulunan mektuplar, koridorlara serpilen konfetiler... Bir yaratıcı, bir detaylı, bir özenli, bir romantik hazırlık! Hayretle, hayranlıkla izledim canım kızımı. Cuma akşamı da c.tesi gecesi de yorgunluktan ölüyordu ama tek bir detaydan bile vazgeçmedi. Nasıl da estetikti her detay. Beceriyor da cüce aklından geçenleri hayata geçirmeyi!

Geceyarısı herkes evdeydi.

Dolunay, ay tutulması, yeni bir hafta, yılın sonu...


O kadar çok, o kadar çok
aradım ki seni,
yeryüzü boydan boya
sana benzedi.
O kadar çok, o kadar çok
istedim ki seni,
adını verdim tüm
eşyalarıma

Var mısın sen?
Yoksa ben mi uydurdum seni?
...
Güzellik/Veselin Hançev

6 Aralık 2011 Salı

Diyelim bence!

Sabaha karşı uyanıp da uyuyamamaktan mı, tutulan/tutulacak aydan güneşten midir nedir, öfkeyim. Olan, olmayan ne varsa hepsine...
Bugün bu işlerden anlayan bir arkadaşım gece yarısı cin gibi uyanmama "gizli depresyon belirtisi ama akıllı kadınlar depresyonu bile manipule edebiliyor, biliyorsun, di mi?"dedi. Yok valla bilmiyorum ama aklıma yattı.
Şimdi ben depresyonda olan ama bunu manipule edebildiği için kendine bile çaktırmayan, "gizli" kalmasını sağlayan, bu yüzden de kendini akıllı zannedip sevinen ama aslında bildiğin salak mıyım? Valla galiba öyleyim. Kavuşsam şu uykuya, bitse gitse yahu! Pamuk şeker tadındaki salaklık boyutuma dönsem.

Uykuyu ararken bir yandan, iki gündür benim işimin duayenleri sayılan iki enfes kadınla beraber çalıştım. İki insan bu kadar mı keyifli, akıllı, güzel ve profesyonel olur. Hayalim onlar gibi olmak benim. Öyle işte, Saide hanım neyse, o!
Öfke möfke de olsa bugün yine şükrettim Allah'a, bu mesleği bana verdiği için. Benim öfkem hep kendime zaten.

Bugün Saide hanım kendisini çok etkilemiş bir koçun iki öğüdünü paylaştı. Birisi daha çok tespit gibi... Kendini acımasız, hiç savunmasız bir gözle göremeyen birinin kimseye koç olması mümkün değil dedi. (Ben bi sevin, bi sevin!)
Bir de şöyle bir motto aktardı: If you don't let your children go, they never come back!

Hepsi tamam da ben yine Ece Temelkuran diyeceğim. Gönlümden geçen ne varsa, tam da aynı gün, tam da kelimesi kelimesine...

5 Aralık yazısı. Her zamanki gibi çok güzel!

ÖBÜR HAYAT
Şimdi Tunus'ta bir sahil kasabasında kendi sesimi hatırlıyorum: "Bir ömürde bir hayat olması ne büyük bir haksızlık"
deyişimi hatırlıyorum. Şimdi başka bir hayatın eşiğinde durmuş, önüme bakıyorum. Kendime bakmıyorum, söylemiştim, çünkü kadrajın dışındayım. Sadece hayata bakıyorum. Ne kısa ve ne basit bir şey olduğuna. Bir anda değişibilirliğine bakıyorum hayatın. Ne kolay. Küçük bir kararla. Ufacık bir hareketle pat diye başka biri olmanın içine düşebileceğime bakıyorum. Sadece buna bakıyorum. Yeniden "olabilmek" imkânına. Büsbütün başka bir şey olabilme imkânına... Olamaz mı? Ama insan kendine ihtimal vermeli. Verebilir diyelim şimdilik. Ece Temelkuran/Kadrajın Dışında
>

4 Aralık 2011 Pazar

Hayırdır

Nefes nefese bir haftadan sonra hafta sonunun da sonuna geldik!

Cadı yeğenim Müge ve cadı kızımla bir hafta sonu geçirdik.

Sabah brokolimi ocağa, kurabiyelerimi fırına koydum. Evin içi kurabiye koktu. Çok hoşuma gidiyor evde kek, kurabiye kokusu. Kesilmiş taze çiçek, hafif bir mum kokusu… O yüzden her fırsatta taze çiçek almaya çalışıyorum. Kek pişirme sıklığım epeyce düştü. Kokulu mumları neredeyse her akşam yakıyorum.
Kızım un kurabiyesine bayılır oldu son zamanlarda. Satın alıyordum, bugün ilk un kurabiyesi dememi yaptım. Bakalım nasıl olacak?

Akşam yemeği konusu tam bir şenlik! İkisi de birbirinden uyuz. Brokoli sevmezler, ıspanaktan nefret ederler falan. Menü şöyle; brokoli salatası (bana), mantar çorbası (Müge’ye), ızgara tavukgöğsü (kızların ikisine). Ben tavuktan bildiğin nefret ederim. Canlısını da sevmem.
Planım yumurtalı ıspanaktı ama ne yazık ki, satamadım.

Malum uykum epeydir kayıp. Sabah ezan okunmadan uyanıyorum. Ipad yanımda oluyor Allah’tan. Gazete okuyorum. Kızlar uyanmasın diye yataktan kalkmadım bugün. Ama çok dayanamadım tabii. Sabah 9 olmadan ayaklandım. Klasik olduğu üzere cücenin p.tesi giyeceklerinin yıkanması gerekiyordu. P.tesi okula eşofmanla gidiyor. Ama c.tesi baskete de eşofmanla gidiyor. Haliyle p.tesi için eşofmanların yıkanması lazım. Okul eşofmanı diye bir şey var. Her eşofman olmuyor!
Pazar öğleden sonraları için bir klasik daha var. Nuray hnm’dan kaçırılacak kıyafetlerin ütülenmesi. Allah'tan ütü bana rehab.

Bugünlerde gerginim. Kendimi engellenmiş ya da yorgun hissettiğim zaman böyle gergin oluyorum. Nadir oluyor ama oluyor. Şöyle bir düşününce bir önceki haftanın tümü ve geçen hafta epeyce yoruldum. Geçen Cuma akşamı mantı ile buluşma, c.tesi kurslar rutini, Pazar okulda kermes, her akşam bir şeyler, p.tesi/Salı işte gergin konular, arada telefon tacizleri, kızın sınavları, bowling gecesi, iki arada toparladığım analizler, toplantılarım… Bu hafta sonu bonus olarak bir de veli toplantısı vardı!

Engellenme ya da zorunluluk diye kabul ettiklerimin çoğu benim tercihim, biliyorum. İstesem kendime küçük aralar verebilirim. Ama bu aralar için başka taklalar atmam gerekiyor.
İşte o zaman kimsenin hiç bir şeyi olmak istemediğim zamanlar geliyor. Yoruluyorum rollerimden, sorumluluklarımdan! Tek kendimden ibaret olmak istiyorum. Hayal gücüme sığınıyorum. Hayallerimdeki paralel evrene geçtiğimi varsayıyorum. Gözlerimi kapatıp, meşhur uzun bembeyaz kumsalımda, tek başıma kalıyorum. Kimsenin annesi, kızı, karısı, amiri, memuru değilim.

Sözün özü son günlerde pek tek başıma kal(a)madım. Bir kahve iç(e)medim. Kendi başıma deniz kenarında yürü(ye)medim. Uzun uzun kitapçı gez(e)medim.

Şu anda kızım içeride ipod’da Model diye bir grubun “Değmesin ellerimiz” şarkısını dinliyor ve bağıra bağıra eşlik ediyor. Kuzulu pijamaları üzerine beyaz bir kar yeleğive siyah çoraplarıyla dolaşıyor. Nasıl komik!

Bu hafta sonu üç enfes film izledim.

Fargo-Cohen Kardeşler’den. Ne zamandır aklımdaydı. Dört dörtlüktü.
İyi Yürek-Ne kadar etkileyici olduğunu anlatamam… Saatlerce sahne sahne aklında kalıyor insanın.
Ve… Hugo!

Hugo’yu izlemelisiniz. Şu anda vizyonda. Ben çok sevdim. 3 boyutta zirve herhalde. Ama ben öyküye bayıldım.

Hugo babası ölünce kimsesiz kalıyor. Ve hayatta hep bir anlam arıyor. Aslında babasının ölümünü ve niye bu kadar yalnız kaldığını anlamlandırmaya çalışıyor. Her şeyin, aletlerin bile bir amacı olduğunu düşünüyor. O bozuk bir alet gördüğünde üzülüyor. Varoluş nedenini yerine getiremediğini için hemen onu tamir etmek istiyor. “Bazen” diyor, “tüm dünyayı tek bir alet gibi görüyorum. Aletler tüm parçaları tam halde olur. Hiç artan, fazladan bir parça olmaz. Böyle düşününce ben de bu dünyadaki artık bir parça değilim o halde diyorum. Benim de bu dünyada olmamın bir amacı olmalı.”
Kendi amacını “varoluş sebebini yerine getiremeyen şeyleri tamir etmek” olarak görüyor koca yürekli, küçük Hugo’muz.

Arada kendi yaşam amacını yitirmiş ve yeni düzeninde bir türlü kendini anlamlı hissedememiş, o yüzden mutsuz, katı, acımasız bir başka kahramanla ve onun dünya güzeli evlatlık kızı Isabelle ile yollarımız kesişiyor. Saatler, istasyon, sinema, icatlar, hayaller fantastik biçimde akıyor.
İstasyondaki diğer kişilerin yaşam öykülerine de ucundan dokunuyoruz. Her birisi içinde bambaşka öyküler taşıyan sıradan hayatlar… En acımasız olana acıyor, en kötü olanı anlıyor, bazılarına gülüyor, insan olma hallerine ve hayallerin gücüne bayılıyorsun. Ben bayıldım.

Kaç yaşında olursak olalım en büyük tehditin öksüz kalmak olduğunu düşündüm filmden sonra.
David Copperfield’dan, Peter Pan’a öksüz çocukların yetişkin insan hayal gücündeki en ince teli sızlatması bundan herhalde. Küçücük bir çocuğu dünya karşısında tek başına ve tümden sevgisiz ve korunmasız bırakan öksüzlük galiba yetişkin dünyamızda somut olarak anne-babayı kaybetmekle olmasa da, yapayalnız ve sevgisiz kalma korkumuzun en derinde saklı olmasını temsil ediyor.
Galiba…

Bu hafta işte yine dopdolu bir gündemim var.
Yine de koçluk randevuları vereceğim ve hafta sonu kızımla birlikte çok güzel bir İstanbul programımız var. Kahvaltı, Nişantaşı, İlkim Değişikliği Sergisi, Çin Akrobasi Gösterisi…

Susan Miller sitesinde astroloji takibine devam ediyorum ama anlayamıyorum ki anacım ne olup bitiyor. Güneş tutulacak, ay tutulacak anladım da ne olacak yani?
Hayır olsun işşallah...


Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!

Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!

Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!

Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman

Can Yücel

26 Kasım 2011 Cumartesi

İtiraflar-II

Kaldığımız yerden devam...
Havaalanında kahve vakumlayan abiye öfkemi okuyanlar medeniyet sevdiğimi düşünmüş olabilir. Doğrudur. Çayın çorbanın höpürdetilmesine ilave olarak çatala parmakla destek verilmesi de beni bitirir. Elle yemeğe değil itirazım. Ama salata da parmakla ittirilmez ki be anacım!
Medeniyet iyi tabii ama içimde mağara devri ihtiyaçlarına göre tercih yapan bir kadın daha yaşıyor. Üstelik bu hafta emin oldum, ben yalnız değilim! Kadınlık aleminde, bir tarafı benim gibi epeyceeee gerilerde kalmış kadınlar var, çok şükür!
Erkeklerde tüm karizmayı sıfırlayan şeyler deyince; şimdi bir kere adam dediğin üşümeyecek. "Nası yani" diyen varsa hemen açıklayayım. Kar yağarken denize girme gibi ergenlik düzeyi saçmalıklardan bahsetmiyorum. Ama sürekli üşüyen, kalın kalın giyinen, kapıdan cıkmadan soğuktan şikayet eden, hep eli ayağı buz gibi bir erkeği cazip bulabilecek kadın tanımıyorum. Varsa haber versin.
Bir de sinekten, böcekten, hayvandan korkulmayacak. "O da insan, nerede eşitlik, bunlar çok aptalca" diyenler buradan itibaren okumasınlar bence. Çekirge görünce çekirgeden daha çevik hale gelen adamların, devir 21. yy da olsa, fazla şansı yok bence. Varsa, nasıl diyeyim, ona şans denmez!
Listemizde kahve ısmarlarken light süt ayrıntısı eklemek de var. Bu arkadaşlar bana kendimi hepten çağ dışı hissettiriyorlar, zira sayıca çok arttılar. Ama yok, ben ekledim bunu karizma bitiren şeyler listesine. Light sütlü kahve siparişi olmuyor yahu!
Yanlış telaffuz edilen kelimeler! Şive başka bir şey, kiminde sempatik bile olabiliyor. Ama kelime telaffuzunda hatalar kadar bir erkekte karizma öldüren şey azdır derim.
Fiziksel özellikler konusunda kararsızım. Burada bir ortak nokta bulamadım.

İtiraflar deyince haliyle daha ele avuca gelir şeyler bekleyenlere "şimdilik idare edin" diyeceğim.

