9 Kasım 2011 Çarşamba

İtiraflar-1

Ben en çok edebiyat seviyorum. Okumak tutkuyla sevdiğim bir şey. Hiç eksilmeyen bir tutku… Masalları, romanları, şiirleri, başka alemleri, oralarda kaybolmayı çok seviyorum. Okumak değil benim keyfim, başka dünyalarda, duygularda kaybolmak…
Dergilere bayılıyorum. Edebiyat dergilerine, dedikodu dergilerine, dekorasyon dergilerine, sağlık dergilerine, moda dergilerine… Ne dergisi olduğu hiç önemli değil! Dergilerin rengi, kokusu, dokusuna tutkunum. Düzenli aldıklarım var, spot aldıklarım var, yeni keşfettiklerim var...

Dünyayı algılama yönelimi işitmek olan biriyim ben. İşitsel, görsel, dokunsal ya da kinestetik olarak gruplanıyormuş insanlar. Dünyayla iletişim ve öğrenme yolumuzu böyle gruplamışlar. Her birinden biraz var hepimizde elbette ama birisi ağır basıyor. Ben bir işitselim.
Beni ennn çok rahatsız eden şey kötü sesler. Öfke yaratıyor. Ennn rahatlatan şey ise müzik.
Tutkuyla değil ama sevgiyle dinlerim. Okumak aşksa müzik ailedir. Huzurdur. Tekrarlar vardır seçimlerimde. Tanışıklık bana iyi gelir. Binlerce kere Dire Straits'den Romeo and Juliet dinleyebilirim. Mazhar Alanson'un soylediği ne varsa, hiç eksilmeden keyfim, bıkmadan dinlerim. Bono ve Frank Sinatra dueti olan I've Got You Under My Skin dinler hatta utanmaz, bağırarak eşlik ederim. Arada bir dinlemezsem, eksilirim. Özlerim. Bir türkü beni ağlatır. İşte o sırada, ağlasam da iyi hissederim. Bazen evin içinde bağırarak Mihriban söylerim. Her şey güzel görünür. Duygularımı fark ederim.
Hani geçenlerde Bülent Ortaçgil ile senfoninin konserini izlerken hissettiklerimi bloguma yazmıstım. Dolunay vardı. Rüzgarda notalar uçuşuyor. Senfoni çalıyor ve Bülent Ortaçgil söylüyor. Keyif böyle bir şey olmalı diye yazdım. Tam böyle bir şey...

Tekrarları ve alışkanlık duygusuyla hayatımda müzik, yokluğunda yoksunluk duyacağım, varlığını kanıksadığım bir şey... Kızım benden daha tutkulu bir müzik sever. Sürekli bir şeyler dinliyor. Arabada hele, mutlaka önce müziği ayarlıyor. O yüzden zevkinin gelişmesine uğraşıyorum.

Ennnn sevdiklerimden bahsederken mutlaka söylemem gereken bir tane daha var: Bin kere yazdım aslında… “Gitmek” benim en sevdiğim şeylerden birisi. Yollar, yolculuklar... Başka şehirler, ülkeler... Sadece gidilen yer değil ayrıca yolun kendisi. Bir de gitmek üzere olma hali… Sevdiklerim içinde en az gerçekleşebildiğim bu. En çok özlediğim, en az gerçekleştirebildiğim… O yüzden iş için gidip gelmeleri bile seviyorum.
Şimdi, hayatının en başında bir genç olsam, içinde kitaplarım, ipodum ve ipadim olan bir sırt çantasıyla geziyor olurdum. Work&travel, başkalarının evinde kalma, vs hangi yol mümkünse...
Gitmek zor çünkü içinde duygusal bedelleri göze almayı barındırıyor. Geride kalanları, seni sevenleri, senden başka şeyler bekleyenleri görmezden gelebilmek, geride bırakabilmek lazım. Hayatın başındayken bunu göze alamamıştım. Şimdi daha zor... Bugünkü aklımla “keşke” alsaydım” diyorum.

Şimdi ipodla müzik dinleyip ipadle yazıyorum. Teknoloji sever oldum yeni yeni. Her gün artan bir merakla…

Kızım oyun hatta kumar seviyor. Tavla, okey, pişti, monolopy,… Hepsini…
Ben oyunları değil ama oyunun bahane olduğu sohbeti ve kalabalığı severim. İçki, sigara ve akşam yemekleri de benim için böyledir. Ben arkadaşlarla sohbeti, birlikte olmayı, eğlenmeyi severim. Oyunmuş, içkiymiş, yemekmiş onlar araçtır. Orada dostlar, arkadaşlar, keyifli bir sohbet yoksa diğerleri hiç bir keyif vermez.

Son haftalarda sıkı bir gerilim var işyerinde. Aklımda "iyi ve kötü yöneticiyi ayıran nedir/nelerdir?" sorusu var. Hırs mı? Tutkulu bir köpekbalığı olmak mı? Başarması için insanları sonuna kadar ittirebilecek gücün olması mı?

Bir ara size işyerindeki aşçımızı anlatmalıyım. İşyerinde yemek taşınmıyor. Bir aşçı mutfakta pişiriyor. Becerikli bir aşçımız var. Yemekler, salatalar lezzetli. Tatlılarda zayıf. Ama becerikli olduğundan daha fazla hırslı kendisi! Ayrıca uyanık! Yönetim Kurulu üyelerinin sevdiği şeyleri, kendileri yemekte yoklarsa evlerine gönderiyor (!), ilave sebze ızgaralar yapıyor(!), vs. Geçenlerde bir yönetici künefe yaptı. Akşamüzeri happy hour yaptık. Kıskançlıktan çatladı seninki! Yahu adam Mersin’li. Zaman ayırmış, emek vermiş. Ne güzel diyeceğine “ben daha güzelini yaparım” diye ucundan yedi. Bir de adama böyle söyledi. İyi mi? Neyse ki adamcağız hiiiç aldırmadı.
Geçen gün bizim cadı bunu affetmedi. Aşçıya “Usta, diğer şirketten gelen kimse burada yemeğe kalmıyor. Onların yemekleri çok güzelmiş. Beni de oraya yemeğe çağırıyorlar.” dedi. Gözlerinden yaş geldi adamcağızın kıskançlıktan! Gülmemek için dudaklarımı ısırdım!!!
Bizim usta bu gazla Çarşamba akşam üzerleri yaptığımız “tatlı Çarşamba” için kek yapmayı bıraktığını, cheesecake ya da kurabiyeye geçtiğini açıkladı bu sabah!

İşte ben hala bunlara şaşıyorum… Ne demek lazım bilmiyorum. Belki de bizi aya ulaştıran bu hırstır… Dünya benim gibilerle belki ancak bisikleti bulabilmiş olurdu.

Ben elinden geleninin en iyisini yapmaya inanıyorum. Ortaya koyduğun her şeyin bir çeşit el yazısı, bir imza olduğuna… Seni yansıttığına… Başkasının ne yaptığı ya da nasıl yaptığıyla ilgisi olmadığına… Takdir etmeyi bilmeye, öğrenmeye, desteklemeye… Yoksa her şeyin aslında başkalarının yaptığıyla ilgisi var mı?

Var galiba, di mi?

Devam edeceğiz...


I can't do the talk like they talk on tv
And I can't do a love song like the way it's meant to be
I can't do everything but I'd do anything for you
I can't do anything except be in love with you

And all I do is miss you and the way we used to be
All I do is keep the beat, the bad company
And all I do is kiss you through the bars of Orion
Juliet I'd do the stars with you any time
...
romeo and juliet/mark knopfler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder