31 Aralık 2013 Salı

Yeni yıl!

Şimdi, evimden epeyce uzakta, başka bir evde oturmuş, ne kadar mutlu olduğumu düşünüyorum. Mutluluk efsun gibi, buğu gibi, büyü gibi... Fark etmiyor, içinde kayboluyorsun...
Uzuun uzun uyuyorum geceleri. Deliksiz. Gün boyunca hiç birşey düşünmeden sokaklarda yürüyorum. Yorgunluktan bacaklarım sızlıyor. Soğuk burnumu sızlatıyor inceden. Sabah erkenden uyanıyorum. Kitabımı okuyorum, keyifle sessizlikte. Çayımı içiyorum yatakta. Mutluyum eni konu. Nasıl özlemişim...

Bu yıl şükretmeyi öğrendim ben. Şükrediyorum en derinden.

 En sevdiklerimle birlikteyim. Aile gibi, aşk gibi, mutluluk gibi, şans gibi... Heyecanlıyım, mutluyum. Yeni yıla gireceğiz. Şükrederek...

Tam benim gibi hissettiğiniz nice mutlu yıllar diliyorum.

"O taşlardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice alametler birikti ama hala orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı?" Elif Şafak/Ustam ve Ben


17 Aralık 2013 Salı

Mola

Akşamları tuhaf bir hüzün çöküyor içime. Öyle de yorgunum... Hüzüne halim yok sanıyorum ama buluyor beni. Beni bulmak yeter. Buldun mu, halim varmış, yokmuş konu değil...

Arada "canlıların ortak özelliği solunum ya, hücresel solunum mu yani?" sorusunu anlayıp bir de doğru cevabı söyleme işim var. "Annecim, başka nasıl solunum çeşitleri oluyordu?"

Rüyamda, rüyaya dahi hayret ettiren detaylar... Bilinçaltım artık ne haldeyse...

Hüzün, dolunaydan mıdır?

Memlekette yine yer yerinden oynuyor.  Bugün şeb-i aruz.

Hüzün, olur arada... Oluyor yani.

Yeni perdelerim takıldı. Elif Şafak'ın yeni romanı yayınlandı. Hobbit ikinci bölümüyle gösterimde. Yılbaşı zamanı, her yer ışıldıyor.

Bugün sanki overdose.

Mola nerede veriliyordu acabağ? Daha çok gider miyiz? Böyle...




16 Aralık 2013 Pazartesi

İhtimaller Denizi

Yeni yıla az kaldı. Zamanı ölçmeye başladıktan sonra onun esiri olan insanoğlunun uyduruk başlangıçlardan biri daha. Ben bütün zamanların aynı anda saklandığına inanmayı seçenlerdenim. Hepimizi esir alan bu sözde akışın üzerimizde etkisi farklı. Buralarda geçirdiğimiz zaman hepimizi farklı etkiliyor. Anneanne, babaannelere bakın mesela... Sanki sizin anneniz onlar değil. Bir anlayış, bir tolerans, bir şefkat,... Ya da üzüme, bağa, şaraba, çiçeğe, böceğe kendini veren onca emekli "köpekbalığı"na bakın. Sanki onlar başka birileriydi.
Yaş almak herkeste aynı etkiyi yaratıyor demiyorum. Yine de zamanın köşeleri törpüleyen etkisini görmezden gelmek olmaz...

Neyi törpülüyor zaman diye düşünüyorum. Nasıl?

Anne, baba olduğumuz zamanlar hayatımızın en zor zamanları. Varsa çizgisel bir zaman, tam ortası? İş-güç, borçlar-alacaklar, planlar, umutlar. İhtimaller bloggerlarım... Bir şey alma ihtimali, bir şey olma ihtimali. Daha iyi bir ev, daha üstte bir pozisyon, daha çok para,  daha büyük bir aşk, başka bir hayat..? İhtimaller... Başka bir şey yaparsam, başka biri olur muyum?

İhtimaller ilk bakışta fırsatmış gibi görünebilir. Hatta amaçmış gibi... "Daha" diye başlayan her tamalama bir rekabet, bir geri kalmışlık duygusunu ittiriyor alttan alttan. Seçimler, yol ayrımları .... Her birisi bir başkasını getiriyor. En doğrusunu yapmak istiyoruz. Hangisi en doğrusu! Ya pişman olursam? Ya hata yaparsam? Ya,...

İşte yaşlanmak insanı bu zulümden kurtarıyor. "Daha" diye başlayan tamlamalar azalıyor. İhtimaller azalıyor. Ya şöyle ya böyle olursam derdi, daha büyük aşk, başka hayat... Eksiliyor. Bir anda yarış pistinden çıkıp, pistin tam ortasına inşaa edildiği çayır çimen keşfediliyor. Pistin dışına çıkmış olmaktan dertli olan da vardır elbet. Allah, en çok onların yardımcısı olsun.

Sözün özü bloggerlarım,
İhtimaller azaldıkça, seçme sorumluluğu ortadan kalkıyor. Hayat  geldiği gibi... İşte sivri, keskin, acıtan, kanatan tarafları törpüleyen bu galiba.
"Yaşlanmayı bekleyin. Huzur kadere teslim olmakta" demiyorum. Amaaaan haaa... Huzur nerede bilenlerden değilim ben.

Ve fakaaaat, hiç bir şey bilmez de değilim. Benim huzurum kızımın hobbit ayaklarını avcuma aldığımda, uykusunda dönüp bana sarıldığında, pasta kremasının dibini kaşıkladığımda, son sayfasını çevirdiğim kitapta, saçlarımın kuruttuğumda tam istediğim gibi olduğunda, birisi için hayatı kolaylaştırdığımda, bir yol bulduğumda, bir yol açtığımda, arabada bağıra çağıra şarkı söylediğimde, hatalarımda, eksiklerimde...
Etrafta aklı gönüle düşman eden htimaller, bana sorarsanız, kim olduğumuzla ilgili değil bloggerlarım. İhtimaller ne yapacağımızla ilgilidir. Ne olduğunu bilen için yapılacaklar önemsizdir. O da olur, bu da. Anne olan, aşık olan, koç olan, kardeş olan bilir:

"Yapmanın yolu olmaktır." Leo Tzu.

Aksini söyleyenlere kanmayın. Ne olduğunu bildiğinde insan, bütün ihtimaller birdir.

İhtimallerin sonsuz, zamanın limitsiz, mucizelerin nedensiz olduğunu yaşadığımız bir yıl olsun. Mutluluk, huzur, hayaller peşimizi bırakmasın.

3 Aralık 2013 Salı

Bir ben miyim?

Hem herşey, hem hiç birşeyim.
Bir yanı gitmek isteyen, bir yanı hep bekleyen...
Hem uykusuzum hem rüyada...
Hem cesurum, yürekli hem de arada...
Bir yanıp durup dinlenmek istiyor uzun uzun, bir yanım çoktan geç kalmış hep telaşta...

Böyle hepsinden bir parça bloggerlarım. Hep iki uçta. Aşure üzeri karnıbahar yer mi yoksa insan başka türlü !  (Yapmam bi' daha ama o kadar da pişman diilim. Aşure nefisti de insanı tutmuyor.  Acıkılıyor. Yani...)

Bende hayaller baki bloggerlarım. Mucizelerim. Rüyalarım, umutlarım, dolabın arkasından geçince beni bekleyen başka bir hayatım var.

(Dosdoğru uyumadan bu kadar rüyayı nasıl görüyorum, onu da tam şeyedemedim aslında... Neyse)

Yok, valla hala ve hep diyetteyim.
Yok, telefonum hala tamir olmadı, nefretteyim. Kibarlık, efendilik, takip, rica değil, tetikçi bulma arzusundayım.
Yok, hala pek uyumuyorum ama zekayla geç uyuma, uyuyamama arasında bağlantı olduğu konusunda yazılar dolaşmaya başlayınca sanal alemde, bir güven geldi üstüme.
Yok, hala verdiğim bir karar vok. Müzmin kararsızım. (Konunun önemi yok. He türlü...)
Yok, istediğim gibi yapamıyorum hiç birşeyi.  (Eric Berne sana sesleniyorum!)
Yok, çikolata yemekten vazgeçmiycem, neyse ne...


Bloggerlarım,
4. Yıl bitti. Arada ne çok şey değişti. Ben de öyle.
Ne yapıyorsam o olmaktan, neysem onun gibi yapmaya...
Yaptıkça olmaya inanırdım. Olunca yapılırmış, buna da inanır oldum.

Bir yanım burada kalmış, 
Yüreğim o ellerde
Benim gibi, benim gibi
Olmuş var mı kullarda? 


9 Kasım 2013 Cumartesi

Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür

Kızım bu ülkede büyüsün istiyorum.
Aşk acısı, kalp kırıklığı çekerse Sezen Aksu dinlesin. Yaz deyince aklına Muğla'dan aşağı, Sakar boyunca inmek gelsin. Denizin rengine neden "turkuvaz" denildiğini içine atladığında anlasın. Bir tekne güvertesinde, can dostlarıyla, kızlı-erkekli uyansın.
Gün batışında beyaz peynir, kavun, rakı olur, bilsin. Yeşil salata, barbun tava üstüne. Tadını çıkarsın.
Evde ocağın üstünde çaydanlık dursun. Zeytin, peynir almadan önce tatsın. Manavda bozuk çıkmayınca para alınmadığına şaşırmasın. Kına gecelerinde niye çerez yenir diye sormasın.
Hani, kapı tıkırdasa, kalkıp iki göbek atmayı canı istesin. Kızlı erkekli.
Trafikte sinirlenip birbirini boğazlayan, şarkı dinleyip ağlayan, çocuklarına Çınar, Toprak, Su, Umut, Sevda, Özlem diyen insanlarının üzerinde yaşadıkları coğrafyayla ilişkilerini öğrensin. Buralarda, ondan önce ve onunla beraber, ona benzeyen ve benzemeyenlerin bir arada yaşadığını bilsin. Birlikte yaşamak için aynı olmak gerekmediğini anlasın.

İstiyorum ki benim kızım "kızlı erkekli bir arada olma"nın nesi fena hiç anlayamasın!

Olası "karışık durumlar"ın değil, düpedüz, apaçık rezaletlerin karşısındayım ben. Kızım da öyle olsun!

Evlilik kısvesi altında çocuk tacizlerine,  koskoca adamlarla evlendirilen çocuk gelinlere karşıyım.
Namus cinayetlerine, eğitim eşitsizliğine, ucuz işgücü olmaktan başka bir vizyon vaad etmeyen gençlik politikalarına karşıyım. "Kültürümüz ve geleneğimiz" diye yutturulmayan çalışılan ordan burdan derleme, ithal yozluklara karşıyım. Kültürün ne olduğu çocuklarımıza öğretilsin istiyorum.
Özgürlüğün savunucusuyum. Her yetişkinin kendisi için en iyisini seçme hakkının...
Kifayetsizlerin koruyup kollama, kamu menfaati, toplum yararı kılıfına büründürülmüş her zorbalıklığına karşıyım.

Bir zamandır iş hayatındaysanız, bilirsiniz. Kifayet yeni nesil isimlerle anılır. Yetkinlik denir, kapasite denir, vs, vs. Yönetici falan filan olacakların neye kafi olduğunu anlamak için servetler harcanır. En bilimsel, en tarafsız, en hatasız tespit için uğraşılır.
Bunca zaman sonra benim  gözlemim nettir bloggerlarım: Kişinin gündemi neyse çapı odur.
Makam mevki sahiplerinin asıl işleri boylarını aşınca gündem değişir. Projenin konusu değil, dosyadaki yazı karakteri mevzu olur. Verimsizlik nedeniyle boşa akıtılan paralar değil, öğle yemeğinden zeytinyağlının kalkmasının getireceği tasarruf saatlerce konuşulur.  Çözülememiş  her sorun, yapılamayan her iş için bir kurban aranır ki, statüko değişmesin ama gündem değişsin, zaman kazanılsın. Konulara değil, kişilere odaklanılır. İtibarı hedefleyen eylemler yapılır ki, korku yayılsın. Kimse "kral çıplak" diyemesin.

İş hayatında çare bulunur. Bulunmazsa, en olmadı işyeri değiştirilir.

İyi de bu insanın ülkesindeyse...

Memleketinin MIT'sine giden çocukları itibarsızlaştıran, üniversite eğitiminin dünya ölçeğinde bilimsel seviyesi değil de kızlı-erkekli bir arada olmanın olası "karışık" sonuçları asıl derdimiz olursa...

Dünya alıp başını giderken, üç boyutlu çıktı almak yerine en az üç çocuk  yapma idealini heyecanla karşılamayan gençler ne olacak?
Evlatları için asgari ücretli, ucuz işçi olmaktan ötesini düşleyen, bilim, eğitim, fırsat eşitliği, adalet, özgürlük gibi evrensel değerleri olanlar? Her nesilin bir öncekinden daha ileri olmasını hedefleyenler? Memleketinin  muasır medeniyetler seviyesinde, dünyanın bir parçası olması isteyenler...

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür çocuklar?
Onlar burada büyüsün istiyorum. Kızlı, erkekli...

"Yakında insanoğlu bütün günlerini sayar olacak, sonra günün daha küçük parçalarını, sonra daha da küçüklerini... Ta ki bu sayım onu tüketene ve ona verilmiş olan dünyanın mucizeviliğinden eser kalmayana dek." Zamanı Anlamak/Mitch Albom

27 Ekim 2013 Pazar

Dünyanın en iyi mazereti

Bayram sonrası hafta fırtına gibi, ateş gibi, taş gibi geçti. İşler, güçler, toplantılar dağ gibiydi de  asıl dert insanı paçavraya çeviren enfeksiyon oldu.
Bol su, ilaç, akşamları erken yatmaca derken  haftasonu bulduk. Bu sefer can kızım hasta... Güzel gözle kısıldı. Göz kapakları kızardı. Arada bir öksürük. Ses inceldi. Neşe, coşku yerinde çok şükür. C.tesi serisini eksiksiz tamamladık. Voleybol, piyano, arkadaşlarla buluşöa, akşam bizim evde kızlar gecesi... Bu günü kanepede geçti ama. Yarın 28 Ekim. Bandoda çalıyor diye ille de gidecek. Gelsin ballı ıhlamur, gitsin mandalina. Arada bol bol sarılıp öpüşme. İşin en güzel tarafı. Bebek oluyor hasta olunca. Fırsatı kaçırmıyorum. Sayılı ne de olsa...

Blog yazdığımı duyan birisi, tüm iyi niyetiyle "neler yazıyorsun, yemek tarifleri, hayatı kolaylaştıran ipuçları falan mı?" dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. "Yok" dedim. "Yemek tarifi değil."
Sevindim ve gaza geldim. Demek böyle bir istikbal gördü bende. İki gündür mutfaktayım. Dün kahvaltıda pankek yaptım kızıma. Akşam misafirlerime muzlu pasta yaptım. Bugün çorbalar falan...  Zaten seviyorum bu duyguyu.

Ben aslında en çok sokaklarda dolaşıp, kafede değilde hallice bir kahvede oturup çay içmeyi, bir de kitapları, dergileri seviyorum demedim. Onu da seviyorum.

Ve fakat Orhan Pamuk romanlarını çok sevmediğimi fark ettim bloggerlar. Şimdi sevmiyorum demek de istemiyorum. Çünkü beni çok etkileyen kitapları var. Benim Adım Kırmızı'yı okuyup okuyup yine okuyuşum mesela. Beyaz Kale, Kara Kitap! kar falan. Neyi sevmiyorum dedim. Bilemedim. Düşünüyorum. Bulunca yazarım.

Üst üste çok koşturmalı haftalar var önümde. Katılacağım kongreler, hazırlamam gerekn sunumlar, tamamlanacak işler, kızımın sınavları, dersleri, annemin seyahati.
Immuneks'imi alıp, bol sıvı alarak elimden geleni yapacağım artık.

Haftasonunun zirve anı: Zeyno voleyboldayken denize karşı oturup çayımı içerken Beyoğlu'nun En Güzel Abisi'ni okuduğum iki saat!

Saatler geriye alındı.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı! Yarından sonra. İlla ki bayram kutlamaya gideceğim. İlla ki!

"Beni unutmuş olmasına hiç alınmadım. Aşk dünyanın en iyi mazeretiydi." Ahmet Ümit/Beyoğlu'nun En Güzel Abisi

24 Ekim 2013 Perşembe

Dualarda yeri olanlar

Bekleye bekleye gözümüz çıkan bayram, geldi-geçti bloggerlar. Hava, baharı yazı kıskandıracak gibiydi. Bir kurban bayramı klasiği olduğunda hemfikir olunanan sağnak yağmur bayramın ikinci günü gümbür, şakır indirdi. Yer, gök karıştı birbirine.
Baklavalar, börekler, sarmalar, kavurmalar, kalburabastılar, ... Artık evde kolay kolay pişmeyen ne varsa; bayram olunca emek emek hazırlanmış oluyor.

Bayramdan önceki günlerde evimin keyfini sürdüm. Kızımla uyandım, kahvaltı yaptım. Meditasyonum ütü, balkonların yıkanması, kitaplarım, dergilerim, ... Öyle zırnık hareketli, renkli, eğlenceli bir tarafı olmayan, düpedüz sıkıcı, yani kendim gibi günler geçirip pek mesut oldum. Öyle çamaşır suyuyla evi silirken suratında hazzın zirvesi ifadesi olan deterjan reklamlarındaki ev kadınlarını yürekten anlayarak...

Bir de bloggerlarım bayram tatilinin ilk günlerinden bir gece yarısı uyandım. Bunun hiç bir fevkaledeliği yok, elbette. Malum hanidir uyku benim can yoldaşım değil. Tuhaflık hissettiğim korku gibi şeydeydi. Korkmam ben yalnızlıktan, karanlıktan, gece yarısından, ... Korktum o gece. Korkununca küçücük hissediyor insan. Kendi değilmiş gibi. Hiç birşeye gücü yetmeyecekmiş gibi. Birisine sığınmak istiyor. Birisi kendisini korusun istiyor. Buna inanmak istiyor.
Korku gece yarısı, uykunun arasında, karanlığın ortasında insanı bulunca, tek sığınak dualar. Çocukken ezberlediğim bütün duaları hatırladım. Sırayla ve tekrar tekrar okudum bildiğim duaları. Korkuyu kovmalarını umarak. Koruyacaklarına inanarak.
İşe yaradı. Sığındığım dualar korudu beni. Uyuyakaldım sonunda. Sonraki geceler korkmadım.

Bayramda dualar vardı. Düşündüm; dua ederken koruyup esirgemek istediklerimi... Hayatımda olmayıp dualarımda yeri olanları. Kocaman bir balon düşündüm onların etrafında dua ederken. Onları herşeyden koruyacak bir görünmez kalkan. Ben onlar için dua ettikçe güçlenen bir kalkan.  Her gece kalkanı sağlamlaştırmak için dua etmeye devam ediyorum. Beni de koruyan bir kalkan olduğunu umarak...

Grup: Editors

Kızım büyüyor bloggerlarım. Başlayamadığım, bitiremediğim şeyler aklımda dönüyor. Bir iğne deliği...

"Smile, darlin'. Life is still worthwhile. If you just smile...
  No, it's too grotesque."  Oh Dear Silva/Dawn French








10 Ekim 2013 Perşembe

Evet!

Uzun uzun yürüdüm hafta sonu. Önce çok soğuk, sonra sadece soğuktu. Nasıl iyi geldi... Tam hayal ettiğim gibi. Şüphe yok, kendimin en iyi hali. Geriye çok az şey kaldı.
Mavi Yasemin'i seyrettim üstüne. Çok beğendim. Kaçırmayın sakın! Dürüstlük, bilmek, bilmemek, masumiyet, suç, sorumluluk, aile, kendine güvenmek, hayat, seçimler, sonuçlar üzerine... Kazanmak, kaybetmek. İstemek.

Sonra da Çılgın Hırsız 2'yi seyrettik kızımla.
Soğuk azaldı, mevsim normalleri... Bayram yaklaşıyor.  Hayat ikiye bölündü. Artık herşey bayramdan sonra:))

Kızım geçen akşam otururken "annecim, o kadar çok şey var ki aklımda tutmam gereken, unutucam diye stres oluyorum. Not alıyorum defterime" demez mi..?  Ne desem bilemedim. Defterleri, kalemleri bunca sevmemizin bir nedeni olacak elbet. Anne kız defterler, kalemler aklımızı kayıtlara geçip duruyoruz. Tam da buna uygun, nefis bir doğumgünü hediyesi aldım şirketimden. Nefis not kağıtları, zarflar, ... Benim için arzu nesneleri, fetiş objeler kağıtlar kalemler. Canım kızımın hediyesi kahve kokulu, kahve tonlu kalemler.

Kışlıklar çıktı. Bu yıl erkenden.  Benim miladım 29 Ekim'dir oysa. Manavda mandalinleri gördüm göreli içime kış düştü zaten. Her şey tamam da, çorap giymeyi hiç sevmiyorum bloggerlar.

Bayram miladı yarından itibaren başlıyor. Bayram, teyzemler, aile, gitmeler,...

Akşamüzeri dışarı çıktığımda havada tuhaf bir koku vardı. Tanıdık. Nereden tanıdığımı hatırlayamadım. Gördüğünü bilip de hatırlayamadığın rüyalar gibi. İyi hissettim. Umut gibi. Cesaret gibi.


"Şimdi ne olacağını düşünme. Sadece dışarı çık. O zaman ne olacağını tamıtamına bileceksin. Kendine benzeyenler hata yapmaz. Sence de öyle değil mi?
...
Evet de!"  Ece Temelkuran

Kaçırmayın:
Bayram
Ece Temelkuran, Ece Temelkuran, Ece Temelkuran
Mavi Yasemin
Çılgın Hırsız 2

2 Ekim 2013 Çarşamba

Benim de doğumgünüm

Hayatımın en güzel doğumgünü dündü bloggercanlar. Benim  sürprizler kraliçesi kızım bana filmlerdeki gibi bir doğumgünü sürprizi planlamış. Öyle aynı filmlerdeki gibi. Kapıyı açıyorsun, karanlık, ışığı yakıyorsun ki elinde pastayla en sevdiğin arkadaşların bekliyor! Konfetiler, balonlar,  mumlar, ... E tabii gözyaşları, kahkahalar,... Çilekli bakardi, fotoğraflar, ...
Bütün detayları benim minik kızım planlamış. Annemdeki akşam yemeğinden , pastaya, anahtarın misafirlere ulaştırılmasından, balonların şişirilip saklanmasına,...
Mutluluğu tarif etmek zor, dünkü gibi bi'şey işte.
Sevildiğini taaa içinde hissetmek, her kelimeyi kahkahayla bitirmek, çocukları, hayalleri birlikte büyütmek, ... Hiç rol yapmamak, hep kendin olmak, hiç yalnız hissetmemek, her şeyi konuşabilmek, hiç yargılanmamak, ...

Yaşlanmaya bayılıyorum.  Korkularımla, kendimle, hayallerimle, umutlarımla ama en önemlisi sevdiklerimle birlikteyim. Filtresiz, fotoshop yok.

Tuhaf bir duygu. Ergenlik gibi. İhtimaller, özgürlük duygusu... Bir yanda heyecanlar, bir yanda güvende olma isteği. Yağmur yağarken hani hem evde oturup seyretmek hem çıkıp altında yürümek istersin ya... İşte öyle bir şey...

"Hani yağmur yağar ya bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey"
Çiğdem Talu/Öyle Bir şey

Kızıma hayranım! Nasıl yaratıcı, nasıl özel, nasıl duyarlı, nasıl özenli, ... İnsanın kendinden olana meftun olması doğal, biliyorum.  Ama benim kızım başka...
Şu "doğum günüydü, yıldönümüydü işlerine takılmam ben" fikrimden vazgeçiyiim bari diyorum bloggerlarım. Çok güzel oluyormuş.

Hafta sonu sabahtan işteyim. Öğleden sonra Woody Allen'ın son filmini seyretsem... Uzun uzun yürüsem... Hava iyice sonbahar. Yağmur, serin rüzgar, ...

Seneye 40 oluyorum!

29 Eylül 2013 Pazar

Doğumgünü şeysi

Mühim bir hafta sonunu atlattım bloggerlarım. Kızımın doğum günüydü cumartesi günü. 28 Eylül. Cuma akşamı okul çıkışı başlayan kutlamalar c.tesi akşamına kadar devam etti.
Gerek hazırlıklarda gerek doğum günü sırasında Murphy beni hiç yalnız bırakmadı. Yıllardır bana ne kadar sadık, ne kadar bağlı...  Gözü  başka kimseyi görmüyor adeta. Murphy'le ciddi düşünebilirim.

Neyse ki mutluydu canımın içi. Çok eğlendi, çok sevindi. C.tesi sabahına sürpriz siparişi verdi. Hani sabah uyanınca onu şaşırtacak bir şeyler... Kendisi bu konularda müthiştir! Çok yaratıcıdır, çok zevklidir, çok sürprizlidir, çok detaycıdır. Her seferinde harikalar yaratır. Sabahın köründe kalktım, kartonları kestim, oraya buraya yapıştırdım. Tamam bir başyapıt olmadı tabii ama elimden geleni yaptım. Mügüş'üm vardı Allah'tan, fikir verdi. Etrafa serpiştirdik kendi çapımdaki sürprizlerimi. Uyanınca bizimki elbette çok etkilenmedi. Üstelik yaratıcı eserlerin de Mügüş'ün fikri olduğunu anladığını da söyleyiverdi. (Yalan diil tabii.)

Olsun bloggerlar. Her annenin kaderi bu. Yıllarca her doğumgünü sabahı kalkıp yeri göğü balonla kapla, kapıya bacaya notlar yaz, sonra bunların hiç biri hatırlanmasın.

Halbuki benim bu güdük yaratıcılığım bir kendini aşma hikayesidir bloggercanlarım. Benim annem değil evin süslenmesi püslenmesi, düğün davetiyesinin yaldızlısını abartılı bulur. Hiiiç sevmez öööyle  şeyler. "Abartı" bulur, sinir olur.  Bebek süslemeleriymiş, yılbaşı ağacıymış, doğum günü davetiyesiymiş, ... Küllüyen fuzuli gelir. Kutlanacaksa, kutlanır. Biter gider. Hayatın içinde, hiç bir an öyle fazla "abartmaya" değer değildir. Annişim de aştı kendini. Artık "ihtiyaç görecek" hediyeler almamaya çalışıyor.  O pragmatik yaşamak zorunda kalmış, tek maaş, iki çocuk formülünden mezun olmuş. Mizacını da buna uydurmuş. Yaşlandıkça ben de ne kadar çok annemden iz taşıdığımı fark ediyorum. Bazıları epeyce derimin altında. Fark etmiyorum bile. Galiba kader dediğimiz şey bu. Farkında olmadan takip ettiğimiz izler...

Bu izlerin bazıları insanı istemediği yerlere çıkarabiliyor bloggerlarım. Dönüş epeyce zor oluyor. Yıllarca hayat amacım kendi kendime yetebilmek oldu. Kimseye ihtiyaç duymamak... Belki bu yüzden yardım istemek hep bir eksiklik gibi geldi. Yıllar içinde  bu arızamı fark ettim.
Hani fark etmek yetmez ya, ben her seferinde bir adım, bir adım diğer tarafa ilerledim. Sandım.

Meğer az gitmişim, uz gitmişim. Dere tepe düz gitmişim.  Dönüp arkama bakıtığımda bir arpa boyu yol gitmişim.

"Beyaz bir kelebek gibi savrularak rüzgarın önünde, yedi kat göğü aşmak... Uçuşan bir kar tanesi olmak... Kar olmak... Beyaz ve sonsuz olmak... Sonsuzluk olmak!" Veda/Ayşe Kulin


23 Eylül 2013 Pazartesi

Tekil mi, çoğul mu?

İnsanın canı üzerine bolca yağ sürülmüş ekmek çeker mi bu yaşta? Bir de üzerine toz şeker... Eve gelene kadar bu hayalle mücadele ettim blogger canlar. Eve geldim ki bir tencere makarna. Yumuldum. Karbonhidrat candır! Pişmanlığım yakındır.
Hayatım tencerinin dibini bulma arzusuyla kotun düğmesini ilikleme hayali arasında savrulmaca. Çikolata konu olunca tereddüt yok çok şükür.
Fark varmış, yokmuş. Birisi yararlıymış, öbürü değilmiş. Umurum değil! Gerçekle, bilimle, bilgiyle işim yok. Çikolatanın yeri aklımda değil ki, kalbimde. Çikolata yeyince pişman olmuyorum. Sefam oluyor. Makarnanın da yeri var kalbimde ama çikolata ayrı.

Hayatı yaşamaya değer kılan ne varsa algımızla gerçek arasındaki bu boşlukta... Şiir, roman, filmler,  adalet, aile, mutluluk, aşk, ...  Bizim gördüğümüzle, duyduğumuzla, sandığımızla gerçek arasındaki fark...
Dünyaya bakıp gördüklerim. "Gördüm" dediklerime kendimden eklediklerim. İşte o eklemeler ki beni hayran, düşman, meftun, memnun, pişman, mutlu, mutsuz eden. Heyecanlandıran, kızdıran, inciten,... Çikolata yeyince mutlu, makarna yeyince pişman eden. O şarkıyı duyunca içini titreten, saçını öyle kestirene sinir eden, ...

Eğer her gördüğümüzde aslında biraz da kendimizi görüyorsak, dünya biz nasılsak öyleyse, baktığımız her yüz aslında aynamızsa; gerçek diye bir şey yok mu?
...
Ya algımız "gerçek"se...
Ya gerçek aslında biz ne görüyorsak oysa...
Adalet, tarafsızlık hep hayalse...

"Gerçek" tekil bir kavram mıdır bloggerlarım? Yoksa gerçeğin çeşitleri var mıdır? Senin ve benim gerçeğim değişir mi?
Algım gerçek değilse, nedir?

İyi düşünün... Ne dersiniz?

"X only wanted me for how I look, not who I am": a distinction and a problem only if one assumes that character is never visible. Alain de Botton

Ben bilenlerden değilim. Cevabım yok. Sorularım var.

"Most of us aren't as good as we seem-we're just lucky enough not to have been confronted with properly powerful temptations" Alain de Botton.

Uzakta da olsa bana herkesten yakın olan ilhamıma...
Sen olmasan ben ne yapardım?


17 Eylül 2013 Salı

İşler-güçler

Boş işlere güzelleme, aylaklığa hayranlık tamam. Ve fakat bloggerlarım, insan boş olmadığı zamanlarda ne yapıyorsa o işten azıcık anlasın lütfen!
Ben ustalığa hayranım malum.(Usta kelimesinden de çok soğuduğumuz zamanlardayız ya, yerine ne diyeceğimi bilemedim.) İşini bilmezliğe sabrım yetmiyor. Şu Avrupa memleketlerindeki meslek standartlarına çok ihtiyaç var. Girsin herkes sınava, gözleme, teste, her neyse...
Bezdim bindiğim taksinin yol-iz bilmemesinden. Manava "aaaa, bu çilek nereden geliyor bu mevsimde?" deyince "haldeeeen" deyivermesinden... (Valla şaka diil)
Balkonu kapattırdığım doğramcının pencereyi açılmaz yapıp  "e, sen bu cam açılacak demediydin ki abla" diyebilmesinden... İnsaf yauv..!

Son maceramız cep telefonu operatörü servisi veren noktalar. Telefon numarasını bir operatörden bir operatöre taşıma işinde başımıza gelenler. Meğer taahüdümüz varmış, meğer şuymuş, buymuş... Mesele bunlar değil. İşin başına geçip de hiiiiç bir iş bilmeyenlerin hatalarını tamir işinde ustalaştık. Beni zırınç eden; hem hiç bir şey bilmiyor, hem profösör edası!
"Bu sözleşme  iptal olmaz abla. Geçti artık"
"Evet, hı hı...Yemin gibi sözleşme"

Daha fenası, annecim mesela, paniğe kapılıp inanıyor. "Eee, ne olacak şimdi, bak iptal olmuyormuş??!!" diye bir telaş bir telaş...
"Annem bi dur, iptal olmayan sözleşme olur mu...En fazla cezası olur" diyorsun ama bir dükkanda beklemeyi iş zanneden sersem oğlan kadar ikna edici olamıyorsun. (Bu kısım bendeki karizma eksiğinden kaynaklanıyor olabilir tabii...  Yahut güven veren bir halim mi yoktur, nedir?)

Birgün, efendi bir adam, her soruya cevap verip, sormadan merak ettiklerini anlaşılır biçimde açıklayınca başına bir mucize gelmiş gibi bi' sevinç, bi' minnet, adamın boynuna sarılmamak için kendini zor tutuyorsun.

Bize de yazıktır.

Onu bunu bilmem, insan başına geçtiği işi bilecek. Herşeyi bilmek şart değil. Bilmediğini bilme meziyetine sahip çıkacak. Her ne işle anılıyorsa el yazısı gibi, imza gibi, kendisinin bir izi gibi taşıyacak.

Olmadı, ben bir gün birinin boğazını sıkıvereceğim!


Uyku: Tam yakaladım derken kaçıyor...
Röportaj: Ayşe Arman-Engin Gençtan (mutlaka!)
Umut: Bayram tatiliiii!!!

"Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım." Yaşar Kemal/Tek Kanatlı Kuş romanı hakkında

14 Eylül 2013 Cumartesi

Boş işler

Adamın hayatta boş işleri olacak. Öyle bomboş, hiç bir yakışıklı tarafı olmayan.
Kemal Sunal filmlerini ezbere bilecek, eurovizyona katılmış şarkıları mesela.
Ya da Zagor'un soyadını bilecek. Olmadı Tommiks'in kız arkadaşını...  Plaka numaralarını belki.
Televizyonda takip ettiği aptal bir dizi olacak ya da halı sahada futbol maçı.
Pazarda meyve seçimi uzmanlığı olacak ya da yaz akşamları komşularla okey partileri...
Bir dilim kavun, beyaz peynir, rakı koyacak kendine mesela. Tadını çıkaracak balkonda. Her çarşamba mesela...
Bir kenarda oturup gelen geçen üzerine hikayeler uyduracak aklında.
Manav vitrinleri seyretme niyetiyle sokaklarda savrulacak, ayakkabıcı, aktar, tesisatçı falan da olur.
Sokak kedilerine her sabah bir tas su bırakacak sessiz sedasız mesela...
Adam dediğin kahve falından anlamasa da arada bir kapatacak.
Birisi rüyasından bahsetmeye başlayınca "eee, hayır olsun" deyip dikkatle dinleyecek. Sonra kendininkini anlatacak heyecanla...
Piyaza sirke, kızartmaya domates sosu, o sosa sarmısak sohbetine dalacak, insanın aklına "olsa da yesek" diye düşecek.
Öğle uykusunun tadını bilecek, uyumazsa öyle yatıp tavanı seyredecek.
Adam dediğin çocukları güldürecek saçma şarkılar bilecek ezberden, komik sesler çıkaracak.
Ayna karşısında kimse yokken suratına şekiller verip türlü dans figürünü denemiş olacak.
Adam dediğin can sıkıntısı bilecek. Nasılsın sorusuna "ne olsun, can sıkıntısı" diyenin halinden anlayacak.
İlla ki bir kahramanı olacak. İster spiderman, ister keloğlan, ister tenten. Kahramanını tanıyacak ama, en inceden. Kimseye itiraf etmese de bazen kendisinin o olduğunu, dünyayı kurtardığını, padişahın kızını kaptığını ya da oskar ödül töreninde yapacağı konuşmayı hayal edecek.
Yanyana oturup konuşmasa da anlaştığı, işini gücünü değil de gönlünü bilen eşi dostu olacak.
Adam dediğin bir planın değil, hayatın bir parçası olacak. Kendisi hayat olacak.

Uzlaşmak bir seyrüseferdir. Birlikte yaşama yolculuğunun ta kendisidir. Senin olmadığın benim dünyamı, benim olmadığım senin dünyanı, ne senin ne de benim olmadığım bir dünyayı terk etmeyi becerebilmektir gerçek dünya... Bencil alemden devr-i aleme yelken açmaktır. 
Nevhan Varol/Bencil alemden devr-i aleme: "uzlaşan yürekler üzerine bir seyahatname"

Psikeart: Uzlaşma



12 Eylül 2013 Perşembe

Göz

Bloggerlarım,
Blogumu okuyunuz, okutunuz ama arada nazar etmekten sakınınız ne olur!
Uyudum demeye kalmadan geri döndü "tekamül fırsatı"(!) Sabaha karşı 4 bilemedin 4.30, haydi başlasın aktif tekamül saatleri!
Twitter, mail derken sabah oluyor. Bütün gün gözlerin altı mor, dünya çok yorucu, çok gürültülü... Neyse, bu da geçer...

Okul açıldı. Kızım istediği arkadaşlarıyla aynı sınıfta çok şükür. Ve fakat teneffüsler kısalmış, ders sayısı 9 (dokuz) olmuş! Ne desem bilemedim.

Bazen başım dönüyor. Lunaparkta deli gibi hızlı dönen bir salıncaktan inmişim gibi. Düşecekmişim gibi. Herşey ayağımın altından kayıyor gibi. Korkuyorum bazen. Gözlerimi kapatmak istiyorum. Açtığımda görmek istediğim şeyden emin olunca, kapatacağım.

"Göz yalnızca bir noktadır, bütün dünyayı kucaklar." Kamelyalı Kadın/Alexandre Dumas

Liste

Devam etsem:
-Blog 
-Koçluk 
-Yürüyüş 
-Masalım
-Şehre karışmak
-Dua 

Bir ömür hiç yapmasam:
-Diyet
-Özlemek
-Zoraki gülümsemek
-Aklımdan geçeni "söylenmesi gereken"e tercüme etmek

Hep olsun:
-Sağlık, sıhhat,afiyet
-Can dostlar, canlar
-Şans
-Umut
-Hayaller
-Aşk
-Kitaplar
-Şarkılar
-Çikolata

Eskisi gibi olsa:
-Memleket
-Adalet

Birazcık daha ... :
-Cesaret
-Aydınlık
-Demokrasi

İlla ki:
-Kızımın neşesi
-Şiir

...
Aşkım da değişebilir, gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yan gelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiç birinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Turgut Uyar





8 Eylül 2013 Pazar

Gezegenler

Her gece uyumadan önce kızımla birbirimize Küçük Prens okuyoruz. Benim sevgilim Küçük Prens kızım için anlamaya çalıştığı bir masalın kahramanı.
Henüz kitaplara olan tutkumu paylaşmıyoruz. Olsun, O'nun kendi tutkuları var. Herşeyi güzelleştiriyor, eğlenceli hale getiriyor. Ben ona hayranım. O bana "gıcık" oluyor. Beni fena sıkıcı buluyor. Haksız da değil. Yapacak bir şey yok, dünyanın düzeni... Bazen sinirden, bazen öfkeden kudurup oturuyorsun.

Kızımla doğum günlerimiz yaklaşıyor. Ben 39, O 11 oluyor. Burcumuzdan satürnün çıktığı iddia edilse de daha gün yüzü görmedik terazi camiası olarak. İki satır umutlu kehanete muhtacız yauv... Doğum günü ayımız Ekim geliyor, yine bize nurlu bir gelecek vaaden yok. Bu satürnden de fenası varmış zahir! Nedir annamadım ki...

Çareyi Midilli'de adak adamakta buldum. Pek meşhur adak kiliseleri var dediler, attım paramı, yaktım mumumu. Bu sefer çok umutluyum.

Bu ara bloggerlarım, satürn falan değil de gardrop canımı sıkıyor. Dolapta mendil koyacak yer yok, ben döndür dolaştır aynı şeyleri giyiyorum. Bunların hangilerini kime versem? Dolaptan başlayıp hayatta bir seyreltme işine daha giresim var, cesaretim yok. Bu da satürnden mi ki?

Kahrolsun bağzı gezegenler!

Kitap: Through the Language Glass/Guy Deutscher (meraklısına-ben bayıldım)

" Büyükler böyledir işte. Ama onlara kızmamak lazım. Çocuklar yetişkinlere daima büyük bir hoşgörü göstermeli. Neyse ki yaşamın anlamını bilen bizler için, rakamların hiç önemi yok!" Küçük Prens- Antoine De Saint-Exupery

Göçebe

Bu yıl bayramlardan yana şanslıydık. 30 Ağustos cumaya denk geldi. Yaşasın tatil!
İzmir'in neredeyse tamamıyla birlikte en yakın Yunan Adaları'nı istilaya katıldık tatlı kızımla. Memlekette devalüasyon olmuş, Suriye'yle savaş davulu çalınıyormuş, benzin fiyatı almış yürümüş falan aldırmadık. Doluştuk feribotlara, bizim hedef Midilli. Geçen yıl bu vakitler Sakız'daydık. Çok sevmiştik. Bu sefer adaların üçüncü büyüğü Midilli'ye...

Çakma ev hanımının bir göçebe olduğunu biliyorsunuz bloggerlarım. Babamın işi nedeniyle şehir şehir gezmelerden fazlası benimki. Şehir şehir gezenlerin çoğu "bir yerli"dir. Bayramda memlekete giderler. Akrabalar oradadır. Adetleri bellidir. Bir başlangıç noktaları vardır, yolları sonunda oraya çıkar. Benim için bir başlangıç noktası hiç olmadı. Babamın annesi tam bir orta Anadolu'luydu. Divriği. Babamın babası bir Karadeniz'li. Bafra. Babam Ankara'da büyümüş. Annem ise bir adadan, Kıbrıs. Kıbrıs,  çocukluluğum boyunca uzun aralıklarla, uçakla ya da feribotla (yani bir macerayla) gidilen, özlemle beklendiğim, tanıdığım hiç bir yere benzemeyen ama  her sokakta tanıdık birilerinin olduğu,  kimsenin bilmediği nefis yemekler yenen, hem yabacısı hem bir parçası olduğum yerdi. Midilli'de rehberimiz Aris Türkçe konuşmaya başlayınca kızım "Kıbrıslı mı?" diye sordu. "Değil" dedim. Bu adaların Türkçesi. Hem bizim dilimiz hem başka.
Kızım bir göçebe değil. Folklör kitabı gibi efsane bir kadın olan babaannemi hiç tanımadı ama benim de kardeşimin de ezberden bildiği masal tekerlemesini biliyor. Annemin bizimle oynadığı, bizden başka kimselerin bilmediği oyun tekerlemesini de biliyor.  O hala doğduğu şehirde oturuyor. Sokakların bazıları ananesine, bazıları amcasına, bazıları kuzeninin okuluna çıkıyor. Bir göçebenin kızı olsa da o henüz göçmedi. Göçerlerden izleri biriktiriyor. Ben artık kendimi buralara epeyce alışmış hissetsem de toparlanıp gidivermek hep aklımda bir ihtimal. Bir gün bir başka yere gidersem merak ettiğim memleket diye nereyi özleyeceğim...
Midilli'yi çok sevdik. Daracık sokakları, zeytin ağaçları kaplı tepeleri, ballı yoğurdu, lokmaları, siesta saatinde kapının dışına takılan anahtarları, taş evleri, ...
Bir şey yemek ya da içmek için nereye oturduysak garsonların sipariş almak ya da getirmek için pek de heyecan duymaması en çok dikkatimizi çeken şey oldu. 100.000 nufüslu bir adada, her köyde tiyaro, kütüphane. Adanın tamamında altmış küsür tiyatro. Üç Nobel ödüllü yazar. İşte bunları fena kıskandım bloggerlarım. Ekabir hayat, her öğlen siesta, garsonun rehaveti değil de hani hırsızlığın neredeyse hiç olmamasını da kıskandım.
Dinlediğimiz onlarca yürek bukan mübadele öyküsü, buraların bir Türkçe bir Rumca söylenen türküsü, badem ezmesi, un kurabiyesi, yaprak sarması, peynir kızarması,...

Eylül ayındayız yine. Mevsimlerin en romatiği, en hüzünlüsü... Limonata tadında  hava hala. Altıncı sınıf olan kızımın bu yıl sınıfı değişiyor. Sınıflar karışıyor. Niyeyse adet böyleymiş. Heyecanlıyız.