Bu hafta hayatımda bir ilk daha gerçekleşti. Nartaneleri projesi kapsamındaki mentee'm ile tanıştım. Ne kadar etkilendiğimi, nasıl bir sorumluluk hissettiğimi, ne çok heyecanlığımı anlatamam... Belki bir başka yazıda biraz daha geniş yazarım. Allah'a şükrediyorum. Bana bir ömürde birden çok hayata dokunma fırsatı verdiği için...

İşte hem çok yoğun hem de heyecanlı bir zamandayız. Deprem düzeyinde yenilikler, değişikler, bir biri üstüne eklenen işler... Bir kere daha şükrediyorum; çalışmayı çok sevdiğim ve sevdiğim şeyi yapabildiğim için.

Hafta dopdoluydu, hafta sonumuz hareketli. Yarın pazar olmasına rağmen okulda kermese gideceğiz sabah.
Kızımla sohbetlerimiz beni şaşırtıyor. Koca insan lafları, deyimler, espriler, ben diliyle ifadeler... Sonra uykulu gözlerle evin içinde atlet-kilot kaldığında minnacık göbeğiyle nasıl hala küçücük...
Sınavlar, notlar, heyecanlar, kaygılar, umursamamalar, çok meraklar, evden çıkarken bir türlü hazırlanamamalar, 38 yaşında koçluk eğitimlerinde öğrendiğim takdir cümlelerinin 9 yaşındaki kızımın dudaklarından doğallıkla çıkıvermesi. Ben de her daim dolan gözler... Mutluluktan, pişmanlıktan, öfkeden, gururdan, hayranlıktan, endişeden,...

Dün tanıştığım nartanesi kızım 19 yaşında. Beş kardeşi ve benden sadece üç yaş büyük bir annesi var. Mentee ve mentor kelimeleri fazlasıyla yabancı olduğu için annesi mentee yerine mantı, mentor yerine garnitür demiş. Çok güldük ama çok da beğendik.

Artık anne, koç, çakma ev hanımı, gerçek iş hanımı ve mentor olmaya ilave olarak ben bir de garnitürüm.
Evrende tesadüf diye bir şey olmadığını da düşününce, ne dersiniz? Garnitür olmak bana çok uymadı mı?

"Kesin bir yanıt verebileceğim için mutluydum; öyle de yaptım. "Bilmiyorum" dedim." Mark Twain

20 Kasım 2011 Pazar

Ben bir koçum!

Koçluk eğitiminin ilk modülünü bitirdim!
Çok etkilendim. Eğitimden, yöntemden, eğitimcilerden, katılımcılardan... Yıllar sonra kendimi ilk defa çok iyi hissettim. Doğru yerdeyim duygusu. Sadece eğitimle ilgili değil. Tüm yaşamla ilgili. "Ben tam olmam gereken yerdeyim."
"Gidin, Adler'den "Profesyonel Koçluğun Temelleri" eğitimini alın!" derim. Koç olmanıza gerek yok. Anne olun, baba olun, eş olun, çalışan olun. Yaşamın kalitesi artsın. Kendinize dair bildikleriniz artsın. Gücünüz ve kendinize inancınız artsın.

E tabii banka hesabında bir azalma oluyor. Ama olacak o kadar.
Dert eden olursa diye yazayım; insanın aklına bile gelmiyor. Anlayın yani, o kadar iyi!

Beş gün süren içe bir yolculuktan döndüm, yorgunum.

"Altıncı hisse ihtiyacınız yoktur. Yapmanız gereken gözünüzü kapamak ve derin derin nefes almaktır; size fısıldanan soruyu duyarsınız (çünkü bütün topraklar ziyaretçilerine aynı soruyu sorarlar): Seni görüyorum. Sen de bende kendini görüyor musun?" Gezmek Üzerine/Lawrance Durell

15 Kasım 2011 Salı

Yürümeye Devam

“Ararsan buluyor, kurcalarsan bozuyorsun, deşersen eline illaki batıyor bir iğne, kazarsan çıkıyor, örtersen görünmüyor, duyarsan irkiliyorsun, tutarsan hissediyorsun, kaybedersen üzülüyor, bulunca seviniyorsun… Çıkarsan görebiliyor, inersen duyamıyorsun; yağarsan ıslatıyor, yağmadığında kuruyorsun; beklersen üşüyor, yürürsen ısınıyorsun; seversen semiriyor, sevmediğinde soluyorsun; açıksan herkes sana geliyor, kapalıysan kapından dönüp gidiyor; verince büyüyor, alınca borçlanıyorsun; gülersen kırışıyor, ağlarsan ayıplanıyorsun…”
Dünya tatlısı bir kitap! Çılgın, komik kahramanımız ve naif bir öykü. Amaaa duygu tamamdır. Budur yani…
Gülerek, kadınca bir keyifle bir akşamda okunuyor. Bugünün alıntıları kendisi de bir blog yazarı olan bu süper eğlenceli kitaba ayırdım.

Yazımı geçtiğimiz hafta sonu yazmak istedim ama harala gürele içinde, beceremedim. Şimdi bir buçuk saat rötar nedeniyle havaalanında otururken yazıyorum.

“Yazmak, o kadar da zor değilmiş meğerse, yazabilmekmişzor olan ve yazabilmek için yitirmen gerekmiş gerçekleri, hayallerine yer açabilmen için…”

Bankaların afilli salonlarından birisindeyim. Bir erkekte ennn nefrettt ettiğim şeyleri sayacak olsam en başta ses çıkartarak kahve, çay, çorba falan içmesi geleceğinden yaşayarak emin oldum! Bir kere daha! Pek şık bir beyefendinin kahve höpürdetme sesini bütün salonca duyuyoruz. Öööle bambular, camlar, küresel koltuklar, chill out müzik ortamımızda bir suaygırı espresso içiyor!

Niye içmek yerine vakumlamaya çalışıyorlar, anlamıyorum ki!

Rötara canım sıkıldı. Bilgisayarım, kitabım, yazılarım, dergiler… Evde kızım olmasa o kadar dert etmeyeceğim.

“Ben “büyüyünce gelin olucam” diyen kız çocuğu değildim. “Büyüyünce ne olacaksın?” diye zaten kimse de bana sormamıştı, hatırladığım. Ama içerilerde bir yerlerde kendi kendime “ben büyüyünce gideceğim” derdim hep. Gideceğim yerler vardı. Yüksüz ve eşyasız olmak isterdim.”

Beni yalnızlık sever zanneden olmasın sakın!
Ben tek başına olmayı seviyorum. Yalnızlığı değil. Tek başına olmak bir tercihtir. Kalbinde sevdiğin ve seni sevdiğini bildiğin birileri varsa tek başınayken asla yalnız değilsin!
Yalnızlık içinde bir boşlukla dolaşmaktır. Hiç tek başına kal(a)masan da çok yalnız olabilirsin.

“Mutluluk nedir?” diyen olursa, benim bir tarifim yok. Çetin Altan’ın tarifini çok seviyorum. “Mutluluk zamanın farkında olmamaktır.”

Havadisler: Koçluk eğitimine başladımmmmm! Eğitim vermeye devam ediyorum! Hedef kilonun altındayım. Uykum yine kayıp.


“İnsan 40’ında kırkayak oluyor, neresinden kesilirse kesilsin yürümeye devam ediyor…”

Kitap: Bayılmışım… Kendime geldiğimde 40 yaşındaydım./Şebnem Aybar (Tüm alıntılar…)

9 Kasım 2011 Çarşamba

İtiraflar-1

Ben en çok edebiyat seviyorum. Okumak tutkuyla sevdiğim bir şey. Hiç eksilmeyen bir tutku… Masalları, romanları, şiirleri, başka alemleri, oralarda kaybolmayı çok seviyorum. Okumak değil benim keyfim, başka dünyalarda, duygularda kaybolmak…
Dergilere bayılıyorum. Edebiyat dergilerine, dedikodu dergilerine, dekorasyon dergilerine, sağlık dergilerine, moda dergilerine… Ne dergisi olduğu hiç önemli değil! Dergilerin rengi, kokusu, dokusuna tutkunum. Düzenli aldıklarım var, spot aldıklarım var, yeni keşfettiklerim var...

Dünyayı algılama yönelimi işitmek olan biriyim ben. İşitsel, görsel, dokunsal ya da kinestetik olarak gruplanıyormuş insanlar. Dünyayla iletişim ve öğrenme yolumuzu böyle gruplamışlar. Her birinden biraz var hepimizde elbette ama birisi ağır basıyor. Ben bir işitselim.
Beni ennn çok rahatsız eden şey kötü sesler. Öfke yaratıyor. Ennn rahatlatan şey ise müzik.
Tutkuyla değil ama sevgiyle dinlerim. Okumak aşksa müzik ailedir. Huzurdur. Tekrarlar vardır seçimlerimde. Tanışıklık bana iyi gelir. Binlerce kere Dire Straits'den Romeo and Juliet dinleyebilirim. Mazhar Alanson'un soylediği ne varsa, hiç eksilmeden keyfim, bıkmadan dinlerim. Bono ve Frank Sinatra dueti olan I've Got You Under My Skin dinler hatta utanmaz, bağırarak eşlik ederim. Arada bir dinlemezsem, eksilirim. Özlerim. Bir türkü beni ağlatır. İşte o sırada, ağlasam da iyi hissederim. Bazen evin içinde bağırarak Mihriban söylerim. Her şey güzel görünür. Duygularımı fark ederim.
Hani geçenlerde Bülent Ortaçgil ile senfoninin konserini izlerken hissettiklerimi bloguma yazmıstım. Dolunay vardı. Rüzgarda notalar uçuşuyor. Senfoni çalıyor ve Bülent Ortaçgil söylüyor. Keyif böyle bir şey olmalı diye yazdım. Tam böyle bir şey...

Tekrarları ve alışkanlık duygusuyla hayatımda müzik, yokluğunda yoksunluk duyacağım, varlığını kanıksadığım bir şey... Kızım benden daha tutkulu bir müzik sever. Sürekli bir şeyler dinliyor. Arabada hele, mutlaka önce müziği ayarlıyor. O yüzden zevkinin gelişmesine uğraşıyorum.

Ennnn sevdiklerimden bahsederken mutlaka söylemem gereken bir tane daha var: Bin kere yazdım aslında… “Gitmek” benim en sevdiğim şeylerden birisi. Yollar, yolculuklar... Başka şehirler, ülkeler... Sadece gidilen yer değil ayrıca yolun kendisi. Bir de gitmek üzere olma hali… Sevdiklerim içinde en az gerçekleşebildiğim bu. En çok özlediğim, en az gerçekleştirebildiğim… O yüzden iş için gidip gelmeleri bile seviyorum.
Şimdi, hayatının en başında bir genç olsam, içinde kitaplarım, ipodum ve ipadim olan bir sırt çantasıyla geziyor olurdum. Work&travel, başkalarının evinde kalma, vs hangi yol mümkünse...
Gitmek zor çünkü içinde duygusal bedelleri göze almayı barındırıyor. Geride kalanları, seni sevenleri, senden başka şeyler bekleyenleri görmezden gelebilmek, geride bırakabilmek lazım. Hayatın başındayken bunu göze alamamıştım. Şimdi daha zor... Bugünkü aklımla “keşke” alsaydım” diyorum.

Şimdi ipodla müzik dinleyip ipadle yazıyorum. Teknoloji sever oldum yeni yeni. Her gün artan bir merakla…

Kızım oyun hatta kumar seviyor. Tavla, okey, pişti, monolopy,… Hepsini…
Ben oyunları değil ama oyunun bahane olduğu sohbeti ve kalabalığı severim. İçki, sigara ve akşam yemekleri de benim için böyledir. Ben arkadaşlarla sohbeti, birlikte olmayı, eğlenmeyi severim. Oyunmuş, içkiymiş, yemekmiş onlar araçtır. Orada dostlar, arkadaşlar, keyifli bir sohbet yoksa diğerleri hiç bir keyif vermez.

Son haftalarda sıkı bir gerilim var işyerinde. Aklımda "iyi ve kötü yöneticiyi ayıran nedir/nelerdir?" sorusu var. Hırs mı? Tutkulu bir köpekbalığı olmak mı? Başarması için insanları sonuna kadar ittirebilecek gücün olması mı?

Bir ara size işyerindeki aşçımızı anlatmalıyım. İşyerinde yemek taşınmıyor. Bir aşçı mutfakta pişiriyor. Becerikli bir aşçımız var. Yemekler, salatalar lezzetli. Tatlılarda zayıf. Ama becerikli olduğundan daha fazla hırslı kendisi! Ayrıca uyanık! Yönetim Kurulu üyelerinin sevdiği şeyleri, kendileri yemekte yoklarsa evlerine gönderiyor (!), ilave sebze ızgaralar yapıyor(!), vs. Geçenlerde bir yönetici künefe yaptı. Akşamüzeri happy hour yaptık. Kıskançlıktan çatladı seninki! Yahu adam Mersin’li. Zaman ayırmış, emek vermiş. Ne güzel diyeceğine “ben daha güzelini yaparım” diye ucundan yedi. Bir de adama böyle söyledi. İyi mi? Neyse ki adamcağız hiiiç aldırmadı.
Geçen gün bizim cadı bunu affetmedi. Aşçıya “Usta, diğer şirketten gelen kimse burada yemeğe kalmıyor. Onların yemekleri çok güzelmiş. Beni de oraya yemeğe çağırıyorlar.” dedi. Gözlerinden yaş geldi adamcağızın kıskançlıktan! Gülmemek için dudaklarımı ısırdım!!!
Bizim usta bu gazla Çarşamba akşam üzerleri yaptığımız “tatlı Çarşamba” için kek yapmayı bıraktığını, cheesecake ya da kurabiyeye geçtiğini açıkladı bu sabah!

