8 Eylül 2013 Pazar

Göçebe

Bu yıl bayramlardan yana şanslıydık. 30 Ağustos cumaya denk geldi. Yaşasın tatil!
İzmir'in neredeyse tamamıyla birlikte en yakın Yunan Adaları'nı istilaya katıldık tatlı kızımla. Memlekette devalüasyon olmuş, Suriye'yle savaş davulu çalınıyormuş, benzin fiyatı almış yürümüş falan aldırmadık. Doluştuk feribotlara, bizim hedef Midilli. Geçen yıl bu vakitler Sakız'daydık. Çok sevmiştik. Bu sefer adaların üçüncü büyüğü Midilli'ye...

Çakma ev hanımının bir göçebe olduğunu biliyorsunuz bloggerlarım. Babamın işi nedeniyle şehir şehir gezmelerden fazlası benimki. Şehir şehir gezenlerin çoğu "bir yerli"dir. Bayramda memlekete giderler. Akrabalar oradadır. Adetleri bellidir. Bir başlangıç noktaları vardır, yolları sonunda oraya çıkar. Benim için bir başlangıç noktası hiç olmadı. Babamın annesi tam bir orta Anadolu'luydu. Divriği. Babamın babası bir Karadeniz'li. Bafra. Babam Ankara'da büyümüş. Annem ise bir adadan, Kıbrıs. Kıbrıs,  çocukluluğum boyunca uzun aralıklarla, uçakla ya da feribotla (yani bir macerayla) gidilen, özlemle beklendiğim, tanıdığım hiç bir yere benzemeyen ama  her sokakta tanıdık birilerinin olduğu,  kimsenin bilmediği nefis yemekler yenen, hem yabacısı hem bir parçası olduğum yerdi. Midilli'de rehberimiz Aris Türkçe konuşmaya başlayınca kızım "Kıbrıslı mı?" diye sordu. "Değil" dedim. Bu adaların Türkçesi. Hem bizim dilimiz hem başka.
Kızım bir göçebe değil. Folklör kitabı gibi efsane bir kadın olan babaannemi hiç tanımadı ama benim de kardeşimin de ezberden bildiği masal tekerlemesini biliyor. Annemin bizimle oynadığı, bizden başka kimselerin bilmediği oyun tekerlemesini de biliyor.  O hala doğduğu şehirde oturuyor. Sokakların bazıları ananesine, bazıları amcasına, bazıları kuzeninin okuluna çıkıyor. Bir göçebenin kızı olsa da o henüz göçmedi. Göçerlerden izleri biriktiriyor. Ben artık kendimi buralara epeyce alışmış hissetsem de toparlanıp gidivermek hep aklımda bir ihtimal. Bir gün bir başka yere gidersem merak ettiğim memleket diye nereyi özleyeceğim...
Midilli'yi çok sevdik. Daracık sokakları, zeytin ağaçları kaplı tepeleri, ballı yoğurdu, lokmaları, siesta saatinde kapının dışına takılan anahtarları, taş evleri, ...
Bir şey yemek ya da içmek için nereye oturduysak garsonların sipariş almak ya da getirmek için pek de heyecan duymaması en çok dikkatimizi çeken şey oldu. 100.000 nufüslu bir adada, her köyde tiyaro, kütüphane. Adanın tamamında altmış küsür tiyatro. Üç Nobel ödüllü yazar. İşte bunları fena kıskandım bloggerlarım. Ekabir hayat, her öğlen siesta, garsonun rehaveti değil de hani hırsızlığın neredeyse hiç olmamasını da kıskandım.
Dinlediğimiz onlarca yürek bukan mübadele öyküsü, buraların bir Türkçe bir Rumca söylenen türküsü, badem ezmesi, un kurabiyesi, yaprak sarması, peynir kızarması,...

Eylül ayındayız yine. Mevsimlerin en romatiği, en hüzünlüsü... Limonata tadında  hava hala. Altıncı sınıf olan kızımın bu yıl sınıfı değişiyor. Sınıflar karışıyor. Niyeyse adet böyleymiş. Heyecanlıyız.

Ben, bazen zamanın bazen uykunun peşinde koşarken bloggerlarım, bu hafta sonu pek güzel bir tembelliğe düştüm. Bütün gün kanepe ile yatak arasındaydım. Çoktandır ara verdiğim hayal kurmaya kavuştum. Sanki uykuma da... Ohhh mis! Sıra yürüyüşlerimde.
Hayata hem baştan başlayıp hem kaldığın yerden devam etmek heyecanlı heyecanlı olmaya da neye başlıyorduk neye devam ediyorduk orada insan biraz karışıyor. Sahi, kaldığımız yer neresiydi?


-Niye ayırmak istediler? 

-Bilmem. (Düşündü.)Belki sonuna dek gitmekten korkuyorlardır, sonunu görmekten.
Yusuf Atılgan/Anayurt Oteli










2 yorum:

  1. yeni yazılar eklenmiş ama okumak için işten çıkıp eve gitmeyi bekliyorum kiii ağırdan alıp keyfini çıkartayım :)

    YanıtlaSil