Ben, bazen zamanın bazen uykunun peşinde koşarken bloggerlarım, bu hafta sonu pek güzel bir tembelliğe düştüm. Bütün gün kanepe ile yatak arasındaydım. Çoktandır ara verdiğim hayal kurmaya kavuştum. Sanki uykuma da... Ohhh mis! Sıra yürüyüşlerimde.
Hayata hem baştan başlayıp hem kaldığın yerden devam etmek heyecanlı heyecanlı olmaya da neye başlıyorduk neye devam ediyorduk orada insan biraz karışıyor. Sahi, kaldığımız yer neresiydi?


-Niye ayırmak istediler? 

-Bilmem. (Düşündü.)Belki sonuna dek gitmekten korkuyorlardır, sonunu görmekten.
Yusuf Atılgan/Anayurt Oteli










10 Ağustos 2013 Cumartesi

Usta

Ustalığı tarif etmeye niyet etsem, yaptığı şeyi kolaylıkla, tüy gibi, hafifçe yapmaktır, herkese "ben de yapabilirim" duygusu yaşatmaktır derim.
Ustalar öyle kolayca yapıverir ki işlerini, amaaan bu da iş mi duygusu gelir. Hatta ilham verirler, sen de aynını yapmaya heves edersin. Hemen denersin. Sanırsın iş kullandığı alet, edavatta...
Baklava açan komşu teyzeyi düşünün mesela, bir yandan sohbete katılır, bir yandan çayını içer, sanki yufka oklavaya kendisi dolanır. Sen niyet et, değil oklavaya dolanmak, hamurdan muntazam bir daire olmaz. Oklava kıpırdamaz. Nasıl yani???
Baklava yapan komşu teyze yoksa kuaförde kaş alan kızı aklınıza getirin. Hop hop hop. "Aaa bu da iş mi, ayol. Dur ben de deneyeyim..."
Saç boyama? Hadi itiraf edin, illa ki evde boyama denemesi yapılmıştır.
Sonuç? Ben de hala saçlar iki renk... Allahtan kuş yuvası gibi kıvırcık da anlaşılmıyor fazla.

Öğrendim. Kim ki işini tüy gibi hafif yapıyor, biliyorum ki orada ustalık var, ben zinhar niyet etmemeliyim. Birinin kan ter içinde yaptığı işler denenebilir.

Ben de benim gibi yapmaya niyet edenleri görünce, tanıyor pek bir gururlanıyorum. (İçten içe benden iyi olmamanızı diliyorum.) Benden daha fazla tevazu beklemeyin. Ben daha yolun başında bir faniyim.

Bayram tam zamanında geldi. Cehennem sıcağı mevsimin normali. Kızım uzaklarda tatilde. Ben evimin, sıcağın, çayın, kitaplarımın tadına varıyorum. Evimi temizlemek, balkonları yıkamak terapim. zaman bir süreliğine dursa, ben böyle evimde kalsam...
Kuşları sempati besleyen bir insan değilim zaten hepten düşman olduydum bloggerlarım. Arka balkonuma yerleşen, balkonumu adım atılmaz hale getiren güvercinlere düpedüz düşmandım. Balkonu kapattırıp kurtuldum. Hem onlardan hem de cani fantazilerimden... Oh be!

Herşeye baştan başlamanın tuhaf bir heyecanı var bloggerlarım. Bütün dengeler için baştan başlıyorsun. Bir ömre baştan başlamak...

"Her hazdan tadıp kendini tüketen bu zaman hırsızlarının başladığı noktaya dönmediği görülmüyor.
Hep en başa dönülüyor, ilk kırılan kalbe." Oruç Arıoaba

Dergi: Psikeart-Şıpsevdi



31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnanıyorum

Gecenin en karanlık yeri sabaha en yakın andır falan filan var ya, işte ben bu konuda iflah olmaz bir inananım. Şansıma, mucizelere, olanın ve olmayanın hikmetine inanıyorum. Bazen karanlık hiç aydınlığa çıkmayacakmış gibi gelse, bazen o karanlıkta boğuluyormuşum gibi olsa da...

Siz de inanın. Önce inanının, sonra izin verin, sizi bulsun. Bi' deneyin ... Bana hak vereceksiniz. Beni bulan mucizelere şükrediyorum, şimdi bir ışık daha bekliyorum, sabırla...

Bir de uyku beni bulsa. Söyle uzun uzun uyusam, yıkanmış gibi ferah uyansam.

"Uyuduk mu eşit oluruz. Ne tutku, ne gurur, ne umut." Melih Cevdet Anday

Not: Annemle konuştum. O çok sormadı, ben çok söylemedim ama tamamdır.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Bana şans dile!


Birisinin benim yerime varsayımda bulup, iyiliğimi düşünmesi, hakkımda kararlar verip, dert edinmesi bugünün konusu bloggercanlar. Konu insanlık tarihi kadar (!) eski. Hayatımdaki tesiri itibariyle bloga konu olması yeni.

Kendisini iyi niyetin zirvesinde tanımlayan bu yaklaşım neresinden baksan, epeyce zorbadır aslında. Senin iyiliği senden iyi bilen birisi…  Bakınız; başbakanımız. Kadınlar için, çocuklar için, bizim çocuğumuz için hatta bizim için en iyisini biliyor ve yapıyor.  Bakınız; kimi yöneticiler; “ne yapıyorsam, ben onların iyiliği için yapıyorum.”
Hepimizin iyiliği için çabalayıp duruyorlar.  Biz memnun değiliz. İyi de acaba biz gerçekten ne istiyoruz? Bizim tercihimiz, , beklentimiz, hayalimiz..? Hayal mi? Boş hayallerle geçirecek vakti yok elbette bu en iyi bilenlerin. Hayalmiş… Hayallerinize kalırsaaaaakkkk.... hep bunlar çoluk çocuk işte!
Bizim ne istediğimizin önemi yok. Bizim için “doğru” olan yapılıyor. Nasıl bir çıkmaz sokak değil mi? Biat etmez, razı olmaz hatta minnettar olmazsak düpedüz nankörüz… Ya da hain. En iyisiden "çocuk".

Bunun bir başka versiyonu daha vardır ki ben asıl onun hastasıyım!!!  Hiç bir şeyi, hiç kimseye olduğu gibi aktarmamak, aktaramamak… Çünkü çok üzülür. Çünkü kaldıramaz. Çünkü gerek yok. Çünkü ayıp olur. Buyrunuz: “Şimdi anneme bunu söylemeyelim, çok üzülür kadın”. Hooop, bolca sulandırılmış bir çarpık hikaye. Yavaş yavaş anlatılacak ya güya; başlasın yaratıcı yalanlar dizisi… “Şimdi o çok üzülmüştür, kızmıştır, korkmuştur, ama belli etmiyordur.” Ya da “şimdi yanlış anlar, gerek yok…” Hooop, haydi bakalım başlasın yalan, dolan, gizli, saklı, … 

Konunun uzmanları ve baş kahramanları illa ki annelerimiz. (Ben de bir anneyim!!!) Bu blog yazısına ilham veren de benim canım annem. Annem, yıllar içinde epeyce değişip, tatlı, tonton bir anneanneye dönüşüp, kendi sınırları içinde epeyce esnese de etrafındaki herkesin duygu, düşünce ve ihtiyaçlarını kendilerinden daha fazla bildiği inancından hiç vazgeçmedi. Söz konusu olan yemek menüsü, akşam buluşma yeri falan olduğunda son derece sempatik, eğlenceli hatta bazen gerçekten empatik bile olabiliyor. Neticede bozuk saat bile günde iki kere doğru zamanı gösteriyor.

Ama hayatta yemek menüsü dışında kalan kararlar var. Bazıları hayatımızı, dolaba köfte yapıp koymaktan, kızartma sosuna sarımsak eklemekten daha fazla değiştiriyor. İnsan benim gibi 40 yaşına gelip dayanmış olunca, istiyor ki bütün açıklığıyla söyledikleri en azından işitilsin. Sözüne inanılsın. Haydi, inanılmadı. Bari saygı gösterilsin. Haydi, saygıdan da geçtim bari varsayılanlar bir sınansın…

Yok, “olsa, olsa …” lar var ki bunlara bazen kızıyor, bazen gülüyor, bazen üzülüyorum. Bu “olsa olsa…” dünyası benim dünyama marstan bile daha uzak. Ama annem ben oradayım sanıyor!

Birkaç yol var seçilebilecek. Bırak herkes kendi dünyasının gerçeklerinde kalsın. Aldırma… Oyunun kuralı böyle zaten… Herkes başka bir dünyada ama bir arada, birbirinin en yakını sanarak kendisini, yaşayıp gitsin. 

İyi de ben hep öfkeyle sınanan bir faniyim. Öfkeleniyorum! Görmezden, duymazdan, bilmezden gelemiyorum. Belki de bu yüzden sınavım hiç bitmiyor. 

Yok, ben alıp karşıma benim gezegende olup bitenleri anlatacağım. En başında kocaman bir kadının kocaman bir başka kadınla konuştuğunun altını çizerek… Hiç bir şeyi atlamadan, saklamadan, yanlış anlar mı demeden… 

Bir kere daha deneyeceğim. Bu defa sınavdan geçmeyi umarak… Bana şans dileyin, olur mu?

“Geleceğimizi yapan şey, yazgımızdan, bize tanınan olanaklardan, karşımıza çıkan fırsatlardan çok, ruhumuzun şiiridir. Bizde olan bir şeydir. Anlıyor musun?” Murathan Mungan/Şairin Romanı

Yazlık dönemi bitti, evimdeyim...
Bayram geliyoooor lay lay looom!

12 Temmuz 2013 Cuma

Kahraman kimdir?

“Kahramanınız kim” yazımdan hemen sonra, yazımı okumadığına emin olduğum birisinin söylediğini düşünüyorum. Yorgunluktan gebermiş, çok stresli iki günün değerlendirmesini yaparken; “sorumlusu olmadığım bir sürü konuyu üstlendim, kendimi kahraman gibi mi hissetmeliyim yoksa salak gibi mi emin değilim” dedi. “Söylesene ikisi arasında bir fark var mı?”

İşte ben hala bunu düşünüyorum…

 Kahraman dediğin başkasının şikayet edip geçiştirdiğini kendine dert edendir, en başta. Bu iş böyle başlar. En dandiğinden en süperine bütün kahramanlara bakın. Hayatı kendi çapında tıkır tıkır gidebilecekken bir şeyler olur, hoooo haydi bakalım üstlen dünyanın yükünü!

İyi de niye? Millet durup otururken sen niye kahraman oluyorsun?

Birilerinin kahramanı olunca birilerinin de düşmanısın. Sistem böyle. Toplam illaki sıfır olacak. Toplamada “0”, çarpmada “1” yaşayıp gitmek dururken (üstelik her fırsatta konuşup, her şeyin içindeyim diye gerim gerim gerinmek mümkünken), “yok ben ille de bir şey yapıcam” diyene sinir olan, düşman olan, “sen bir çekil” diyen, daha fenası arkadan dolaşan olacak. Düelloya davet edene can feda, bir de pusu kuranlar olur.