İşte ben hala bunlara şaşıyorum… Ne demek lazım bilmiyorum. Belki de bizi aya ulaştıran bu hırstır… Dünya benim gibilerle belki ancak bisikleti bulabilmiş olurdu.

Ben elinden geleninin en iyisini yapmaya inanıyorum. Ortaya koyduğun her şeyin bir çeşit el yazısı, bir imza olduğuna… Seni yansıttığına… Başkasının ne yaptığı ya da nasıl yaptığıyla ilgisi olmadığına… Takdir etmeyi bilmeye, öğrenmeye, desteklemeye… Yoksa her şeyin aslında başkalarının yaptığıyla ilgisi var mı?

Var galiba, di mi?

Devam edeceğiz...


I can't do the talk like they talk on tv
And I can't do a love song like the way it's meant to be
I can't do everything but I'd do anything for you
I can't do anything except be in love with you

And all I do is miss you and the way we used to be
All I do is keep the beat, the bad company
And all I do is kiss you through the bars of Orion
Juliet I'd do the stars with you any time
...
romeo and juliet/mark knopfler

8 Kasım 2011 Salı

Referanslar

İnsanoğlu çocukluğunda ne yaşamış olursa olsun, hepsini unutur, annesinin referanslarını benimseyerek yaşarmış. Bu toplumun nesiller boyunca aynı kültürü korumasını açıklarmış.

Bayram tatilinde hayalim tavanı seyretmekken yaptıklarım bambaşka.

Benim hayatım anne referanslarının çoğunu benimsememek ve bununla baş etmeye çalışmak üzerine… Artık anneme kızgın değilim. 38 yaşına girmiş, kendisi anne olmuş ve kendi zaaflarına dair epeyce emek vermiş bir kadın olabilmiş olmaktan memnunum. Artık annemi sadece “annem” olarak değil, bir başka kadın olarak değerlendirebiliyorum. Onu anlıyor, hak veriyor, affediyorum. Anlar var hayatımda, kendimi küçücük bir çocuk gibi hissettiğim. O anlarda içimi acıtan anılar var. Ama biliyorum, bu yaşamın bir parçası. Çocukluk başlı başına bir travma, herkes için. Sonunda böyle bir kadın olmama neden olan bütün iyi ve kötü sebepleri anlıyor, teşekkür ediyorum. Sadece annemle değil, ebeveynlerimle ve kendi süper egomla kavgayı bıraktım. Uzlaşmaya çalışıyorum.

Anne-babasını (toplumu) referans alıp benimseyen normallerin hayatı benim gibilerden çok daha kolay. Ben hep ayrık otu oldum. Ufacık çocukken de böyleydim, gençken de, şimdi de…

Bu işin iki zor tarafı var: Bir tanesi çoğunluğun dışında olmak, hep yalnız hissetmek, hatalı/arızalı hissetmek…
“Amaaan ne var bunda” demek o kadar kolay değil. Tamam, sonunda kendine benzeyen birilerini buluyor, arkadaş oluyorsun. “Oldu işte, diğerleriyle de görüşmeyiveririm” olmuyor. Diğerleri tüm hayatını oluşturuyor çünkü. Onlar birlikte çalıştığın insanlar, iş arkadaşların, patronların, astların/üstlerin, kuzenlerin, komşuların… Sürekli kendini ifade etmemeyi öğreniyorsun. Ya onlarla benzer düşünüyormuş gibi davranacaksın (bu insanı kendine yabancılaştırıyor) ya da sessiz kalacaksın (bu da yalnızlaştırıyor).
Amaaa bundan daha zoru var. Herkesin ortaklaşa benimsediği referans setinin çoğunu benimsemedin ve çaktırmadan da olsa, ayrıkotu tadında yaşamayı kabullendin diyelim. İyi de senin de referanslara ihtiyacın var. Genel geçer olanları beğenmeyince, kendi referanslarını bulman gerekiyor. Hadi bakalım!

“Çocuğun okul başarısı hayatı için çok önemlidir. Anne baba olarak çocuğumuzun hayatını buna göre düzenlemeli, çocuğumuzu takip etmeli, televizyon, bilgisayar, vs gibi uyaranları okula göre planlanmalı, hep birlikte bu konuya önem ve öncelik vermeliyiz.”

“Çocuğun beslenmesi annenin en temel sorumluluğudur. Sebzeleri yemeğe mutlaka alışması, sofrada önüne konanları ayırt etmemesi vs. lazımdır.”

“Evin kadını evde yemek yapar. Evdeki yemeği dert edinir. Bu konu hayatının önceliklerindendir.”

“Aile sorumluluğu ve annelik bir kadının hayatındaki en temel ve en önemli iştir. Bunlar için her türlü fedakarlığı yapmak kadının mutluluk kaynağıdır.”

Hemfikir miyiz? Değil miyiz?

-Ne yani, okul başarısı önemli değildir midir? Okumasınlar, manav, tamirci, kuaför falan olsunlar o zaman. Okul varmış yokmuş aldırmayan çocuklar ne isterse yapsınlar, bizde seyir mi edelim?

-Oldu, bırakalım o zaman çocukları habire çikolata, gofret yesinler. Zekaları gelişmesin, büyüyemesinler, vitaminlerini alamasınlar öyle mi?

-Sürekli dışarıdan mı yenecek o zaman? Ya da bir şey yenmeyecek mi? Oh, ne güzel hayat! Tembelliğin kılıfı valla, ne güzel!

-Bencilce yaşayalım o zaman. Kediler gibi. Evmiş, aileymiş, çocukmuş ne halleri varsa görsünler.

Sorun bakalım kendinize, sizin bu konulardak referansınız nedir? Sakın “referansınız ne değil” diye sıralamaya başlamayın. O işin en kolay, en kaçamak yolu! Red ettiklerini sıralayıvermek kolay. Ama yerine yenisini koymak zor.

Yeni bir tarif, yeni bir referans bulmak ruhu yoruyor. “Bu bana uymuyor” dediğimizde, aklımıza geliveren genel geçer olanın öbür ucu. E, öbür uç baştan negatif zaten. Hepten içimize sinmiyor, hiç mi hiç uymuyor. “Bu durumda yine en iyisi herkesin dediğine ucundan kıyısından, kendi yorumunla (!) adapte olmak” oluveriyor.


İşte ben böyle bin tane klişenin hepsinde klişenin tam tersiyle ilişkilendirilme potansiyelini taşıyan biriyim. Ne anne, ne eş, ne kadın olarak klasik referansların hiç birine ikna olamadım. Aklım fazla geldi.
Dedim ya çok derdim değil ayrık otu olmak, sessiz kalmayı öğrendim, (yalnızlık bazen içimi acıtsa da)zor olan kendi referanslarımı bulmak, onları tek başıma takip etmek, yolu kaybetmeden... Anne olunca bu daha da zor…

Ana-baba referanslarının resmi geçidi olan bayramlarda çok daha zor!

Adapte olmamayı kendim seçmedim. Olmadı. Beceremedim. Orta şeker bir tat bulup arada kaynayıp gitmeyi de beceremem zaten.

Yine de kaçmadım ben... Gözüm karadır. Cesaretim aklımın da yüreğimin de büyük olduğunu bilememden gelir.

Sessiz, görünmez olmayı beceririm. Kendi referanslarımı yazmayı da…
Steve Jobs kadar olmasa da “stay hungary, stay foolish” mottosunu bilmeden, muteber olmasam da kendim gibi kalmaya, kendi referanslarımı yazmaya, onlara inanmaya, veli toplantısına gitmemeye, evin aşçısı olmadığım için dertlenmemeye, elimden geldiğince “eyvallahsız” kalmaya çalışırım.

Öyle kuvvetli ki anababa referanslarının çekim gücü, sık sık yörüngemden savruluyorum, başım dönüyor. Midem bulanıyor. Küçük dünyam sarsılıyor. “Dönsem dursam şu yörüngede herkes gibi” diye geçiyor aklımdan. “Çoook bir farkım yok ki zaten!”

İstemiyorum. Ben hala gözlerimi kapatınca, çoook uzak bir yerdeki aydınlık balkonda hayal ediyorum kendimi. Yine kalabalıktan uzakta…

Kitap: Edebiyattan Pek Anlamam. (Tüm zamanların en etkili kitap ve yazarları hakkında bilmeniz gerekenler.)
Kitap: Lazzaro, Dışarı Çık/Andrea G. Pinkettes
Film : Tenten (3 boyutlu ve harika!)
Dergi: Psikeart Kasım/Aralık sayısı, Sabit Fikir

"Mutlu olduğunu hissetmek değil, mutlu olduğunun başkaları tarafından onaylanmasıdır önemli olan. Dışarıdan mutlu ve başarılı görünen bir hayatı sürdürmenin dayanılmaz ağırlığı. Ha bir de networking yapmayı unutma. Kendinle ilgili hava atacak bir konun yoksa, konuşacak birşey kalmamıştır artık. Sosyal medyada paylaşılmaya değmeyecek faaliyetler vakit ayırmaya gerek yoktur." Aysu Önen/Saçmalıklar Kitabı-Michael Foley eleştirisi.

28 Ekim 2011 Cuma

Yolculuk yarın

Zaman geldi, bavul hazırlandı. Kocam sonunda haftalardır beklediği yolculuğa çıkıyor. Yarın Londra'ya gidiyor!
Çok heyecanlı... O, bizim hayatımızın enerjisidir. Her zaman hayalleri, heyecanları, planları vardır. Ve onlara tüm kalbiyle inanır. 6 haftalığına gidiyor. Bir hayalini daha gerçekleştiriyor. Ben O'nun hiç vazgeçmemesine hayranım (bazen de en çok bu yüzden ona düşmanım.)
Merakla bu macerayi bekliyorum.

Kıskanıyorum. Herkesi, herşeyi bırakıp kimseyi tanımadığım bir yere gitmek benim hayalimdi. Okumak, yazmak, bir de gitmek...
Hem de bu sıra. Gitmek istemelerimin en fazla olduğu zamanlarda...

Gidip gelmemek, sık aramamak falan gibi şaibeli söylemler ortada dolaşıyor. Yemekte çok güldük. Son derece klasik bir akşam sofrasında, yoğurtlu soslu mantı falan yeyip, (hatta kızlara yemek bırakmayı unutup) sonra şarap-peynire geçerek 40'lı yaşlar, uzun evlilikler, gidip dönmeme şartlarına güldük. Kocamın en sevgili arkadaşı, onun benim kızımdan sonra en çok sevdiğimmm kızı birlikteydik.

Yarın sabah O Londra'ya, ben diyetime (yeniden) başlıyoruzzzz!

Üzerine akşamın kapandığı gölüm ben
Bir kez hatıra ettim aşkı, bir daha etmem
Birhan Keskin


Geçen hafta eğitim iyi gitti. Devamı olabilir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Banyodan...

Banyomu değiştirmek istiyorum sevgili okur. Tamamen pragmatik sebeplerle. Duşakabindir benim karakterime uyan düzen. Küvet müvet sevmem. Hatta özellikle istemem. Duşakabin istediğim gibi temizlenmiyor diye değiştirmek istiyorum. Yapılacak olan  değişiklikten çok yenileme...Galiba bu cümle beni tarif etmek için kullanılabilir. Değiştirmeye değil de yenilemeye muktedir bir kadın... 

Kıyafetlerimi ele alalım mesela. Farklı renk yok. Kışlıklarımı çıkardım pazar günü. Bütün kazaklar birbirinin aynı. Renkleri siyah, modelleri düz ve boğazlı. Pantalonlar siyah (ben yine gidip  siyah pantalon alıyorum!) Siyah olmayan kazaklar nefti bir yeşil. Sadece iki adet mor parça var. (Niye mor acaba diye ben de düşünüyorum hala...) Gömlekler beyaz, elbiseler gri, olmadı siyah.
Velhasıl bende değişiklik değil, yenilik oluyor. O da olursa...

Yemek konusunda da böyle miyim?
Bilemedim. Klasik yemeklerin farklı yorumlarına öfkelenirim. Tüpedüz kızarım, söylenirim. Annemle aramızda bitmez bir gerilimdir bu. O, yayla çorbasına her seferinde ilave bir malzemeyle yorum katmaktan vazgeçmez, ben de her seferinde sinirrr olurum.
Gel gelelim yeni tadlar denemeye kapalı değilim. Her memleketin, hiç bilmediğim yemeklerini merakla denerim. Cesurum bile denebilir. 

E madem öyle, niye öfkeleniyorum yayla çorbasına nohut eklendi diye o zaman? Bu da bir yeni tat olmuyor mu? Anneme mi eziyetim? Bak birden suçluluk hissettim. Zaten annem de geçen akşam bir akrabasın kızını tarif ederken nasıl benim gibi olmadığından örnekleyerek anlattı.  

Acaba asıl mesele yemek değil de annemle ililşkim mi sevgili okur? Bak şimdi, banyodan nerelere geldik...

Hafta sonu ilk defa bir sertifika programında ders vereceğim. Üç saatlik dersim var. Heyecanlıyııımmmm! Beni tanıyanlar uzun konuşamadığımı, yazamadığımı bilirler. Üstelik bu yaşta ve bu işte hala topluluk önünde olmaktan acaip huzursuzluk duyarım. (Kendine rağmen bu işi nasıl yapıyorsun demiş olan canım arkadaşıma bir kere daha gülerek "çok haklısın, ben de bilmiyorum" diyeyim.) Üç saat gözümde büyüyor, ne yalan söyliyiim. Amaaa elimden geleni yapacağım.

