26 Haziran 2011 Pazar

Şimdi

Okullar kapandı. Yaz resmen başladı. Okulların kapanmasını beklemiş belli ki, hava da ısındı. Deniz, güneş, terlik zamanı!
Ben değil ama evdekiler açmışlardı sezonu. Ben dün Çeşme’ye giderek önce deniz, sonra kumruyla yaz açılışını yaptım. Deniz nefisti. Tüm günü denizi seyrederek geçirdim. En sevdiğim şey…

Okulun son haftası yersiz bir gerilimle geçti. Henüz ilkokul çağlarında olan tatlı kızımın ödevleri konusunda öğretmenden aldığım küçük uyarı evde bir bomba etkisi yaptı! Gözümü korkuttu yaşadıklarım. Dertsiz bir çocuğa annelik ne kolaymış! Anlatsam, “bu mudur?” denecek bir pürüzde tökezleyip, darmadağın oldum. Daha yolun çok başında, yoruldum.
Son haftalarda kendini tatil havasına kaptıran kızım ödevlerini uyduruk yapar olmuş. Öğretmenin uyarısı sonrası takiplerimizde “gerektiği kadar” özen göstermemesi nedeniyle yaşadıklarımızı gören, kızım okulu bıraktı, mahallenin manavına kaçtı sanabilirdi.

Şimdiki zamana ait bir sorunu büyütüp, bütün geleceğe yansıtıp, yenilmez bir canavar yaratan sonra da karşısında çaresiz kalan yaklaşımıma baktım uzaktan. “Ödevlerini ihmal etmesi değil benim derdim, ya böyle kısa yolları tercih eder ömrü boyunca sahtekarlıklar yaparsa, sorumluluklarını göz ardı ederse, ya tüm hayatta başarısız olursa…”
Tepkimizi ve korkumuzu kontrol edemeyeceğimiz kadar büyüten bu algımızdaki zaman hatası, değil mi?
Problem şimdi zamana ait ve aslında basit. Ama biz onu tüm geleceği karartacak bir gösterge olarak algılıyoruz. Tüm kaygılarımız gömdüğümüz çukurdan çıkıp üzerimize geliyor! Bu basit problemi çözecek yaklaşıma değil de tüm geleceği kurtarma garantisi olan doğruya ulaşmaya uğraşıyoruz. Hal böyle olunca hiç bir çözüm yeterince doğru gelmiyor. Malum, geleceği garantileyecek kudret biz fanilere verilmemiş. Ama inatla bu gücümüz varmış gibi düşünüp, evlatlarımızın hayatını kurtarmaya odaklıyız. Onların tek ihtiyacı ise şimdiki zamanda dertlerine bir yardım edilivermesi… Gelecek bizim farkında olduğumuz ve kendimizce ennn doğru kararları vermek için kendimizi parçalayarak çözdüğümüz problemlerden, aldığımız önlemlerden, yaptığımız seçimlerden çok hayatın getirdikleri, spontan anlardan kurulu olacak. Şimdi yaşananı böyle tüm yaşama genişleterek asıl problemden uzaklaşıyoruz. Kendimize de etrafımıza da hayatı zorlaştırıyoruz. Asıl problem de küçücük kalıyor, odak olmaktan çıkıyor. Gel gelelim bunları salim akılla bilsek de, içimize sinmiyor. Ego büyük şey! İnsan yaşamı, geleceği üzerinde kendi etkisini ille de çok önemsiyor.

Bu zaman algısını çarpıtmaya “yetişkin” olmak diyor, bunu marifet biliyoruz. Çocuk olmak, olan biteni geçmişe, geleceğe yaymadan “an” içinde yaşamak demek. O yüzden hep cıvıl cıvıllar. O yüzden ufacık bir şey için ağlamaları, üzülmeleri, sevinmeleri. O yüzden hemen geçiveriyor öfkeleri, üzüntüleri, bacaklarındaki yaranın acısı, … Onlara yaşamın “an”lardan daha fazla bir şey olduğunu belletmeye çalışıp büyütürken, “içimizdeki çocuğu” bulmak ve korumak için bütün çabamız.

Bir de hayallerimiz var... Basit, küçücük, çok insanca, çok masum hayaller… Başarılı olsunlar, dürüst olsunlar, mutlu olsunlar, doğrularımızı benimsesinler, anlasınlar bizi… “Fazla bir şey istemiyorum ki” diyoruz. Sonra bu “küçük” hayaller kırılınca nasıl da zorlanıyoruz. Sorumluluklarımız hayallerimizle karışıyor… Korkular, endişeler, öfkeler büyüyor…

İşin içine evlat girince tüm duygular çok büyük! Aşk gibi. İnsan anne-baba olunca faniliği kabullenmek daha da zor oluyor!

Bir ömür önce anne babanın hayallerine ihanet etmemeye çalışmakla, sonra kendi hayallerin için çok geç kaldığını fark etmekle daha sonra kendin için değil evladın için kurduğun hayalleri yaşatmaya uğraşmakla geçiyor. Hep bir borç/alacak ilişkisi.

Kendi hayallerimden vazgeçtiğimi fark edeli çok oldu. Başkalarının hayallerine sadakat göstermekten çok yorulduğum oluyor. Anne, eş, evlat, kardeş, arkadaş, yönetici, işveren, iş alan olmadığım bir paralel evren hayal ediyorum şimdi. Kimsenin hiç bir şeyi olmadığım, deniz kıyısında, aydınlık, serin bir yerdeyim. Neredeyse boş, beyaz bir ev… Evin içinde hafif bir rüzgar. Gözlerimi kapatıp orada olmayı dilediğimde gidebildiğim ve istediğim kadar kalabildiğim bir yer. Gözlerimi açtığımda buraya döneyim, sadece 1 saniye geçmiş olsun. Kimse onların hayallerini terk edip kendiminkine gittiğimi bilmesin…

"İnsanoğlu için açgözlü denmiştir her zaman. Elindekiyle yetinmeyip hep daha fazlasını istediği söylenir. Bunlar küçümseme dolu, eleştri niteliğinde söylenmiş sözlerdir. Oysa istemek insanın en büyük yeteneklerinden biridir ve onu, bulduğuyla yetinen hayvan türlerinden üstün kılar." İnci/John Steinback

12 Haziran 2011 Pazar

İnanmak istediğim mucizeler

Blog fotoğrafımı yenileyeyim. Bir sonbahar resmi hiç değil istediğim. Ne olduğunu bilmiyorum. Blogu açınca o fotoğrafın bana hissettirdiği duygudan uzak olduğumu fark ettim.

Bugün genel seçim var. Televizyon açık. Seçim yasakları bitsin diye bekleniyor. Henüz havanda su dövme aşamasında konuşmalar. Dünya görüşü düpedüz ortada birisi olarak benim aklımın bir tahmini var, bir de inanmak istediğim küçük mucizeler.

Hayatımın özeti bu zaten. Aklımın bildiklerinden kaçarak, inanmak istediğim mucizeleri beklemek...
Ama inandıklarıma da bir türlü güvenmiyorum. Aklımdan kaçıp, hayallerime de arka çıkmayınca kimsesiz kalıyorum. Aklımda, gönlümde sahip çıkmıyor bana. İşte o zaman darmadağın oluyorum. Sığınacak yer bulamıyorum. Bütün korkularım geri geliyor.
Ne "korkacak ne var" akıl çağrısı işe yarıyor, ne "herşey güzel olacak" tesellisi...
Berbat hissediyorum. Daha önce böyle berbat hissettiğim tüm zamanları tek tek hatırlıyorum. Hatırlayamadığım kadar eski anılardan başlayarak...

Ömürlük olunca hissettiklerim bir ömrü sorgulayasım geliyor. Elbette hesabın sonu eksi. Neresinden baksan, toptan kaybetmişsin. Daha fenası vazgeçmiş olduğunu bilmektir. Vazgeçmişsen zaten artısı, eksisi birdir. Kendini sevmeyi değil de korumayı öğrenmiş tüm çocuklar gibi...

Bu hafta okulun son haftası. Karne alacak kızım ve yaz tatiline başlayacağız.
Önümüzdeki haftasonu Nar taneleri projesi kapsamında eğitimde olacağım.

Tek satır okumuyorum iki haftadır. Okuyasım yok. Kadın dergisi sevenlere bu ayki Harpeer's Bazaar tavsiye edeceğim. Çünkü nefis bir Hamdi Koç yazısı ve Murathan Mungan ropörtajı var.

"...
Korkuları yenebilmek
Sana ne diyeceğim biliyor musun? Anladım ben bütün o masallarda neden canavarları öldüren bir garibana verdiklerini prensesleri. Çünkü ancak korkuları öldürenler hak ediyor o güzel kızları, kraliyet sofralarını, o sonsuz şölenleri. Ancak canavarları öldürenler ispatlıyor insanlara yeniden, korkuların yenilebileceğini.
" Ece Temelkuran/Canavarlar