Kahramanın trajedisi uğruna mücadele ettiğin taraftan da düşmanları olunca zirve yapar. Batman’in tek düşmanı joker değil işte(ki kendisi benim favorimdir, kalbimde yeri ayrı. O da başka pencereden görünen bir kahraman, değil mi?)  Belediye başkanına yaransa savcıya yaranamaz. Hepsi tamam olsa emniyet müdürü istemez. Hepimiz dertleri bir gönüllüye(!) ihale etmek isteriz ama kahraman istemeyiz. Nedir yani? Uçtu, kondu, dünyayı kurtardı, tamam. Tepemize çıkarıcak diliz. Kahramansa kahraman. Öyle fazla ileri gitmeyecek. Hem, biz biliriz aslında(!) onun ne mal olduğunu. Hem nasıl emin olucaz hep bize hizmet edeceğinden...

Öyle ya, gücünü kendisinden alan, kuralların dışına çıkan kim varsa, mutlaka tehdittir.  Hele bir de yüreği varsa!

Eee o zaman, millet durup otururken sen ne diye kahraman oluyorsun?

Filmlerde, romanlarda cevap tüm kahramanların çocukluğundadır bloggerlar. Ya da kahramanımız henüz çocuktur (Bknz: Harry Potter, Frodo Baggins,…).
Sanki hep acıyan bir yerleri vardır. Sanki hiç geçmeyen bir arıza… Her kurtardığı insanda kendini kurtarma çabası…

Biz o arızaya mı hayran oluruz? Kapanmayan yaraya mı? Kendi yaralarımızı hatırlayıp içimizdeki kahraman olma umuduna mı?

Kahramanlığın tedavisi var mıdır?

Mutlu çocuklar büyüyünce kimsenin kahramanı olmazlar mı?

 “Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.” Edwin Louis Cole


24 Haziran 2013 Pazartesi

Kahramanım


Süper kahraman hikayelerini seviyorum. Bütün masalları, bilim kurguları, … En sevdiğim kahraman hangisi sorusunda elim ayağım karışıyor. En sevdiğim şarkı, en sevdiğim kitap, en sevdiğim film? Sevmelerin “en” olanı ihanet barındırıyor sanki. "En" olmayanlara karşı toptan bir mahcubiyet, bir suçluluk duygusu…
 Süperman’i seyrettim geçenlerde. Süper kahramanların en süperi! Bu sefer kahramanımız “farklı” olmanın acısını çocukluğunda yaşıyor ucundan azıcık. Yine uçuyor, gökdelenleri yıkıyor, petrol refinerilerini kaldırıyor, yer yarılıyor, dünya yerinden oynuyor ama bizimkinin burnu kanamıyor. Süper kahramanların en süperi olsa da benim kahramanım o değil. Kendisi bana fazla. Ben Batman’ciyim. Bir kere süper değil, fani. Arabalar, silahlar, kostüm falan kendi icadı. Etten, kemikten olmasını seviyorum. Canının acımasını, gece uykularının kaçmasını, aşık olup beklemesini, korkularını, korkmuyormuş gibi yapmalarını, kendi içinde bir Batman bir Bruce Wayne taşımasını… Bruce Wayne karizmasının da hastayım, ayrı! Şatosunda, uşağıyla falan yaşayıp aslında dünya malında gözü yokmuş halinin… (Hem belki de gerçekten yoktur.)
Ennn sevdiğimn Batman mi? Yooook... Frodo Baggins’in gerçek hayranıyım, Hermione Granger idolüm, Samwise Gangee bence arkadaşlığın tarifi, Darth Wader gelmiş geçmiş en karizmatik anti kahramanım benim. Kötülük ona yakışıyor.
Sonraaaaa Binbir Gece Masalları'nı anlatan Şehrazat var, bütün kahramanlardan daha kahraman. Ben hepsini seviyorum. 
Bana kahramanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. 

Peki, hadi söyleyin şimdi. Sizin kahramanınız kim?

"Kimse kimseyi tanıyamaz. Tanıdığımızı sanırız. Tanıdığımız kadarına inanırız. Eğer gerçekten tanısak, bırakın aşkı filan, kimse kimseyle arkadaş bile olamaz." Ahmet Ümit/Kavim
 

16 Haziran 2013 Pazar

Bu sefer başka

Bu sefer başka...
Kimselere benzemeyen yaratıcılıkları, esprileri, orantısız kullandıkları zehir gibi zekalarıyla Gezi parkında günlerdir eylem yapan çocuklarımızı zehirlediklerini canlı yayınla seyrettik hepimiz. Çocuklarımıza kimyasallar sıkıntılar, gazla boğdular, hastanelere, revirlere saldırdılar. Seyrettik. Film seyreder gibi, uzansak dokunacak gibi, nefretle, yakan bir öfkeyle, inanamayarak!
Böyle oluyormuş demek ki...
Bu sabah, olan bitenden kilometrelerce uzakta, twitter ve facebook takip ederken, arada gelen doğum günü, babalar günü mesajlarına, masada peynir-domates fotoğraflarına bakıyorum. Yadırgıyorum. Utanıyorum. Öfkeye gücüm kalmadı.
Bu sefer başka...

" Özgürlük ve demokrasi kelimelerini sürekli duyduğunuz dakika şüphe edin. Gerçekten özgür memleketlerde kimse size sürekli özgür olduğunuzu vurgulamaz." Jacque Fresco

11 Haziran 2013 Salı

Geri döndüm

Bedenin gücünü yitirmesi insanda tuhaf bir ihanete uğramışlık duygusu yaratıyor. Vücudun senin değil sanki. Söz geçmiyor. Yaşlılık için böyle  tarifler yaparlar. Gönlünün istediğine bedenin itaat etmemesi... Ne zaman kendimi enkaz gibi hissetsem, aklıma bu geliyor. (Beden mi gönüle itaat eder, yoksa gönül mü bedene sorusu aklınıza geldi mi, di mi? Yazalım bir kenara. Düşünürüz sonra belki...)
Bu ara gözlerim yanıyor, fena. Lens takamıyorum. Gözlük akşama doğru ağır geliyor. Bu sefer başım ağrıyor. Sırtım ağrıyor, topuklu ayakkabı giyesim yok. Bildiğin yaşlı teyzeler gibiyim. Hele bir de üzerine uyku muyku derdi olduysa hepten enkaz gibi oluyorum. Zor iş yavv! Spora ağırlık vereyim bari. (Spor dediğimde mahallede yürüyüş. Olsun, yürüyüş candır.)

Okullar kapanıyor bu hafta sonu. Büyük sözler söylemiş hatta kayıtlara da geçmişim; "Bir daha zinhar yazlık kiralamaaaammm!" demiştim. Ne oldu? Döndüm dolaştım eşşek gibi IV. geleneksel yazlık sezonunu açtım. Haziran sonu taşınıp, Temmuz sonu dönüyoruz.

Neymiş? Spor şart!

Yazlık öncesi evdeki yardımcı kadının gitmesi de bir gelenek halini aldı denebilir.
İnsan alışıyor bloggerlarım. "Amaaaan, bulurum bir çaresini, olacağına bak!" demeye kalmadan  çare bulunuyor. (Eskiden ben ne boş şeyleri dert edermişim yahu?)

Üç kadın "ay hiç sorma, konuşamamız lazım, anlatacaklarım var" diye buluşma konusu olacak konuları, 7/24 online bağlı, kısacık kısacık mesajlarla paylaşıyor, birbirimizi buluyor, planlıyor, organize oluyor ve hallediyoruz. Halledemediklerimizi "dur bakalım" rafına koyuyoruz. Hiç birşeyi ertelemiyor, olmayan şeylere dertlenmiyor ve bu halimize çok gülüyoruz.

"You don't get to choose if you get hurt in this world, old man, but you do have some to say in who hurts you. I like my choices."

Film: Hangover III-Serinin en zayıfı, yine de çok komik
Film: Now You See Me-Sıkı macera, ben sevdim.

HEYE-CAN

Öfkeliyim bugünlerde. Neredeyse herkes gibi, ben de en çok adelet duyguma dokunulunca öfkeleniyorum. Adaletin ne olduğu Antik Roma'dan beri tartışıla tartışıla, belki de evrensel kabul gören bir tanımı yapılmıştır. Bilmiyorum. Ben zorbalığa tahammül edemiyorum. İlla ki kaba bir üslup şart değil zorba olmak için. Kaba-saba zorbaları görmek, gücün yettiğince ittirip geçmeye çalışmak daha kolay. Beni öfkeden kudurtan zorbalar bunu sofistike biçimde yapanlar. Benim "iyiliğimi" düşünenler, "en doğruyu" bilenler, kurallar, prosedürler, roller, sorumluluklar falan adına konuşanlar. Bir de "orta yol"lar. Herşeyin "orta karar" olanından irkiliyorum ben. Ensemden aşağıya tüylerim diken diken oluyor. İçinde hep bir çıkar, bir hesap kitap, bir "ne şiş yansın, ne kebap" havası seziyorum. Önyargı mı bu? Öyleyse öyle!
Uzlaşmamaktan bahsetmiyorum. Taviz vermemek de değil söylemek istediğim. Herkesi bir oratalamaya çekmek, mümkün olduğunca benzeştirmek, kendi seçimine mecbur bırakmak için en iyisi, en doğrusu, en mantıklısı, herkesi için en hayırlısı,en şöylesi, en böylesini iddia etmekten bahsediyorum. Gücü kendi istedikleri gibi bir düzen kurmak için kullananlardan. Bunlar sofistike zorbalar. Kendi yaşam modellerini, kendi konfor alanlarını rasyonalize edip, diğer tüm seçenekleri sorumsuz, heyecanlı(!), uzlaşmaz, inatçı falan filan olmakla suçlayanlardan... Onların bu herkesin iyiliğini düşünür hallerine, zorbalıklarının bu sözde kılıflar arasında kaybolduğunu zannetmelerine öfkeleniyorum. Değişim istememeyi, kendi tercihinde ısrarlı olmayı bile anlarım. Ama başkalarının tercihinin, zekasının, gücünün küçük görülmesine öfkeleniyorum!
Bu zorbalar her yerde. Bizim iyiliğimiz için seçeceğimiz okul konusunda bizi ikna eden(!), hayallerin peşinden gidersek hayalkırıklığına uğrayacağımızı  bize öğreten(!), anne-babalarımız, görevimizin gereği(!) neyse onu sorgulamadan uygulamamız gerektiğini  hatırlatan yöneticiler, mutluluğun mutlak tarifini yaparak bizi seçimsiz bırakan sosyal kurallarımız, ...

Allah'tan başbakanımız harbi zorba. Sofistikasyonla işi yok. Kural, fayda, görev, gak guk diye başlasa da uzatmıyor. Gazsa gaz, tomaysa toma, ...

Ben de öfkeleniyorum işte! Zorbaya güç veren kurbanın derisinin altındaki korkuya öfkeleniyorum. 

Bu öfkede; belki ergenlikten belki de öncesinden kalan ufak arızalar olduğunun farkında değilim sanılmasın. Bal gibi farkındayım. Diğer yandan artık arızalarıma izin vermenin heyecanı var bende bloggerlarım. Heye-canlıyım!
Kim bilir belki bu heye-canla tüm arızalarımı tamir bile ederim.
 
“Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçebilir… Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan kendilerini mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. Bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz, her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir."

5 Haziran 2013 Çarşamba

Ertelemedim

Gece yarısını geçtik. Motivasyonumun sebebi yeni psikeart dergisi bloggerlarım. Konumuz "erteleme".  Üşenmeyin, yarın gidip bir psikeart alın. Bana bu saatte blog yazdıranın ne olduğunu anlayacaksınız.