Daha önce hayaller kurmamış olabilirim. Yine de, sadece yenileme değil değişiklik de yapmayı başaracağım. İnanıyorum!

adımı unuttum
          adı olmayan yerlerde
ne in
           ne cin
                         ne beni adem
kervanlar geçiyor
          bir iğne deliğinden
çarşılar kuruluyor
sarayları oyuncak
      insanları karınca şehirler
zamanları gördün mü
                        bir iğne deliğinden
adımı unuttum
    adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak
        
                   Asaf Halet Çelebi/ Om Mani Padme Hum

16 Ekim 2011 Pazar

Birikenler

Koşturmalı ama fena olmayan bir haftadan sonra kış geldi. Hava buz gibi oldu. Soğuğu, karanlığı falan sevmiyorum diyorum da en sevmedigim şey çoraplar. Geldi yine çorap zamanı. Üstelik zamanından önce geldi. Bugün yazlıkları kaldırdım. Çakma/hakiki tüm ev hanımları nasıl bir eziyet çektiğimi anlayacaktır.
Her sezon tüm gardrobu baştan yenilemek, bence sırf bu eziyet nedeniyl, çok cazip bir fikir...

Bu hafta seyahat etmedim, planladığım gibi gitti sayılır işler. Arada aniden gelişen bir Kıbrıs'a gitme heyecanı aynı hızda hüsran oldu. Hazır annem oradayken ben de pasaport işlerimi halledeyim diye heveslenmiştim ama son dakikada olmadı. Bir başka zamana kaldı.
Bu vesileyle nüfus memurluğunda, e- devlete geçilmesiyle çok değişen şeyleri (işlemlerin hızı) ve hiç değişmeyen şeyleri görmüş oldum. Haksızlık etmeyeyim, gerçekten değişim büyük.
Arada kızım okula gitmek istemedi sabahları. Servisi sevmiyor bu sene. Ya da öyle söylüyor. Neredeyse her sabah okula ben bıraktım. Ve bir pazartesi günü birlikte kaytarmaya söz verdim. Bakalım bu haftayı nasıl geçireceğiz.

Akşamları evdeydik. Ama Hafta sonu fazlasıyle sosyal geçti. Cuma akşamı sınıf anneleri yemeği vardı. Keyifli bir gece oldu. Hep keyifli oluyor.
C.tesi sabahı üst üste kurslar var. Sakın beni çocuğunu kurstan kursa sürükleyen annelerden sanan olmasın. Ben "çakma"yım. Sınıfça tüm hobiler, kurslar, murslar aynı. Biri nereye gidiyorsa hepsi orada... C.tesi sabahı ana kız kurs saatinden az önce uyanınca, ilk kurs olan basketbolu ektik. Kahvaltıda arkadaşlarımızla buluştuk. İkinci kursa yetiştik. O arada ben kuaföre gidip haftalık rutini aradan çıkardım. Sonra yine anneler buluşuldu. Bu defa çocuklarla birlikte bir öğleden sonra programı yaptık. O da gayet keyifliydi ama sosyal yaşam özürlü olan bana biraz fazla gelebilirdi. Tadında kalktım.

Hafta içi nefis bir film seyrettim salı günu. Miss Pettegrew Lives One Day. Denk gelirseniz kaçırmayın. Coen kardeşlerden Fargo da aklımda.

Veee c.tesi akşamı senfonik Bülent Ortaçgil konserine gittik. Açıkhavadaydı konser. Epeyce kışlık giyindiysek de dondukkkk! Kızim üşümesin diye ilk yarının sonunda çıktık. O kadarı bile nefisti. Dolunay, notalar uçuşuyor, hava buz gibi, senfoni eşliğinde Bülent Ortaçgil dinliyordum. Keyif nedir deseniz, böyle tarif edilebilirim.

Sen hep kendine önlemler aldın
Ben kendime yasaklar koydum
Önümüzde barajlar var
Bu su hic durmaz...
Bu su hiç durmaz.


Haftanın bir başka keyifli günu cumaydi. Öğleden önce bir görüşme sonrası 15 yıllık sevgili arkadaşımlaa uzun, bol sohbetli, bol dedikodulu, bol gülmeli bir yemek yedik. Sokaktaki herkesle selamlaşan, meyve satan amcayla ahbap sevgili arkadaşım bana taze ceviz siparişi vermiş. Dönerken bir torba taze ceviz ve nefis elmaları arabama yerleştiriyor, sarılıp ayrılıyoruz. Başarı böyle bir şey diye düşünüyorum. Sokaktaki herkesin sevdiği bir adam olmak, cevizci amcayla ahbap olmak, 15 yıllık dostlar biriktirmek, oturup keyifle saatleri fark etmeden yemek yemek...

"Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, meyhaneye, dansa ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; güvelerin ve tozun yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılasmış varlığın gitgide büyür." Karl Marx/ 1844 Felsefe Yazıları


Kardeşim bugün bir araba aldı. O'nu tanıyanlar bunun nasıl devrim niteliğinde bir şey olduğunu bilirler.
Bugün (pazar) yeniden Dexter!
Dergi: Psikeart/eylül-ekim sayısının konusu "yabancılaşma"
Kitap: Umberto Eco'nun yeni kitabı

10 Ekim 2011 Pazartesi

101!

Bu benim 101. yazımmmmm!
100. yazımı yazdığımın farkında değilmişim, profilimi değiştirirken fark ettim!!!
Ne zamandır niyet ettiğim şeyi yaptım, profil fotoğrafı değiştirdim. Tam da sonbahar olmasına rağmen kaldırdım sonbahar fotoğrafını. Geçen hafta, hani tam da yazın sonunda çekilmiş kendi fotoğrafımı koydum profilime.

Sonbahara inat keyifliyim. Umutluyum. Neşeliyim.

Şimdi sonbahara, yağmura, karanlığa, Satürn'e falan inat umut yazıyorum.

"Yaşamak dünyadaki en nadir şeydir. İnsanların büyük çoğunluğu var oluyorlar-hepsi bu" Oscar Wilde

Woody Allen'in Paris'de Geceyarısı filmi. Çok beğendim. Mutlaka!

7 Ekim 2011 Cuma

Haftanın Sonu

Beni teknolojisever yapan adam Steve Jobs öldü. Bütün gazetelerde hayatı, başarıları, sıra dışı dünya görüşü, cesareti hakkında yazılar var. Ben kendisini bir zaman önce Standford Üniversitesi'nde yaptığı efsane konuşmayla tanımıştım. Arzu nesnesi tasarımlarına vurulunca O'nu gerçekten merak ettim. Benim gibi x kuşağının bayrağını taşayan bir kadını teknolojiseverden de öteye geçirip,, arzu eder hale getiren tüm tasarımlarına bayılıyorum. Ipad imi neredeyse sarılarak uyuyacak kadar seviyorum. Ve tüm bunların mucidi adama hayranım. Şimdi, havaalanında oturmuş ipadime O'nun hakkında yazıyorum.

 En çok rüyalarina inan, hiç taviz vermeyen haline ne çok hayran olduğumu, nevrotik blogumun neredeyse ana teması olan hayallerini izleme cesareti gösterenlere duyduğum hayranlığı bilenler, anlayacaktır...

Bir hafta daha bitti. Bu hafta sonu Woddy Allen'ın Paris'te geçen şu son filmini seyretmek istiyorum. 

Eğer herşey yolunda giderse p.tesi akşam olduğunda, epeydir çok emek verdiğim işlerimin önemli bir kısmını başarıyla tamamlamiş olacağım. Hem tuhaf biçimde heyecanlı hem de mutluyum. E, azıcık da gururluyum. 

Bugün alıntım Steve Jobs'tan...

"Zamanınız kısıtlı, bu yüzden bir başkasının hayatını yaşayarak onu harcamayın.
Diğer insanların düşüncelerinin sonuçlarında yaşayan dogmanın tuzağına düşmeyin.
Başkalarının görüşlerinin gürültüsünün kendi iç sesinizi duymanızı engellemesine izin vermeyin. 
Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun.
Onlar bir şekilde zaten sizin gerçekten ne olmak istediğinizi bilirler. Diğer her şey ikinci plandadır." Steve Jobs

5 Ekim 2011 Çarşamba

Yeni yaş

Yazmaya her geçen gün daha fazla üşenir oldum. Gönlüm mü geçiyor acaba? Gerçi her boş zamanımda bir şeyler yazıp duruyorum sağa sola. Dur bakalım...
Haftalarım İstanbul'a gidip gelmek ve kongrelere katılmakla geçti. Şikayetlenecek değilim. Çok yaralandım. Önce Futurizm Kongresine gittim. Ki benim için gerçekten vizyon açan bir kongre oldu. Bir sonraki hafta ise İnsan Yönetimi Kongresi vardı. O da keyifliydi. Arada İstanbul'da bitmeyen işlerim, görüşmelerim vardı. Akşamları sevgili arkadaşlarımla geçirdiğimiz zamanlar işin ennn güzel kısmıydı. Her akşam yedik, içtik. Eve dönüşüm enkaz gibiydi, burada işler dağ gibi birikti falan ama dedim ya, hiiiiç şikayetim yok.

Efendim, futurizm kongresi için ben birşey anlatmayacağım. Herkes girip baksın. Ufuk Tarhan çooook etkileyici bir hanım. Mgen adlı sitesinde zirve ve konu hakkında çok şey bulacaksınız. Ben epeydir yeni bir perspektifle tanıştığıma bu kadar memnun olmamıştım.

Geçtiğimiz cuma bir başka güzel sürpriz oldu. Eski işyerimdeki direktörümle ikimiz de İstanbul'da olduğumuz için bir kahve içimi buluştuk.
O havaalanına yetisecekti, ben işime. Kısacık zamanda benim icin çok değerli, çok keyifli bir sohbet ettik. Çok da içten! Bu Nasıl oldu bilmiyorum ama O'nunla iletişimimizin derinliği beni çok mutlu ediyor.
Bunca zamandan sonra, artık iş-güç hiç bir bağımız kalmamışken bir kahve sohbeti için gösterdiğimiz çaba, sohbetin keyfi bana kendimi çok iyi hissettirdi.

Derkeeen bir de doğum günüm geldi geçti aradan. O da bir başka ilginçti. Annemin evinde, henüz yeni tanıştığımız akrabalar ve bir kaç dakika önce tanıştığım, uzak kuzenin sevgilisi William'la doğum günümü kutladım. Yeni dünya düzeni işte!

Futurizm, yeni yaş derken rüzgarın önünde yaprak olmamaya çalışmaya karar verdim. Hayatımın bir rotası olsun diye emek harcayacağım. Hayal kurmak, hayal kırıklığını göze almayı gerektirecek, biliyorum. Ama ben artık büyüdüm. Artık cesaret edebilirim. Edebilirim, di mi? Büyük hayaller değil benimkiler. Daha çok okuyup daha çok yazabildiğim, daha çok gezdiğim ve zamanın birazcık daha esnek oldugu bir hayat. Bu nasıl olabilir diye düşünmeli, hayal etmeli ve sonra gerçekleştirmek için uğraşmalıyım.

Peter bana hala üzerinde düşündüğüm şeyler söyledi. "56 yaşındayım ve hayatta önemli olan şeyin güzel hatıralara sahip olmak olduğunu anladım." Haklı! Bizi birbirimize ve sevdiklerimize bağlayan şey bu değil mi? Paylaşılmış değerli hatıralar. Benim bitmeyen endişelerim ve kararsızlıklarımı dinlerken hep yaptığı gibi beni susturdu ve "sadece şimdiki zamanda yaşıyorsun" dedi. " sadece şimdiki zamanda yaşa ve güzel anıların olsun."

O'na deneyeceğime söz verdim.

Bence bir şey eksik kaldı. Hayatta güzel zamanlar biriktirmiş olmak kadar değerli bir şey daha var. İyi dostluklar...

Eski ve yeni dostlarla, yeni bir yaş, yine bir sonbahar, sıkışan duygular..Yine aklıma sığmaya, aklıma sığınmaya calışıyorum.

Hem çevremde olup bitenin parçasıydım, hem de çevremden kopuktum. Oradaydım ben, olan bitenin tam ortasındaydım, aynı zamanda da orada yoktum. Paul Auster /Kehanet Gecesi

Önemli not: Fazla kiloları verdim sayılir. Artık işim kusüratlarla. Pilatese de başladım mi bitti bu iş!

19 Eylül 2011 Pazartesi

Düzeltme!

Sabah aldığım ilk mail kocamdan geldi. "Daldığım derinlik 150 m değil, 15 m. Hemen düzeltmeni rica ediyorum."
Kocam beni onlarca okuyucusu olan, yazdıkları mühim biri sanıyor.
Böyle inanmak hoşuma gitti. Hemen hatamı düzeltiyor, siz sevgili okurlarımdan özür diliyorum.

...
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
Annenin babanın evini,
Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.
Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin
Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…..

Can Yücel/Tam Zamanında

17 Eylül 2011 Cumartesi

Belki ilerde...

Efendim şimdi, bu blog yazma işinde de epeyce zaman geçirmişken bir özet zamanı geliyor.
İkinci yıl şerefine bir liste blogu hazırlasam mı diye aklımdan geçiriyorum. Çakma ev hanımının iki yılı.
Dur bakalım. Bir özet yazmakla blogu kapatmak arasında gidip gelen düşüncelerim sanırsam terazi burcu olmamdan...
Bir karar verince sizlere de söylerim.

Son iki yılda artan biçimde teknoloji sevdiğimi ve network sahibi oluverdiğimi baştan itiraf ediyiim.
Kitaplara ve dergilere olan aşkım azalmadı. Zor bağlanan ama tüm bağlarını organik algıladığı için nevrotik bir karakteri olan bir orta yaş kadını olmayı sürdürüyorum. Üstelik doğumgünüme de çok az kaldı. Astrolojiye, burcuma giren satürn yüzünden midir nedir, inancım arttı. Ayrıca şu evrene atma işine de inanır oldum.

Devamı çakma ev hanımının itirafları listesinde. Tabii belki...

"Anlaşılan oydu ki, her an kusursuz bir ölçü tutturmaya çalışmanın gerginliğinden sıyrılıp sonsuza dek rahatlamaya çalışıyordu." Latife Tekin/Ormanda Ölüm Yokmuş

Röportaj

Bu hafta okullar açıldı. Kızım 4.sınıf oldu. Zaman...
Balkonda oturuyorum. Bloguma başlayalı neredeyse 2 yıl oluyor. Çakma ev hanımı olmaya niyet edeli 2 yıl olmuş bile!
Geçen haftasonu Ayşe Arman'ın onkoloji hekimi ile yaptığı röportajı okudum. Bir şey beni çok etkiledi. Önemli bir gözlemini anlatmış doktor; Türkiye'de insanların ölümle barışık olmadığını düşünüyor. 
"Haklı mı acaba?"diye aklımdan geçti. Ölümle barışık olmak kolay mı? Belki de bunun için yaşamla barışık olmak gerek.
 Doktor gözlemini Amerika'daki deneyimindeki hasta davranışlarına kıyasla yapmış. Oradaki hastalarının, ölümü daha huzurla kabul ettiklerini gözlemiş.
Buradan bakınca konunun ölümle değil de yaşamla ilgili olabileceği geldi aklıma. Yaşamını dilediğince yaşamış olmak mıdır vedalaşmayı kolaylaştıran? Ben payıma düşeni aldım duygusu mu?
Biz, memleketimizde yaşamımızı seçmeyiz genellikle. "Seçtim" diye kendini avutanlara"nelerdi olasılıkların?" diye bir sorun. Ne kadar kısıtlı, sınırlı bir hayalgücü ile karşılaşacağınızı göreceksiniz. Bizler, genellikle küçük kutularda yaşar, kutunun dışında canavarların bizi beklediğine inanırız. Kalıbımız ne olursa olsun, ömrümüzü önümüzdeki kutuya sığmak için küçülmeye  ya da genişlemeye çalışarak geçiririz. Kutusundan çıkmak isteyenleri etrafımızda istemeyiz. Telef olmalarını bekleriz. Kimimiz gizli, kimimiz açıktan bunu dileriz. Aksi halde kutumuzun içine sığışmak için vazgeçtiklerimizle baş etmemiz gerekir. Dışarıya çıkanı canavarlar parçalamıyorsa, biz boşuna mı orada sıkışıp kaldık???

Kutunun koruması dışına çıkanları bekleyen canavarlar değil de yalnızlıktır.  Tökezleyip düşmesini bekleyen kıskanç bir kalabalığın bakışları... Bir de suçluluk duygusu... 

Kutusundan çıkmayanlar bekler. Kutuya gelecek mutlu günleri bekler...  Dışarı  çıkamayınca mecbur bir şeyler gelsin diye beklenecek... 
Ertelenen, bir konserve kutusu içinde sıkı korunmuş, hiç eskimeyen, yıpranmamış bir hayat...
Kutusundan çıkmamış, sadece evde giyilmiş ayakkabılar vardır ya, onlar gibi. Tam ayakkabıları giyip sokağa çıkacağım derken ayakkabıların artık demode olduğunu fark etmek ya da artık ayağına olmadığını görmek gibi...
Galiba bizim ölümle sınanınca hissettiğimiz böyle birşey. Bir geç kalmışlık duygusu...
Hani çıkacaktık dışarı? Hani eskitecektik ayakkabıları? Hani merak ettiklerimiz, istediklerimiz, ertelediklerimiz, vazgeçtiklerimiz,... 

Dün akıllı, çok iyi eğitimli, gencecik bir danışmanla birlikteydim. O'nu havaalanından aldım. Yolda sohbet ettik. "Londra'da yaşamak istiyorum aslında" dedi. "Ne kadar güzel olur diye hayal ediyorum."
 "Gitsene" dedim "tam zamanı! Okul bitmiş, yabancı bir şirkettesin!"
 "Ailem çok üzülür böyle bir şey yaparsam" dedi.
"Çok büyük hayalkırıklığına uğrarlar." 
"Peki senin hayallerin..?" diyemedim. "Ayşe Arman röportajını okudun mu?" diye sormadım. "Hayallerinden vazgeçme, ailenin gerçekleşmiş çok hayali olmuştur." diyemedim. 

Kocam geçen pazar günü eve çok mutlu geldi. 150 m. ye dalmayı başarmıştı! Çok mutluydu! 
Ben de onunla gurur duydum. Kararlılığına, yaşam enerjisine, cesaretine, tutkularına gösterdiği sadakate...

Hayallerini gerçekleştirmek onları kurmayı ve onlara inanmayı seçenlerin hakkı bana sorarsanız. Ben en azından birisiyle birlikte hayallerinin gerçekleşmesine sevinebildiğim için mutluyum.

"Sonu felaket bile olsa riske girip bir hakikat olayına sadakatle bağlanmak Nietzche'nin deyişiyle son insanların olaysız-faydacı hedonist diyarında ot gibi yaşamaya yeğdir." Zizek/Ahir Zamanlarda Yaşarken

"Hayatta kalmak için ödediğimiz bedel bizzatihi hayatımız olur." Arthur Feldman

4 Eylül 2011 Pazar

Yaz, bayram, vs

Yaz sonu bayram tatilin son günü. Sabah erken uyandim. Rüzgar esiyordu hafif hafif. Cok sevdigim gibi... Serin bir sabah. Yaz sonu...
Yarin beni bekleyen seyler sanki benimle ilgili degilmis gibi geldi. Yarin sabah sanki bu 10 gün hiç olmamis gibi kadigim yerden devam edecegim. Hangisi benim? Íkisi de? Hiç birisi? Hem ikisi de hem de hiç birisi?

Sabah kizimla balkonda kahvalti yaptik. Sonra yeni okul defterlerini kapladik. Yaz geçti, bayram bitti... Sonbahar! Okullar açiliyor.
Bu yil istemiyorum sonbahar gelmesini... Sebebi yok.
Okullar açilacak, günler kisalacak, kapilar, pencereler kapanacak... Ístemiyorum.

Bayram tatilinde bir yere gitmedik. Daha dogrusu BIR yere gitmedik. Klasik bir ara tatil yaptik. Buralardaydik... Kizimla Karaburun'a gittik. Sevgili arkadasima. Kizinin dogumgünüydü. Kizlar coktandir görüsmemislerdi ama kaldiklari yerden devam ettiler. Ben iki gün baska bir dünyada çok güzel zaman geçirdim.
Karaburun'a daha önce her gidisimde yoldan bezip bir kere daha gitmemeye karar verirdim . Bu sefer baska birsey oldu. Yolculugu çok sevdim en basta. Çok dar, çok virajli bir yol. Eski Datça yolu gibi. Ve çok güzel! Nefis koylar, çok güzel kokular, kücücük lokantalar... Sonrasinda Karaburun'u da sevdim. Bir daha gitmek, gidip daha uzun kalmak planiyla döndüm. Kendime sasirmayi biraktim. Artik anladim, insanoglu degisiyor. Degistigini kabul etmesi degisimin kendisinden uzun sürüyor.

Arada neler oldu? Aileler ile gecirilen zamanlar, arkadaslarla balik, kahvalti, havuz basi, klasik Çesme günü, uzun zaman sonra evde aksam yemegine misafir (yemeklerde gayet basariliydim) balkon için yeni masa, sandalye, ev için masa örtüleri, arada bir dügün, uzun zamandir ilk kez evde uzun vakit geçirme, okul hazirliklari, mail temizligi...

Bir kez daha, yine Agustos'un sonunda saçlarimi degistirdim. Geçen yil kisacik kestirmistim, bu sefer rengini degistirdim.

Eylül sonunda iliskilerimde hayatimi alt üst edecek degisikler yasayacakmisim. Pek öyle iyi bir sey degil galiba. Felaket gibi yazmis Susan Miller astrology zone'da. Kacinilmazmis yani. Saglam durmaliymisim. (Elimden geleni yaparim.)
Benim hayatim zaten Eylül sonlari degisir. Demek kaderim böyle... (Kaderim degil de gezegenim mi demem lazimdi acaba?) Bir kere daha..?

Profilimdeki fotografi degistirecegim, aklimda!
Saçma sapan i, c, g hatalarini düzeltecegim, klavyeye alismaya calisiyorum, özür dilerim.
En kisa zamanda yeni bir dövme yaptirma niyetindeyim.

"Bütün anlasmalar bozulabilir, bütün sözlerin yalan oldugu ortaya çikabilir. Hiçbirsey imzalamayin, hiçbir söz vermeyin. Geçici bir uzlasma saglayin, kirilgan bir baris durumu. Sansliysaniz bes gün ya da elli yil sürebilir." Ayaklarinin Altindaki Toprak/SalmaRushdie

1 Eylül 2011 Perşembe

Normal

Diyetteyim. Yeme düzeni mühim alışkanlık. Ve ben alıştığımın dışında, yeni bir düzen peşindeyim. Yıllardır yediğim düzende devam edince, yıllardır olduğum kiloda kalamıyorum. Yanlış anlaşılmasın yediğine içtiğine çok dikkat eden biriyim. Gel gör ki, biz buna orta yaş diyoruz. Daha az ye, daha çok hareket et... Tam buna alışacağım sırada yaşlı olacağım herhalde. (Yani hep birazcık fazla kilom mu olacak?!)
Yasli, genç bütün sıfatlar bir kıyaslamaya dayanıyor. Bunların sonunda bir karar var. Her karar bir eylem içermese de. Bazen sadece karar veriyoruz. İşte burada benim için anlaması zor olan kısım başlıyor. 
Kıyaslar, kararlar, seçimler... Sıralama doğru mu acaba? "Kararlar, kıyaslar, seçimler"  ya da "seçimler, kıyaslar, kararlar" olur mu? Hangisi önce?
"Mutluluk" diyelim mesela. Mutlu muyum diye mı soruyorsunuz yoksa mutsuz muyum diye mı? Belki şöyle sormalıyım; mutlu olmak mı istiyorsunuz yoksa mutsuz olmamak yeter mı? Peki ya sevdikleriniz? Onları mutlu etmek mi yoksa mutsuz etmemek mi? Başarmak için midir çabamiz, başarısız olmamak için mi? Şöyle kurun cümleleri, sadece kendiniz için. Mutluyum mu diyorsunuz, mutsuz degilim mi? Mutsuz değilsem eğer bu mutluyum demek mi? Şişman değilsem, zayıf mıyım? Fakir değilsem, zengin miyim? Canım iki uçtan biri olmak zorunda değil ki bir de normal var mı diyorsunuz? Var, di mi? İşte ben de onu diyorum! Nasıl anlarız durumumuzun normal olduğunu? Kime, neye, nereye bakarız? Kendi mutluluğumuzu anlamak için mesela? Mutlu olanlara mı? Mutsuz olmayanlara mı? Yoksa toptan mutsuzlara mı? Ne zaman halimiz bize normal gelmemeye başlar? Başlar mı? Sürekli mutluluk, sürekli mutsuzluk olamayacağı halde sürekli normallik olur mu? Ne yani, olamaz mı?
"Etrafla değil, ben kıyaslamayı  kendimle yaparım" diyenlerimiz olacaktır.  Ben zaten onları arıyorum. O zaman bir küçük sorumuz daha var:  Hayallerinin peşinden giden misiniz  yoksa hayalkırıklığindan sakınan mı ? Hayallerini izleyenlerin normaliyle hayalkırıklığından kaçanların normali aynı mıdır?
Peki, normal normal yaşayıp giderken bize birden bire ne olur?
İki uçtan birini değil, orta yolu bulmanın en doğrusu olduğuna inandırilmış biz "normalseverler"denseniz cevabı bilirsiniz. Ama yüksek sesle söyleyebilir misiniz bilmem. Normal diye birşey yoktur. Razı olma vardır, vazgeçme vardır, "korkuyorum" vardır, "böylesi daha kolay" vardır. Siz isterseniz bunları  "bilmiyorum, ben böyleyim, tercih etmiyorum" diye de ifade edebilirsiniz. Biz birbirimizi nerede olsa tanır,
 ne demek istediğimizi anlarız. Ne de olsa " Normalsever" olmak, halden anlamayı gerektirir.
Ortada normal diye birşey olmadığına, hayatımızın anlardan ibaret olduğuna kim, neden inansın ki zaten?

"Insanoglunun hersey icin akla yatkin bir aciklama bulma yetenegi gercekten cok sasirticidir. Bu sayede kendi gozlerimizle gordugumuz seylere dahi inanmayabiliriz." Ayaklarinin Altindaki Toprak/Salman Rushdie

Kimse en guzel ask romani konusunda fikrini soylemedi!
Eylul geldi. Kizimin dogum gunu, okullarin acilmasi
Bayramdayiz! Yazin, denizin, tatilin son gunleri... Nasil gecti kismi sonra... Belki...