Ne zaman bir şey yazmaya karar versem, içimdeki ses "sen zaten yazarsın, şimdi git eğlen biraz diyor". "Peki" diyorum. "Yarın başlarım."
Sinan Sülün-Bir erteleme söyleminden parçalar.

Yaaaaa, gördünüz mü? Dahası var.

Mevsimlerden yaz başı, hikayelerden Gezi Parkı,  duyguların hepsinden biraz,  günlerden tam gaz.
"Gaz" ki gündemin ana konusu. Tarih, gencecik insanların bir park için başlattığı örgütsüz ama kitlesel dayanışmayı, elbette insafsızca kullanılan biber gazını yazacak. Sosyal medyanın gücünü, konu komşuyla feysde arkadaş olmayı... Ne mutlu ki; " ben de oradaydım" diyeceğim.
Yok, bloggerlarım konuyla ilgili analiz yazacak değilim. Ben hayranlıkla, umutla içindeyim. Analizi, sentezi yapan bulunur. Ben takipçiyim. İçindeki zekaya, mizaha, coşkuya, cesarete ve tutkuya hayranım. Olayım budur. Malum ben hayranlıkla çalışan bir mekanizmayım. Önce hayran oluyorum. Sonra dahil oluyorum. (Aşk gibi mi?)

En az üç blogluk konu var demiştim ya, unuttum konular neydi:((
Ama başka şeyler birikti. Ah, bloggerlarım şu erteleme... Ertele-me!

"Günahlarını Tanrı değil, sen affetmeyeceksin. Kendine yaptıklarının cezasını bir ömür boyu peşinden koşan mahşerin atlılarından kaçarak çekeceksin. Sen ertelediğin kadarsın. Sen ertelediğin herşeyin toplamısın."
Nevhan Varol-Ertesi Durakların Kesilmemiş Biletleri

Yazılar, hatta okumaları erteliyorsam da, mahşerin atlılarından kaçmayacağım bloggerlarım. Hayatımı ertelemiyorum. Ertelediklerim dahil etmeyi beceremediğimden. Kapasitem mi yetersiz nedir? Yetişemiyorum. Üstelik son hızla bir otobanda gidiyormuş gibi hissederken...

Peki insan erteleyebiliyorsa, aslında neyi varsayıyor? Erteliyorsa, neyi seçiyor?

"Mutluluğu ertelediğini söyleyen biri neyi ertelemektedir?"
Ahmet İnam-Neleri nasıl ertelediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."

Aklımda yazacak ne varsa, uykumun arasında kayboldu.

Dergi: Psikeart: mayıs-haziran sayısı. MUTLAKA!

Mutluluk ertelenemez. Şimdinin bir parçasıdır. Andır. Bir kaba koyulup dolaba kaldırılamaz.  Mutluluğun konservesi, turfandası olmaz. %100 organik bir şeydir. Kolay çoğalır ama üretilemez. Kendisinden başka şeylerle kolayca karıştırılabilse de aslını gören hemen tanır.

Di mi..?



12 Mayıs 2013 Pazar

Azzzz sonra

Blogger'larım,
"Nerede bu yazılar???" sorularından nasıl mesudum anlatamam!
Allah sizi inandırsın, en az 3 blog yazısı aklımda. Ama oturup da yazamıyorum. Ben diyeyim vakit olmuyor, siz deyin ki elim varmıyor, ... Beceremiyorum bu ara. Var bi'şey işte!
İyi de nedir mevzu diyen varsa arasın, sorsun. Her şeyi blog yazarından beklemesin.

Şimdi blogger'larım, Psikeart'ın "Bağlanma" sayısını, Iron Man 3'ü bir de geçenlerde cnbc-e'de seyretmeye doyamadığım "Shadowlands"i diyorum. Mutlaka!

Yazın gelişi, kurarken bile içinde bunaldığım bir hayalin bana düşündürdükleri, başıma yeni gelen internet bankacılığı işlemlerindeki salaklığım, parfümeride parfumler anlatılırkenki "rocket science" ve elbette Justin Bieber konserinde anneme benzediğimi fark edip, konserde çektiklerimin üzerine kendime ettiğim eziyet gibi birbirinden güzide konu aklımda.

Size yeni tanıştığım "The Blogess" Jenny Lawson'dan bahsetmiş miydim?

Let's Pretend This Never Happened. Mutlaka!!!

"... Because you're defined not by life's imperfect moments, but your reaction to them."

15 Nisan 2013 Pazartesi

Bugün değilse, hiç bir zaman


Bloggerlarım,
“Peki hiç kardeşi olmayanlar?” diye soranları hayalkırıklığına uğratacağım. Bilmiyorum ki!
Ben cevapları bilenlerden değilim. Ben soruları arıyorum.
İlle de bilmişlik yapmak için, tahminimi yazabilirim. (Hayatı tahmin edebilenlerden değilim. Bildiğimi sandığım her şeyden uzağım. Ben yaşadığım kadarım. Bir de hayallerim varJ)

Kardeşi olmayan bir kızım var benim.  Tacı-tahtı yerinde, evrenin merkezi… Paylaşmak zorunda olma, en sevdiklerini kaybetme riski, göründüğü kadarıyla gündeminden uzak. Evren O’nun etrafında dönüyor. Tabii, yörüngeden çıkanlara düşman!
Ben tek çocukları aşı olmamış çocuklara benzetiyorum. Tüm dünyaya karşı hazırlıkları bağışıklık sistemlerinin doğal gücü kadar… Durup dururken birisi onlara iğne batırıp, sersemletilmiş mikropları bünyelerine sokmuyor. İğne, hafif ateş, hastalık emareleri, ağrı-sızı, korku falan yok. Amaaaa bünyeleri ne kadar sağlamsa, o kadar adapte oluyorlar sisteme. Bünyede zayıflıklar varsa, fena. Yakalıyor kızamıklar, su çiçekleri, …Hırpalan dur. O zaman geliyor iğneler, ateşler, acılar,…
Aşılılar belki de hiç karşılaşmayacakları ne varsa, önceden bünyeye almış oluyor. Bedenin dayanıklılığı fazla… Bünye hazır. Baştan eziyet neyse çekilmiş, bedel ödenmiş.
Dünya hali anlaşılmaz malum; kimi bünyeler onca aşıya rağmen yine perişan, kimileri hiç aşı olmadan canavar gibi idare ediyor. Sadece doğuştan sahip oldukları ya da aşılar değil ki; bu işler karışık! Ailen, yaşadıkların, arkadaşların, dünyaya verdiğin anlam, seçtiklerin, bıraktıkların var elbet…
İstersen ağrıdan, sızıdan, ateşten korkmayıp ne varsa yaşar, kendi kendini aşılarsın. İstersen steril fanustan çıkmaz arada kafayı uzatırsın, elleri yıkar, organik beslenirsin falan, ne biliyiiim…

Bağışıklık sistemiyle kafayı bozmuş olmamın bir sebebi var elbet bloggerlarım. Haftalardır perişanım. Bir boğaz enfeksiyonudur ki, sürünüyorum. Aşısı yok bu meretin. Hayat böyle, bazı şeylerin aşısı yok. İlle de başına gelecek. Kah sürünüp, kah tadını çıkarıp başa geleni çekeceksin. Geldi mi, bil ki geçecek. Geçti mi, bil ki artık senindir.
Arada yıpranma oluyor tabiiJ O da bu işlerin şanından. Nasılsa anı biriktirmek, anılarda birikmek için yaşamıyor muyuz? “Yoo, ben anı biriktirmek ve anılarda yer etmek için yaşamıyorum ki” diyenlere sözüm yok. Belki bir gün, bir yol bizi karşılaştırır, kim bilir?
Devam ettikçe yoluma çıkan ve yolumdan çıkan her şeyde ve herkeste bir anıyla beraberim. Tuhaftır bloggerlarım, belirsizliğin en fazla olduğu anlarda bile güvendeyim. Bana sorarsanız, tüm endişeli kararsızlıkların, “yeterince” emin ol(a)mamanın çaresi bir tane; “bugün değilse, hiç bir zaman.”    

"...dünya öyleisne çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekirdi." Yüzyıllık Yalnızlık/Gabriel Garcia Marquez

-Blog niye artık maille gelmiyor? Niye facebook'ta yayınlanmıyor?
-Bilmem. Böylesi bana daha iyi geliyor. Üşenmeden okuyanlar, hatta yorum yazanlar olunca mutlu oluyorum. Teşekkür ederim.

27 Mart 2013 Çarşamba

Sıfat

Benim bir kardeşim var. Kardeşi olanlar bilir, bu bir denge işidir. Hayatta sizi en çok sevmesini istediğiniz kişileri paylaşmayı öğrenme işidir. Sürekli beklentileri duyma, sürekli bir zamanlar senin zannettiğin herşeyi yeniden kazanmaya çalışma işidir. Kardeşin dünyaya gelmesiyle  tacı tahtı kaybedip bir de sevinmiş gibi yapma işidir. Abi/abla değil de kardeş olanların çilesi başka... Onların dünyası da hep arkada kalmamak üzerine. Kendilerine kurulmuş bir düzen içinde bir yer açma çabası.
Dört yaş var aramızda kardeşimle. Benim doğumgünüm akşamı doğdu ! Dünyanın en tatlı bebeğiydi. Sonra da hep iyi huylu bir çocuk oldu.
Düşünün! Annemi, babamı hatta doğumgünümü paylaşıyorum. Üstüne bir de sevmek mecburi!
"Kıskanç" bir abla olmayı göze almak kolay mı? "Kıskanç" ki sıfatların en acımasızı...

Sıfatların acımasına muhtaç olmayınca bloggerlarım, dünya başka bir yer oluyor. Hafifliyor sanki hayat. Özgürlük mümkün oluyor. Sıfatların gücü; hayallerden daha fenası gerçeklerden fazla olursa hayat kendimize yakıştırdığımız bir kaç sıfata layık olmaya çalışmakla tükeniyor. İnsan kendi gulyabanilerinin elinde düpedüz oyuncak...

Sonra bir gün fark ediyorsun. "Ben hepsiyim" deyiveriyorsun. Hem kıskanç hem fedakarım, hem masum hem hainim, hem iyi hem kötüyüm, hem tembel hem çalışkanım, hem bencil hem özveriliyim, hem akıllı hem aptalım, ... Bildiğin ne kadar sıfat varsa hepsi insana uygun olunca korkusuz değil ama cesur oluyor insan. Seçme hakkı oluyor. Neyi seçerse, o oluyor. Ya da bana öyle oldu.

Şimdi, kardeşimle orta yaşlarımızdayız. Ben azıcık daha ilerdeyim:))
Bir kardeşim olduğu için değil, kardeşim O olduğu için mutluyum. Hatıralarımın tek şahidi olmasına çok memnunum. Yüreğinin iyiliğine hayranım. Sesinin neşesi bana iyi geliyor. Arada O'nu öldürmek istediğim için de hiiiç suçluluk duymuyorum.

Bugün, bloggerlarım, her ilişkimi kalbimdeki karşılıyla ifade edebildiğim birine dönüşmüş olmaya bayılıyorum. Bugün, korkularımın gerçeklerimi örtmeye yetmemesine bayılıyorum.
Dedim ya, sıfatların hepsi kabulüm. Hayatımda yepyeni bir sayfa açan bir bakış açısı bu.

E bazen de böyle oluyor... Sabaha karşı uyku tutmayınca kalkıp blog yazılıyor. Olur, ne yapalım...

Fazlası var bloggerlarım. Bugünlük bu kadar. Daha sabah ezanı okunmadı.

NOT: "Niye yazmıyorsun?!" diye arayanlar; siz olmasanız ne yapardımmmm?


Stopping by Woods on a Snowy Evening/Robert Frost
Whose woods these are I think I know.
His house is in the village, though;
He will not see me stopping here.                                       

To watch his woods fill up with snow.

 My little horse must think it queer
To stop without a farmhouse near
Between the woods and frozen lake
The darkest evening of the year.

He gives his harness bells a shake
To ask if there is some mistake.
The only other sound's the sweep.       

Of easy wind and downy flake.
The woods are lovely, dark, and deep,
But I have promises to keep,


And miles to go before I sleep,
And miles to go before I sleep.


19 Şubat 2013 Salı

Düğümler

İnsan bildiği bütün duyguların hepsini hissederse, aslında ne hissettiğini bilir mi?

Bir anda hem de aynı anda olanlardan hangisi önce, hangisi sonra gelir?

Yolun değil de yolculuğun peşine düştüğünde, kim seninle gelir? 

 Bir sürü şey var bloggerlarım. Ve fakat anlatasım yok.
Psikeart'ın yeni sayısı: Vicdan.  Yine çok güzel.
Ağaçlar çiçek açmaya başlamış, mevsim bahar oluyor. 
Çok iyi bir zirvedeydim. Lynn Twist'i tanıyın derim. O aktivisit bir kadın. Kimseye benzemeyen bir etkisi, bir haresi var. Bir de kitabı... The Soul of Money.
Hafta sonu Çeşme'de bir workshop'tayım. Pazar günü güzel kızım pek heyecanlı olduğu  bir yarışmaya giriyor... Ece Temelkuran'ın yeni kitabı var bir de. Kadınların, kadın dostları olanların romanı. Dünyanın doğusuna ait kadınların... Yani, tam benlik!

Ben blogger'larım, şanslıyım. Demiştim ya, görünmez bir efsunla sarılıyım. Bir de dostlarımla... Eskiden sadece şansımı biliridim. Artık efsunun da farkındayım.


"Ben ikiye bölündü herhalde. Bir tanesinin tuhaf bir yolculuğa çıkmasında sakınca yok gibi geliyor bana. Ben nasılsa artık sadece izleyen bir gözüm."     Ece Temelkuran/Düğümlere Üfleyen Kadınlar

5 Şubat 2013 Salı

Davet


The Invitation
It doesn't interest me what you do for a living
I want to know what you ache for
and if you dare to dream of meeting your heart's longing.

It doesn't interest me how old you are
I want to know if you will risk looking like a fool
for love
for your dreams
for the adventure of being alive.

It doesn't interest me what planets are squaring your moon...
I want to know if you have touched the center of your own sorrow
if you have been opened by life's betrayals
or have become shrivelled and closed
from fear of further pain.

I want to know if you can sit with pain
mine or your own
without moving to hide it
or fade it
or fix it.

I want to know if you can be with joy
mine or your own
if you can dance with wildness
and let the ecstasy fill you to the tips of your
fingers and toes
without cautioning us to
be careful
be realistic
to remember the limitations of being human.

It doesn't interest me if the story you are telling me
is true.
I want to know if you can
disappoint another
to be true to yourself.
If you can bear the accusation of betrayal
and not betray your own soul.
If you can be faithless
and therefore trustworthy.

I want to know if you can see Beauty
even when it is not pretty
every day.
And if you can source your own life
from its presence.

I want to know if you can live with failure
yours and mine
and still stand on the edge of the lake
and shout to the silver of the full moon,
"Yes."

It doesn't interest me
to know where you live or how much money you have.
I want to know if you can get up
after a night of grief and despair
weary and bruised to the bone
and do what needs to be done
to feed the children.

It doesn't interest me who you know
or how you came to be here.
I want to know if you will stand
in the center of the fire
with me
and not shrink back.

It doesn't interest me where or what or with whom
you have studied.
I want to know what sustains you
from the inside
when all else falls away.

I want to know if you can be alone
with yourself
and if you truly like the company you keep
in the empty moments.


Oriah Mountain Dreamer

Hepsi budur. Ne daha fazla, ne daha eksik...

2 Şubat 2013 Cumartesi

Bildiklerim

Doktorların sigara içmesi hakkında konuştuk dün hastanede. Hatta tutkuyla içenlerin adını andık. Annemin omzu kırık, malum. Hastanede olmamız o yüzden... Sigara, "zarar verdiğini bile bile yapma devam ettiğimiz şeyler" konulu sohbetlerin baş kişisi. Yoksa derdimiz kendisiyle değil.

Yapmak/yapmamak gerekeni bilip de yapmaya ya da yapmamaya devam etmek... Bir yerden başla(ma)mak ya da vazgeçme(me)k

"Bilinçlendirmek"ten bahsedilir hep. İnsanlar neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilse, yapmaz/yapar varsayımımız vardır. Hepimiz insanoğlunun bilgiyle karar veren, makul canlılar olduğuna inanmak isteriz. Bu inanç insanları anlamanın ve değiştirmenin mümkün olacağı umudunu sağlıyordur belki de... Oysa, bilmek yapmaya yetmez. İnsanoğlu kararlarını, hele önemli kararlarını bilgiye dayandırmaz. Ama dayandırıyormuş gibi, bilmiş kılıflar bulur. Bu hepimize iyi gelir.

Doktor da olsan, sigara içmeye devam edersin. Kırmızı ışıkta durmak gerektiğini bilir, geçersin. Hız sınırı tabelasını görür, yine de gazdan ayağını çekmezsin. Dahası bunlar hayati kararlardan kabul edilmez.

Öyle ya, mühim kararlar mesela hangi şirkette çalışacağınla ilgilidir, nereden ev alacağınla, kiminle evleneceğinle, hangi işe yatırım yapacağınla,... Analitik olmakla övünürüz. Verilere dayanmakla, kararlarımıza duygularımızı katmamakla,... Bu oyun hepimize iyi gelir. Güvende hissederiz. Aklımız hayatımızı kontrol ettiği sürece herşey kontrol altındadır. Oh, rahatlarız. Bizler makul insanlarız. Yemekten sonra sigaramızı  yakarız. Bu, elbette hayati bir karar değildir. Kaldı ki, ne zaman istesek, aslında, bırakabiliriz. Sadece şimdi bununla uğraşamayız.

Yapmam gerekeni bilip de yapmadıklarım aklımda bu ara. Yapmamam gerektiğini bilip de yaptıklarım... Onlar da var. Ben makul insanlardan değilim. Kafam hep karışık.

Tam burada zamanla ilişkim de karışıyor. İçimde zaman farklı işliyor sanki. Çok yavaş...  Başlamak/vazgeçmek için hep biraz daha zamana ihiyacım var duygusu. Ama o doğru zaman bir türlü gelmiyor.
Gerçek dünyada  zaman hızla akıyor. Benim içimdeki, bir türlü gerçek zamanla senkronize olmuyor. Ya geride, ya ilerideyim. Ya da hepten zamansız bir yerde, beklemedeyim. (Pause).

"İnsanoğlu nasıl karar verir gerçekten?" diyen herkese ısrarla "Think Fast and Slow"u tavsiye ediyorum. Kahneman'ı okuyun. Üzerinde çok düşüneceksiniz.

Neyin karar olduğunu, neyin önemli olduğunu anlamak için "bilgi" yetmiyor bloggerlarım. Belki ne istediğini bilmek yardımcı olabilir. Bilmek ve istemek. Ya da ne istediğini bilmek.

"Peki, bu yeter mi?" diyen bloggerlarımı bu soruyla bırakıyorum.

Ne istediğini bilmek o uğurda harekete geçmek için yeter mi?

Film: Umut Işığım-Çok gerçek!
        : Django-Tarantino.

Her ikisi de şahane! Mutlaka!

"Yalnızca bir kez dilim tutuldu, bir adam bana "sen kimsin" diye sorduğunda." Halil Cibran

17 Ocak 2013 Perşembe

Nedenler

Belki bir sonraki  yazıda bir kere daha kararlar ve nedenler üzerinde düşünürüz. Belki...


"Kim bilir kaç kez mükemmel nedenlere dayanan feci kararlar almışımdır! Veya tam aksine, sağduyuyu hiçe sayan gerekçeler en güzel kararların yolunu açmıştır! 
Bu nedenle artık kendime şunu telkin ediyorum: Önce, göz açıp kapayıncaya kadar karar ver! Sonra sabırla içine yönel ve bu tercihinin nedenlerini anlamaya çalış." Amin Maalouf/Doğu'dan Uzakta

Keyifler

Bloggerlarım,
Bir arkadaşım ki kendisiyle bu blogda " şemsiyeci" olarak tanıştınız, bana  Maalouf'un yeni kitabını, Doğu'dan Uzakta, hediye etti. Okuyup blogumda yazmam için.

Aşk, dostluk, özlem, hatırlamak, unutmak, affetmek, suçlamak, sadakat, ihanet, korkmak, artık hiç korkmamak, ev, aidiyet, inanmak üzerine bir roman.
Ben " hiç bitmese" diyerek ama bir solukta okudum. Düşündüm, hatırladım, gülümsedim, anladım...

Bu ara bloggerlarım, kitaplardan, arkadaşlardan, şanstan, umuttan, hayalden yana keyfim yerinde. Heyecanlı, meraklı, tutkulu, istekliyim. Mutluyum eni konu. "Yani, demek ki herşey yolunda" diye aklınızdan geçiriyorsanız, yanılabilirsiniz.
Mutluluğun herşeyin yolunda olmasıyla hiç bir ilgisi olmadığını henüz  fark etmemişeniz, elbette edeceksiniz. Benimki de değil.

Belki hayallerle, belki ümitle, belki inanmakla, belki kendinle barışmakla, belki izin vermekle, belki hiç biri, belki hepsiyle ilgilidir.

Sevgili Şemsiyeci,
Seni seviyorum. Teşekkür ederim. 


"Normalde sezgilerime güvenirim; yanılmaz oldukları için değil, çok düşünüp taşındığımda, işin önünü arkasını fazla hesaplamaya çalıştığımda veya daha da kötüsü lehteki ve alehteki gerekçeleri  zihnimde  iki rakip sütun halinde sıralamaya kalktığımda, çok daha fazla yanıldığımı yıllar geçtikçe anladım da ondan." Amin Maalouf/Doğudan Uzakta


4 Ocak 2013 Cuma

Rüya

RİVER
You know a dream is like a river,
ever changing as it flows
And the dreamer's just a vessel that must follow where it goes
Trying to learn from what's behind you
Never knowing what's in store
Makes each day a constant battle
Just to stay between the shores

Too many times we stand beside
Let the water slip away
Till what we put off till tomorrow
has now become today
so don't you sit upon the shoreline
and say you're satisfied
Choose to chance the rapids
Dare to dance the tide


~ Garth Brooks ~