19 Ağustos 2011 Cuma

Gecince

 
 
Kocam 6 haftalığına İngiltere’ye gitmeyi planlıyor. Bu arada hem schengen hem İngiletere vizesi alıyor, çünkü hafta sonları da gezmek istiyor. Bu planının sebebi bir dil okulu olsa da bir neden de hayatı boyunca bunu yapmak istemesi. Ama üniversiteyi bitirdiğinde mesela, böyle bir isteği dile bile getirmedi. Bunu çılgınlık kabul edip hemen çalışmaya başladı ve apar topar evlendik (yani olgun davrandık.)
Bu yas herhalde, hepimiz hayatimiza bakiyor, yeniden başlıyor, yalpalıyor, düşüyor, üzülüyor, seviniyor, deniyoruz... Ben hep kafamda bitmez sorular, “keşke”ler, “iyi ki”ler kendime dövmeler yaptırıyorum vs. Hepimizde içten içe “şimdi bu yaptığım bana yakışıyor mu” diye endişeleniyor, utanıyor, toparlanmaya çalışıyor ama beceremiyoruz. Olmuyor... Bildigini okuma, hayatı deneme, kendini deneme, kendi sinirlarini tanima, yanlışlar yapma, pişman olma, çok mutlu olma, çok deli olma zamanlarını çok tedbirli, büyümüş gibi geçmişiz. Payımıza düşen hata, pişmanlık, mutluluk, üzüntü, deneme, yanılmayı atladık. Ama hayat sırayı bozanı affetmiyor. Her basamağı illaki çıkıyorsun. Eğer atladıysan, geri dönüyorsun. Ama bu sefer her bir adımın ağır, çünkü sırtında kendinden başkalarının hayatından parçaları da taşıyor oluyorsun… Alışkanlıklar ennn güçlü ikna edici, en ağır yük. Yorulsan da birakamiyorsun.
 
Geçen akşam çıkıp kızıma aldığım kolyeyi değiştirmeye gittim. Bir bileziği çok beğendim ama almadım. Bin pişmanım! Bana olan, yakışan bilezik çok az bulunur. Bulmuşken al, di mi? Neyse, Remzi’de oyalandım. Güllaç aldım derken yazlığa gittiğimde saat 20:30 olmuştu! Nasıl soğuktu!!! Bizimkiler eve girmiş, televizyon açmış? Yazlık gibi değil. Kış gibi. Duştan çıkınca titredim.
 
Zeynep tüm akşam dışarıdaydı! Eve geldim, yok. Tuana’larla pideciye gitmiş!!! Sonra uğradı, hızlıca sarıldık, öpüştük. “Benim hemen gitmem lazım, seni görmeye geldim” dedi. “Nereye?” dedim. “Arkadaşlarla sahildeyiz” dedi!!! Beyaz mini bir kot etek, mercan rengi bir askılı tişört, parmak arası terlikler… “Annecim hava buzzz gibi” dedim. “Haklısın” dedi, yukarıdan beyaz, dantel, kısacık ceketini (!) aldı, beni dudaklarımdan öpüp gitti. Yutkundum ama itiraz etmedim.
Saat 11 gibi seslendi. Ön balkonun ışıklarını yakmamızı istedi. Yaktık. 4 kişi (2 kız, 2 erkek) gelip şişe çevirmece oynadılar!
Kocam oyunu görünce inanamadı. Ne konuştuklarını merak etti. Konunun bizi hiç ilgilendirmediğine zor ikna ettim. Kızım dudaklarda parlatıcı, ayaklarda taşlı parmak arası terliklerle minik bir teenager edasında kahkahalarla şişe çevirmece oynadı.
Kızımın dünya tatlısı kuzeni, benim ennn genç arkadaşım olan Mügü’yle konuşulanları tahmin etmece oynadık.
 
Benim gerçekten teenager (15-16) olduğum yaşlardaki zincirin tekrarını kızımda görünce yaşlanmakta olduğumu, keyifle,  kabul ettim. Arkadaşlarla pideciye gitme, sahilde oturma, bir evin balkonunda şişe çevirmece…
 
Sonra eve geldi. Gecelik niyetine giydiği uzun tişörtü giydi. Kanepeye uzandı, bacaklarını üzerime uzattı. Küçük ellerinde nesquick kutusu, ayakları avucumda yine benim bebek kızım oldu.
 
Gecen Pazar sabah eve döndük.

Yaz? Geçiyor…
 
 
“İnsanlar mı? Şimdi nerdedirler, kim bilir? Rüzgar gezdiriyor onları. Kökleri yok zavallıların. Bu yüzden de çok eziyet çekiyorlar” Küçük Prens
 
 Dergi: psikeART (Temmuz Ağustos sayısının konusu Ask acısı)
Kitap: Ayaklarının Altındaki Toprak/Salman Rushdi
sergi: Steve Mc Curry/İstanbul Modern
 

6 Ağustos 2011 Cumartesi

arada bir "yaz"ı

"Çalışmamak düşüncelerin yoğunlaşmasına ortam hazırlar, düşünceler ise tehlikeli olabilir; yalnız yaşayanlar bunu anlayacaktır." Paul Auster/Brooklyn Çılgınlıkları

Yazlık dönemi bitmedi henüz. Bugün bahçede tesadüfen dahil olduğum bir internet bağlantısıyla yazıyorum. Tesadüf!
Hayatımızın sahibi ve yöneticisi olduğumuz hayalini bozuveren şey.

İki gündür tatil yapıyorum. Yazlığın son haftasına girdik. Ağustos'la beraber rüzgar arttı. Üstüne bir de ramazan olunca sahil iyice boşaldı. Deniz, sahil, mehtap, yıldızlar benim. Bu yıl korkuğum gibi geçmiyor yazın yazlık fazı. Bu sefer evi sevdim en önce. Geçen yılki evle kıyaslanamayacak kadar "ev" gibi. Bir düzen kurar gibi olunca, göğsümün üzerindeki ağırlık hafifliyor. Dört duvar ve onun içinde tanıdık, ezberlenmiş bir düzene muhtacım ben. Aksi takdirde dünya birleşmiş, bana karşıymış gibi hissediyorum. Öyle bir tehdit. Öyle bir öfke. Bu sefer yok denecek kadar az. Yol da zor gelmiyor, belki bu yüzden.
Başkasının evinde yaşamak tuhaf bir duygu. Başka insanların hayatına dahil oluveriyorsun. Tabakları, masaları, evdeki süsler, biblolar, fotoğraflar... Hiç tanımadığın insanların yataklarında uyuyorsun. Bir mahremiyeti paylaşıyorsun.
Her akşam denize giriyorum. Yorgunluktan ölsem de, gün batıyor olsa da. Misafir kısmını de atlattık galiba. Son haftaya geldik.

Dün, tatlı kızımın sınıf arkadaşlarının benim de arkadaşım olan anneleriyle buluştuk. Yine tesadüfen bir araya geldik. Keyifle oturduk. Ben tesadüfen tatildeydim, Arzu tesadüfen Türkiye'deydi... Sonra kızımla Şirinler'i seyretmeye gittik, sinemeya. İkimize de arkadaşlar, şehir, sinema, alışveriş merkezi iyi geldi. Akşam zifiri karanlık yolda, sohbet edip, şarkı söyleyerek döndük.

Artık tatilde değil, hafta sonundayım. (Ömrü çalışarak geçenler farkı anlar:))
Eve dönüşle beraber yazın sonuna geliyoruz.

Yazacağım şeyler birikmişti aklımda. Olmadı. Ne kimseyle konuşmak ne de uzun uzun yazmak gelmiyor içimden. Söylenmeyenler böylece kendiliğinden yok olur mu?

Enn güzel aşk romanını düşünüyorum son günlerde. Hangisi acaba? Kolera Günlerinde Aşk mı, Madam Bovary mi, Anna Karanina mı? Binbir Gece Masalları mı? Bilemedim.
Siz ne dersiniz?

"Şehrazad, sonsuz sayıdaki, birbirini izleyen hikayeleri bitirmeye çalışır, ama bunu bir türlü başaramaz; çünkü temelinde bütün hikayeler tek bir hikayedir." Kaf Muamması/Alberto Mussa

11 Temmuz 2011 Pazartesi

birşey, herşey

Bir süre yazmayacağım. (Bunun kime, ne etkisi olur bilmiyorum.)
Yine yeni bir yazlık dönemindeyiz. Cumartesi taşınıyoruz. (Bkn. Geçen yılın yazlık yazıları.)

Hayat rutinlerden, tekrarlardan oluşan bir ezber olunca duygular da öngörülebilir oluyor. Sürprizsiz ve elbette risksiz.

Sonra ufacık birşey oluyor, aniden. Birşey değişiyor sonra herşey değişiyor.

Çok şey değişti bir yılda. Ben herşeyin aynı görünürken başkalaştığı, bambaşka oldu sanırken aynı kaldığı bir başka yazdayım.

Yaz geçer
Yaz, geçer
Yaz


"İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez." Küçük Prens/Antoine De Saint Exupery

26 Haziran 2011 Pazar

Şimdi

Okullar kapandı. Yaz resmen başladı. Okulların kapanmasını beklemiş belli ki, hava da ısındı. Deniz, güneş, terlik zamanı!
Ben değil ama evdekiler açmışlardı sezonu. Ben dün Çeşme’ye giderek önce deniz, sonra kumruyla yaz açılışını yaptım. Deniz nefisti. Tüm günü denizi seyrederek geçirdim. En sevdiğim şey…

Okulun son haftası yersiz bir gerilimle geçti. Henüz ilkokul çağlarında olan tatlı kızımın ödevleri konusunda öğretmenden aldığım küçük uyarı evde bir bomba etkisi yaptı! Gözümü korkuttu yaşadıklarım. Dertsiz bir çocuğa annelik ne kolaymış! Anlatsam, “bu mudur?” denecek bir pürüzde tökezleyip, darmadağın oldum. Daha yolun çok başında, yoruldum.
Son haftalarda kendini tatil havasına kaptıran kızım ödevlerini uyduruk yapar olmuş. Öğretmenin uyarısı sonrası takiplerimizde “gerektiği kadar” özen göstermemesi nedeniyle yaşadıklarımızı gören, kızım okulu bıraktı, mahallenin manavına kaçtı sanabilirdi.

Şimdiki zamana ait bir sorunu büyütüp, bütün geleceğe yansıtıp, yenilmez bir canavar yaratan sonra da karşısında çaresiz kalan yaklaşımıma baktım uzaktan. “Ödevlerini ihmal etmesi değil benim derdim, ya böyle kısa yolları tercih eder ömrü boyunca sahtekarlıklar yaparsa, sorumluluklarını göz ardı ederse, ya tüm hayatta başarısız olursa…”
Tepkimizi ve korkumuzu kontrol edemeyeceğimiz kadar büyüten bu algımızdaki zaman hatası, değil mi?
Problem şimdi zamana ait ve aslında basit. Ama biz onu tüm geleceği karartacak bir gösterge olarak algılıyoruz. Tüm kaygılarımız gömdüğümüz çukurdan çıkıp üzerimize geliyor! Bu basit problemi çözecek yaklaşıma değil de tüm geleceği kurtarma garantisi olan doğruya ulaşmaya uğraşıyoruz. Hal böyle olunca hiç bir çözüm yeterince doğru gelmiyor. Malum, geleceği garantileyecek kudret biz fanilere verilmemiş. Ama inatla bu gücümüz varmış gibi düşünüp, evlatlarımızın hayatını kurtarmaya odaklıyız. Onların tek ihtiyacı ise şimdiki zamanda dertlerine bir yardım edilivermesi… Gelecek bizim farkında olduğumuz ve kendimizce ennn doğru kararları vermek için kendimizi parçalayarak çözdüğümüz problemlerden, aldığımız önlemlerden, yaptığımız seçimlerden çok hayatın getirdikleri, spontan anlardan kurulu olacak. Şimdi yaşananı böyle tüm yaşama genişleterek asıl problemden uzaklaşıyoruz. Kendimize de etrafımıza da hayatı zorlaştırıyoruz. Asıl problem de küçücük kalıyor, odak olmaktan çıkıyor. Gel gelelim bunları salim akılla bilsek de, içimize sinmiyor. Ego büyük şey! İnsan yaşamı, geleceği üzerinde kendi etkisini ille de çok önemsiyor.

Bu zaman algısını çarpıtmaya “yetişkin” olmak diyor, bunu marifet biliyoruz. Çocuk olmak, olan biteni geçmişe, geleceğe yaymadan “an” içinde yaşamak demek. O yüzden hep cıvıl cıvıllar. O yüzden ufacık bir şey için ağlamaları, üzülmeleri, sevinmeleri. O yüzden hemen geçiveriyor öfkeleri, üzüntüleri, bacaklarındaki yaranın acısı, … Onlara yaşamın “an”lardan daha fazla bir şey olduğunu belletmeye çalışıp büyütürken, “içimizdeki çocuğu” bulmak ve korumak için bütün çabamız.

Bir de hayallerimiz var... Basit, küçücük, çok insanca, çok masum hayaller… Başarılı olsunlar, dürüst olsunlar, mutlu olsunlar, doğrularımızı benimsesinler, anlasınlar bizi… “Fazla bir şey istemiyorum ki” diyoruz. Sonra bu “küçük” hayaller kırılınca nasıl da zorlanıyoruz. Sorumluluklarımız hayallerimizle karışıyor… Korkular, endişeler, öfkeler büyüyor…

İşin içine evlat girince tüm duygular çok büyük! Aşk gibi. İnsan anne-baba olunca faniliği kabullenmek daha da zor oluyor!

Bir ömür önce anne babanın hayallerine ihanet etmemeye çalışmakla, sonra kendi hayallerin için çok geç kaldığını fark etmekle daha sonra kendin için değil evladın için kurduğun hayalleri yaşatmaya uğraşmakla geçiyor. Hep bir borç/alacak ilişkisi.

Kendi hayallerimden vazgeçtiğimi fark edeli çok oldu. Başkalarının hayallerine sadakat göstermekten çok yorulduğum oluyor. Anne, eş, evlat, kardeş, arkadaş, yönetici, işveren, iş alan olmadığım bir paralel evren hayal ediyorum şimdi. Kimsenin hiç bir şeyi olmadığım, deniz kıyısında, aydınlık, serin bir yerdeyim. Neredeyse boş, beyaz bir ev… Evin içinde hafif bir rüzgar. Gözlerimi kapatıp orada olmayı dilediğimde gidebildiğim ve istediğim kadar kalabildiğim bir yer. Gözlerimi açtığımda buraya döneyim, sadece 1 saniye geçmiş olsun. Kimse onların hayallerini terk edip kendiminkine gittiğimi bilmesin…

"İnsanoğlu için açgözlü denmiştir her zaman. Elindekiyle yetinmeyip hep daha fazlasını istediği söylenir. Bunlar küçümseme dolu, eleştri niteliğinde söylenmiş sözlerdir. Oysa istemek insanın en büyük yeteneklerinden biridir ve onu, bulduğuyla yetinen hayvan türlerinden üstün kılar." İnci/John Steinback

12 Haziran 2011 Pazar

İnanmak istediğim mucizeler

Blog fotoğrafımı yenileyeyim. Bir sonbahar resmi hiç değil istediğim. Ne olduğunu bilmiyorum. Blogu açınca o fotoğrafın bana hissettirdiği duygudan uzak olduğumu fark ettim.

Bugün genel seçim var. Televizyon açık. Seçim yasakları bitsin diye bekleniyor. Henüz havanda su dövme aşamasında konuşmalar. Dünya görüşü düpedüz ortada birisi olarak benim aklımın bir tahmini var, bir de inanmak istediğim küçük mucizeler.

Hayatımın özeti bu zaten. Aklımın bildiklerinden kaçarak, inanmak istediğim mucizeleri beklemek...
Ama inandıklarıma da bir türlü güvenmiyorum. Aklımdan kaçıp, hayallerime de arka çıkmayınca kimsesiz kalıyorum. Aklımda, gönlümde sahip çıkmıyor bana. İşte o zaman darmadağın oluyorum. Sığınacak yer bulamıyorum. Bütün korkularım geri geliyor.
Ne "korkacak ne var" akıl çağrısı işe yarıyor, ne "herşey güzel olacak" tesellisi...
Berbat hissediyorum. Daha önce böyle berbat hissettiğim tüm zamanları tek tek hatırlıyorum. Hatırlayamadığım kadar eski anılardan başlayarak...

Ömürlük olunca hissettiklerim bir ömrü sorgulayasım geliyor. Elbette hesabın sonu eksi. Neresinden baksan, toptan kaybetmişsin. Daha fenası vazgeçmiş olduğunu bilmektir. Vazgeçmişsen zaten artısı, eksisi birdir. Kendini sevmeyi değil de korumayı öğrenmiş tüm çocuklar gibi...

Bu hafta okulun son haftası. Karne alacak kızım ve yaz tatiline başlayacağız.
Önümüzdeki haftasonu Nar taneleri projesi kapsamında eğitimde olacağım.

Tek satır okumuyorum iki haftadır. Okuyasım yok. Kadın dergisi sevenlere bu ayki Harpeer's Bazaar tavsiye edeceğim. Çünkü nefis bir Hamdi Koç yazısı ve Murathan Mungan ropörtajı var.

"...
Korkuları yenebilmek
Sana ne diyeceğim biliyor musun? Anladım ben bütün o masallarda neden canavarları öldüren bir garibana verdiklerini prensesleri. Çünkü ancak korkuları öldürenler hak ediyor o güzel kızları, kraliyet sofralarını, o sonsuz şölenleri. Ancak canavarları öldürenler ispatlıyor insanlara yeniden, korkuların yenilebileceğini.
" Ece Temelkuran/Canavarlar

5 Haziran 2011 Pazar

Bilmek

Okul sonu aktiviteleri damgasını vurdu geçtiğimiz haftaya. Önce müzik gecesine, ertesi akşam da dans gecesine gittik. Kızımızın her iki gecede de rolü vardı.
Müzik gecesiyle başlayalım: Müzik, dans ya da ne olduğunun önemi yok aslında, sahnede bir performans göstermek ne kadar zor şey! Her sahneye çıkan çocukta bunu hissettim. Müzik aletini çalmak, bir performans ortaya koymak ne zor!
Müzik gecesinin yıldızları rock gruplarıydı. Önce ilköğretim rock grubu çıktı sahneye. Nefis sesiyle bir Şebnem Ferah şarkısı söyledi solist kızımız. Baterist, elektro gitarist, bascı başarılıydı. Ama henüz çok başındaydılar işin. Bir heyecan, bir heyecan...
Baterist bagetleri elinde çevirse de, solist kızımız bir kez bile başını kaldırıp seyirciye bak(a)madı heyecandan. Derkeeeen sahneye lise rock grubu çıktı.
Sahneye de enstrümanlara da hakimiyeti artmış genç adamlar çıktı. Bir de özgüveni fazlasıyla yerinde bir solist. Gerçekten çok başarılıydılar. Bize de bir jest yapıp Bon Jovi çaldılar. (Malum onlar için anne-babalarının neslinden bir grup:))
Sahnedeki o özgüvenli hallerine bayıldım! Henüz yüzler sivilceli, saçlar şeklini bulmamış, pantalonun üzerinde duran salaş siyah tişört "cool" olmaktan çok sakil dursa da sahne onlara çok yakışmıştı.
Sahne gerçekten seksi bir şey diye aklımdan geçirdim.

Ertesi gün dans gecesiydi. Her sınıftan çocuk vardı. İlkokul 1. sınıflar da vardı, liseliler de. Anadolu Ateşi tadındaki gösteride kızlar lise öğrencisiydi. Liseli kızlar yaşıtları olan oğlanlardan başka bir görünümdeler. Sivilceler falan yok, varsa da belli değil. Saçlar fönlü, makyaj yapılmış. Kızlarda hiç birşey sakil durmamış. Onlar gencecik, güzel kadınlar olmuşlar. Anladım ki liseli bir oğlanın liseli bir kız karşısında şansı yok denecek kadar az! Kızlar hızlı "oluyor"lar.
Gecenin sürprizi bir gece önce lise rock grubunun solisti olan çocuğun dans grubunda dansçı olması, solo zeybek oynamasıydı. Yine çok başarılıydı. Sahne ona her şekilde yakışıyor, belli.

İlkokuldan liseye neredeyse sahneye her çıkan çocuk parande attı. Hayretle seyrettik vallahi. Bizim çocukluğumuzda bir ortopedik engel mi vardı acaba? Parende dediğini öyle herkes atamazdı. Bunların hepsi attı.

Ennn çok öğretmenlere hayran oldum. Müzik öğretmeni dediğin blok flüt çalmayı öğretir, beden eğitimi öğretmeni de sağa sola dönmeyi sanırdım. Meğer öyle değilmiş. Emeklerine, çabalarına hayran oldum. Bayıldım! Öğretmenlere ba yıl dım.

Tabii hepsi üst üste olunca hafta koşturmakla geçti. Ev, iş, toplantılar, okul, kızın kuaförü, annemin alınması, evin organizasyonu,... Sevmiyorum bu "şapka" lafını ama bir kadınsan öyle çok şapkan var ki! Bazen hepsini üst üste takmak ya da takıp takıp çıkarmak kolay olmuyor. Ya da kim bilir, belki de benim kapasitem dar.

Üstüne geçen hafta hem iş hem de tüm yaşamım hakkında bir başka kritik kararın haftasıydı. O da geçti. İstediğim gibi bir karar verdim. İçim rahat. Huzursuzdum. Rahatladım...

Dostlar, arkadaşlar, eş, aile, çocuk, gerçek bir duyguyla bağlı olduğumuz insanlar... "Birini tanımak ama tam anlamıyla tanımak iyi bir şey mi?" diye düşünür oldum.
Tanımak değil tam anlamıyla söylemek istediğim, bilmek belki. Hani sabah olunca güneşin doğacağını bilmek, şimşekten sonra gök gürleyeceğini bilmek gibi. Öyle apaçık, mutlak bir bilgiyle bilmek. Bilmek, böyle apaçık, buz gibi yine de insanı hayalkırıklığından alıkoyamıyor. İnsan aklıyla bildiğini gönlüyle kolay kabul etmiyor ya bazen... Umut var bizi bildiğimizi bilmez yapan. İmkansızı istemenin adı olan umut...
Bildiğine inanmaz, inandığına güvenir yapıyor insanı.

Benim böyle bildiğim insanlar var. Apaçık bildiğim. Bilmek için değil, sadece mutlak bir ilgiyle izlediğim için öğrendiğim. Bazen kendisinden bile iyi bildiğim insanlar var. Düşünüyorum, bilmese miydim?.. Bilmesem daha az sever miydim? Daha az düşünür, üzülür müydüm? İnsanın kendini bildiğinden sakınması zor!

Varsa dünyaya bir daha gelme alternatifi, dertsiz tasasız, mümkünse duyarsız bir erkek olmak istiyorum. İnsan hayatının anlamı bir ömürde biriktirdiği anılar, anlatacağı bir hikaye olması olsa da; hikayelerin de, anıların da, duyguların da bedeli var.
Sonunda tüm bedellerden azade, hikayesi olmayan, kopya, siyah/beyaz hayatlar mümkün. Üstelik sonunda bedeller başkalarına kalıyor. Farkında bile olmuyorlar çoğu zaman. Fark ettikleri şeyler varsa da küçücük, üstelik daima haklı nedenleri var.

Yoook yok. Öfkeli ya da yorgun hissettiğimde içimden bunları geçirsem de aslında 1 değil 1000 hayat daha yaşasam da ben anne olmak için kadın olacağım. Biliyorum. Bilmenin bedeline rağmen!

Dün çok güzel bir düğündeydik. Çeşme'de, deniz kenarında, çok hoş bir ortamda, çok güzel düzenlenmiş bir düğündü. Her şey, herkes güzeldi, özenliydi. Yemekler nefisti. Müzik çok eğlenceliydi. Erkekler smokinli, bayanlar tuvaletli... Kızım ve ben de giydik tuvaletlerimizi. Kocam da çok şıktı. Sahnede standart düğün formatı dışında kalitede bir müzik olunca standart dışı kalitede sahne performansı gösterebilecekler sahneye çıktı! Hayranlıkla izledik. Bu ara çok sık karşılaştım bu sahne ortamıyla! Sahne ışığı diye birşey var gerçekten. Şirket içi sosyal pozisyonlar yeniden yapılandı. Sosyal alanda konumlar belirginleşti. Keyifli bir geceydi.

Yarın hayatımızda önemli bir gün. Kocam 40 yaşını dolduruyor! Her daim fit ve yakışıklı olan kocamı bilenler 40'ın anlamını daha iyi anlayacaklardır. Heyecanlıyız.

Kader diye bir şey var vallahi blogger'lar. Benim çocukluğum boyunca hayatımda terör estiren bir babaannem vardı. Beni tanıyanlar babaannemi gayet iyi bilirler. Babaannem ne yatarken ne de sabah kalktığında beni rahat bırakmazdı. Mutlaka ben de onunla eş zamanlı yatmalı ve kalkmalıydım. Sinirden çıldırırdım. Yıllar geçti, babaannemin yerini kızım aldı, iyi mi? Yatması bir olay. "Anne sen ne zaman yatacaksın?" sorusu kabusum. Sabahları da mutlaka benimle bir uyanmalı. Yok anladım ben, Kaderi var insanın. Kaçış yok.

Sezen'in yeni albümünü almayanları kınıyorum. Esefle! Albüm çoktaaan çıktı.
Arada bir Ajda Pekkan konserine bilet aldım ama gidemedim. Pişmanım! Bir dahaki sefere!

"Sana bakıyorum ve uykuya dalmış bir aşk görüyorum. Düşünüyorum. Niye hiç kimse sana aşkını nasıl söyleyeceğini anlatmamaış ki?" Nicholas Christopher

K Dergisi-Her hafta mutlaka!
X Man-First Class-Güzel bir bilimkurgu. Nefis bir sorgulama. Kimseye benzememenin bedeli.

Hadi bakalım, belki umduğundan iyi geçer yaz!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Kestirme Yollar

Geçtiğimiz hafta bugün döndük Fas'tan. Bir önceki hafta Diyarbakır'la başlamıştı. O'nu sindiremeden Fas'a gittik. Pazar gece yarısı dönüşümüzün üzerine soluksuz bir iş haftası. Geçen hafta dünya işlerinin bana zor geldiği haftalardandı.

Bugün Fas'ta her gün kısa kısa tuttuğum notlardan yazacağım. Başka şeylere bugün
çok yer yok. Kendimi düşününce hissettiğim bir ağırlık. O yüzden yazmayacağım. Bu orta yaş bana "ağır" geldi.

19/05/2011
Yorgunluktan tükenmiş halde, otelde, yatağımdayım. Motorsikletli, bisikletli kadınların, terliklerin, çarıkların, güllerin, zeytin ve portakal ağaçlarının, mini eteklerle cellabaların, karmaşanın, kalabalığın en güzelinde, Magrip'in kırmızı şehrindeyim. Marakeş!
Başka bir dünya, başka bir zaman, Alaaddin'in sihirli lambasındaki sokaklar, kapılar... Türlü kokular... Gördüğüm şehirlerin en etkileyicisindeyim.
Pazarlıklar, taksiler, sokaklar, meydanlar, yemekler, otel sonra... Birbirine hiç benzemeyen çehreleriyle Kazablanka, bir güneş batışı okyanus kıyısında uzuuuun yürüyüş, berberi satıcılar, yılanlar, çok şekerli naneli çayla, ellerdeki desen desen kınalar daha sonra... Şimdi uyku vakti.

20/05/2011
Otelde havuzbaşındayım. Havuzbaşları dünyanın her yerinde aynı galiba. Geç bir saat havuz için. Kızımı "tatil" deyince heyecanlandıran şey henüz havuz, deniz... Marakeş o'nu beni heyecanlandırdığı kadar heyecanlandırmıyor.
Köylerden, kasabalardan geçerek okyanus kıyısında bir başka şehre, Essaoura'ya gittik. Tipik bir deniz kıyısı şehri. Beyaz binalar, mavi pencereler.
Okyanus kıyısı dalgalarıyla her türden sörf yapana dost. Sahil bizleri at ya da deveyle gezdirmek isteyenlerle dolu. Çoook geniş ve uzun kumsalda pisliğe basmadan yürümek için dikkat şart! Ayakkabılarımızı çıkarıyor, Kazablanka'dan sonra bir kez daha okyanus kıyısında yürüyoruz uzun uzun. Kazablanka'dan farklı olarak sahilde futbol oynayan gençler yok. Kararlı bir rüzgar, daha kararlı deve sürücüleri...
Marakeş'ten sonra sönük bir kıyı kasabası. Turistik olmaya hazırlanamadan turistik olmuş.
...

20/05/2011

Fas yemekleri tatlı. Tatlı ve kimyonlu. Ana yemekler çoğunla bir güveç olan tajin içinde geliyor. Tatlı meyvelerle pişirilmiş etler. Soğuk mezelerde tatlı domates püresi, ballı bademli patlıcan kızarması, şerbetli salatalık rendesi bizim için kolay alışılabilir tatlar değil. İnce bulgurdan sebzelerle pişirilen pilav mutlaka geliyor. Ona kuskus diyorlar. Zeytinler her yemekten önce var. Onlar da kimyonlu. Marakeş gül bahçeleri ve zeytin ağaçları içinde. Marakeşten çıkınca güller bitiyor. Zeytinler azalıyor. Şehrin kıyılarında küçük bakkallar, taburelerde oturup sırtını duvara vererek etrafı seyreden cellabalı erkekler. Cellaba bol bir elbise. Erkekler de giyiyor. Evler mutlaka pancurlu. Kimi evlerde pancura rağmen demir kafesler de var. Çok şık apartmanlar, Zara'lar, Mango'lar olan bir Marakeş'ten, sıra sıra demirci dükkanları, küçücük bakkallar, ekmek satan dükkanlar, fakir insanlarla dolu bir başka Marakeşe'e geçiş oluveriyor.
Köylerde evler yüksek bir duvarın arkadında. Eski sokakalarda evler kapıların açıldığı riyad'ların gerisinde. O riyad'lara açılan kapılar duvar boyunca sıra sıra.
Takım elbiseler, kravatlar Kazablanka'da kaldı. Şehrin "şık" kısmında kafelerde ise beyaz gömlekler, topuklu ayakkabılar, şık kotlar.

21/05/2011
Bu Avrupa'lılar tatil işini de ciddiye alıyor. Akşam otelde hepsinde şık kıyafeter, topuklu ayakkabılar, havuz kenarında tüm detaylar. Ben her tatilde olduğu gibi sadece 3 pantalon ve spor ayakkabılarlayım.

Bugün bahçeleri gezdik. Manera Bahçeleri denen yer büyük bir zeytinlik. Diğer bahçe ise Majorella bahçeleri. Bir Fransız ressamın özel bahçesiyken halka açılmış. Şık bir semtte botanik bir cennet. İnsan evinin bahçesini niye böyle bir ormana dönüştürür?

Bu akşam çok güzel bir sürprizle karşılaştım. Fas'taki arkadaşım Dalila ve eşi bizimle yemeğe gitmek için 600 km yoldan gelmişler! Otel lobisinde onları görmek, atlarla yapılan şovu seyrederken, dünyanın bir ucunda yanında arkadaşlar olması bana kendimi mutlu hissettirdi.

22/05/2011
Dönüş uçağındayız. Fas tatilim boyunca yorgunluktan canım çıkmış bir halde uyuyakaldığım her gece öyle karman çorman rüyalar gördüm ki! Babam, hatta babaannem...

Bir daha Marakeş'e gelir miyim?


Bu hafta kızın okulunda hem Salı hem Çarşamba akşamı etkinliklere yetişmem lazım. Hava ısındı. Nihayet yaz giysilerine kavuştuk.
Şairin Roman'nı bitirdim. Dönüp dönüp okunacak onlarca satırla...
Fas'a gitmeden Ece Temelkuran'nin de yeni kitabı çıkmıştı. İkisi bir arada benim için bulunmaz birşey oldu!

Kitap: İkinci Yarısı/Ece Temelkuran (Mutlaka!!!)

Hiç sevmezdim, bira sever, içer oldum. Bir de gözyaşlarım. Sıklaştılar!

"İnsan hayatı hayal ile hakikat arasında kestirme yollar aramakla geçiyor." Murathan Mungan/Şairin Romanı

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Uykumun yarısı kayıp

Dün uzun uzun yazdığım yazımı yayınlayamadığımı fark ettim de kaydedemediğime ihtimal vermemiştim. Meğer edememişim. Tahmin ettiğimden daha çok üzüldüm! Bir başka tahmin edemediğim şey daha oldu. Ne hakkında yazdığımı unuttum!

Bir varmış, bir yokmuş
Gece yarısı uykuyu kaybedip bulamamak zormuş

Yeni değil bu derdim. Gecenin üçünde, bilemedin dördünde uyanıyorum. Sonra uyu, uyuyabilirsen. Daha kötüsü aklıma üşüşüveren felaket senaryoları. Olmayacak kazalar, hastalıklar... Kızıma öğrettiğim kötü düşünceleri kovma büyülerinden; hepsini bir kasaya kilitleyip okyanusa atma, bir kuyuya bırakma, bir çukur içinde hepsini ateşe atma yöntemleriyle uğraşmaktan herhalde yorgun düşüp uyuyakalıyorum. Ya saat sesiyle uyanıyorum ya da başka bir alem olan rüyalar başlıyor. Rüya görülür ya, benimkiler görülüyor, duyuluyor, kokuyor, hissediliyor. (Nevrotik blog yazarının rüyalarına kadar geldik çok şükür.)

Anneler günüydü dün. Kızımın mektupları, resimleri, yazıları, hediyesi. Asıl olan kendisi!

Annelik işini çok sevdim ben. Bu her an aşık olma haline bayılıyorum. Rollerim içinde beni en mutlu edeni! Beni bu aşk mutlu ediyor. Galiba insanı bir tek aşk mutlu ediyor.

Erken başlangıçlar var hayatımda. Ben küçücükten beri...Ya da ben planla(ya)madan başıma gelenler... Buna rağmen çok şanslıyım ben. Hep öyle oldum. Olan ve olmayan şeylerin hepsi benim koruyan bir meleğin işleridir. Bunu hep bilirim. Bazen meleğim beni terk etti zannetsem de, sonra anlarım. O beni hiç terk etmez.
Peki, şimdi niye korkuyorum yeni başlangıçlardan? Artık büyüdüm mü? Akıllandım mı? Yoksa yaşlandım mı?

Bugün öğle yemeği dönüşü sokakta dondurma yiyerek okuldan dönen çocuklar gördüm. Birden bu görüntü içimi mutlulukla doldurdu. Sevinçle!

Mutluluk böyle bir şey. Ayrıntılarla geliveren. Her ne zaman karşılaşırsam karşılaşayım içimi mutlulukla dolduruveren küçücük şeyler var... Baharda hırkalar, ceketler ellerinde dondurma yiyerek aheste aheste okuldan dönen çocuklar, kapı önünde şakacıktan kavga edip, oynayan kediler, uykudan uyanınca "aaaaannneeee" diye seslenen kızımın sesini duymak, yazın sabahın ennn erken saatinde uykuyu bölen pata pata pata motor sesleri, öğleden sonra öten cıcır böcekleri, evde kek kokusu, posta kutusunda gerçek bir mektup bulmak, "benim" diyen arkadaşın telefonu...

"Anlamaya çalışmaktan vazgeçmeden yaşamı kabullenmek; belki de asıl başarılması gereken budur." Şairin Romanı/Murathan Mungan

Film: Yok bu ara. Dexter'ın yeni sezonu ve her zaman Desperate Housewives.

1 Mayıs 2011 Pazar

Gündem

Bugün 1 Mayıs. Kızımın okulunda "Bahar Festivali", meydanlarda İşçi Bayramı, gazetelerde "Kraliyet Düğünü", sokaklarda seçim bayrakları.

Birbirine çok benzeyen gündemlerle yaşanan yaşlar vardır. Çocukluk böyle galiba. Kızıma bakıyorum: Tüm sınıf hatta tüm okulda aynı şey popüler. Sticker heyecanı başlıyor mesela. Bir salgın gibi. Tüm kırtasiyelerde sticker topluyoruz. Albümler alınıyor, stickerlar yapıştırılıyor. Her yere taşınıyor. Sonra ani ve kesin bir sonla bitiveriyor bu salgın. Yeni gündemimiz lastik ve ip. Aynı bizim oynadığımız gibi lastik oynuyorlar. Çılgın bir tutkuyla. Lastikler çantamızda, bizimle her yere gidiyor. Evde sandalye ayaklarına takılıyor. Yorulunmuyor, sıkılınmıyor.
Ya da bütün kızlar aynı oğlana aşık. Oğlanlar da aynı kıza. Arada bir iki istisna varsa da önemsenmiyor. Aynı kıza ya da oğlana aşık olma hali keyifle paylaşılıp konuşulan bir gündem. Her kızın sticker defteri olması gibi...

Her yaş mı böyle? Ne zaman gündemimiz özelleşiyor? Ne zaman özel ve gizli oluyor? Sırlar ne zaman? Ne oluyor da aynı yerde, aynı zamanda bambaşka olmaya başlıyor gündemimiz? Yoksa aslında her zaman gündemi "herkes"inkine benzemeyenler vardı da biz o kalabalığın bir parçası olduğumuzdan mı fark etmiyorduk? Gündemi herkesinkiyle aynı olmayanlar mı büyüyor acaba? Yoksa büyüyünce mi gündem şaşıyor? Kendini koskoca dünyada tek başına ve çaresiz hissetmemek için mi ortak gündem dışına çıkmaya cesaret edemiyoruz? Gündemini bir türlü herkesinkiyle bir tut(a)mayanlar mı yalnız hissediyor?
Sorular... Anlamak istemem kontrol edebileceğimi sanmamdan mı? Kontrol edebilmeyi dilemem mi? Bir sürü şey değişiyor. Değişiveriyor. Değişsin mi istiyorum yoksa hiç değişmesin mi?

Sabahların evimin yanındaki ilkokuldan gelen sesleri duyuyorum. Çocukların neşeli sesleri, mikrofonda sabahın köründe onları azarlayan bir öğretmen, okunan andımız... Sanki ben de o okuldaymışım kadar tanıdık. Pencerenin önüne konan güvercin, yağmurdan sonra nefis toprak kokusu, bahar sabahı güneşin sevinci.. Bunlar hiç değişmiyor! Anlıyorsun, senden sonra da aynı... Anlıyorsun, sadece içinde olduğuna şükredebilirsin.
Yağmur her yağdığında toprak kokacaksa, bahar sabahları güneş açacaksa, çocuklar okul bahçelerinde cıvıldayacaksa tüm endişelerimiz aslında yersiz mi?

Babamı hatırlıyorum bugünlerde sık sık. O'nu kaybedeli 15 yıl geçti. Artık özlemiyorum, üzülmüyorum. Sadece o baharı görmeyi özlüyor mudur diye merak ediyorum. Çocuk seslerini... Gündemini kimsenin bilmediği günleri olmuş mudur? Gündemi değiştirmediğine pişman mıdır?
Bu ara düşünüyorum.

Hem gam kasvet olmasın. Okulda tanıdık çok. Beraber çoluk çocuk sahibi olduğumuz eş, dost, epeydir görmediğim lise arkadaşları falan... Şöööyle uzaktan baktım da kadınlar arasında durumumu fena bulmadım. Kilo son 15 yıldır hep aynı, kot hala iyi duruyor. Saçlar elbette boyalı ama röfle tuzağına düşülmemiş. Hatta geçen gün bir mağazada bir başka lise arkadaşım seslendi arkamdan. Ben onu tanıyamadım. O bana "sen hiç değişmemişsin" dedi. Ufak bir rezervasyonla, inanmayı tercih ettim. Gerçek bu zaten. İnandıklarımız!

"Onun asıl korkusu neden korktuğunu anlamamış olmasıydı. Sanki asıl korkusu bunu anlayacak olmaktı." Şairin Romanı/Murathan Mungan

Albüm: Milat/Yonca Lodi