5 Haziran 2011 Pazar

Bilmek

Okul sonu aktiviteleri damgasını vurdu geçtiğimiz haftaya. Önce müzik gecesine, ertesi akşam da dans gecesine gittik. Kızımızın her iki gecede de rolü vardı.
Müzik gecesiyle başlayalım: Müzik, dans ya da ne olduğunun önemi yok aslında, sahnede bir performans göstermek ne kadar zor şey! Her sahneye çıkan çocukta bunu hissettim. Müzik aletini çalmak, bir performans ortaya koymak ne zor!
Müzik gecesinin yıldızları rock gruplarıydı. Önce ilköğretim rock grubu çıktı sahneye. Nefis sesiyle bir Şebnem Ferah şarkısı söyledi solist kızımız. Baterist, elektro gitarist, bascı başarılıydı. Ama henüz çok başındaydılar işin. Bir heyecan, bir heyecan...
Baterist bagetleri elinde çevirse de, solist kızımız bir kez bile başını kaldırıp seyirciye bak(a)madı heyecandan. Derkeeeen sahneye lise rock grubu çıktı.
Sahneye de enstrümanlara da hakimiyeti artmış genç adamlar çıktı. Bir de özgüveni fazlasıyla yerinde bir solist. Gerçekten çok başarılıydılar. Bize de bir jest yapıp Bon Jovi çaldılar. (Malum onlar için anne-babalarının neslinden bir grup:))
Sahnedeki o özgüvenli hallerine bayıldım! Henüz yüzler sivilceli, saçlar şeklini bulmamış, pantalonun üzerinde duran salaş siyah tişört "cool" olmaktan çok sakil dursa da sahne onlara çok yakışmıştı.
Sahne gerçekten seksi bir şey diye aklımdan geçirdim.

Ertesi gün dans gecesiydi. Her sınıftan çocuk vardı. İlkokul 1. sınıflar da vardı, liseliler de. Anadolu Ateşi tadındaki gösteride kızlar lise öğrencisiydi. Liseli kızlar yaşıtları olan oğlanlardan başka bir görünümdeler. Sivilceler falan yok, varsa da belli değil. Saçlar fönlü, makyaj yapılmış. Kızlarda hiç birşey sakil durmamış. Onlar gencecik, güzel kadınlar olmuşlar. Anladım ki liseli bir oğlanın liseli bir kız karşısında şansı yok denecek kadar az! Kızlar hızlı "oluyor"lar.
Gecenin sürprizi bir gece önce lise rock grubunun solisti olan çocuğun dans grubunda dansçı olması, solo zeybek oynamasıydı. Yine çok başarılıydı. Sahne ona her şekilde yakışıyor, belli.

İlkokuldan liseye neredeyse sahneye her çıkan çocuk parande attı. Hayretle seyrettik vallahi. Bizim çocukluğumuzda bir ortopedik engel mi vardı acaba? Parende dediğini öyle herkes atamazdı. Bunların hepsi attı.

Ennn çok öğretmenlere hayran oldum. Müzik öğretmeni dediğin blok flüt çalmayı öğretir, beden eğitimi öğretmeni de sağa sola dönmeyi sanırdım. Meğer öyle değilmiş. Emeklerine, çabalarına hayran oldum. Bayıldım! Öğretmenlere ba yıl dım.

Tabii hepsi üst üste olunca hafta koşturmakla geçti. Ev, iş, toplantılar, okul, kızın kuaförü, annemin alınması, evin organizasyonu,... Sevmiyorum bu "şapka" lafını ama bir kadınsan öyle çok şapkan var ki! Bazen hepsini üst üste takmak ya da takıp takıp çıkarmak kolay olmuyor. Ya da kim bilir, belki de benim kapasitem dar.

Üstüne geçen hafta hem iş hem de tüm yaşamım hakkında bir başka kritik kararın haftasıydı. O da geçti. İstediğim gibi bir karar verdim. İçim rahat. Huzursuzdum. Rahatladım...

Dostlar, arkadaşlar, eş, aile, çocuk, gerçek bir duyguyla bağlı olduğumuz insanlar... "Birini tanımak ama tam anlamıyla tanımak iyi bir şey mi?" diye düşünür oldum.
Tanımak değil tam anlamıyla söylemek istediğim, bilmek belki. Hani sabah olunca güneşin doğacağını bilmek, şimşekten sonra gök gürleyeceğini bilmek gibi. Öyle apaçık, mutlak bir bilgiyle bilmek. Bilmek, böyle apaçık, buz gibi yine de insanı hayalkırıklığından alıkoyamıyor. İnsan aklıyla bildiğini gönlüyle kolay kabul etmiyor ya bazen... Umut var bizi bildiğimizi bilmez yapan. İmkansızı istemenin adı olan umut...
Bildiğine inanmaz, inandığına güvenir yapıyor insanı.

Benim böyle bildiğim insanlar var. Apaçık bildiğim. Bilmek için değil, sadece mutlak bir ilgiyle izlediğim için öğrendiğim. Bazen kendisinden bile iyi bildiğim insanlar var. Düşünüyorum, bilmese miydim?.. Bilmesem daha az sever miydim? Daha az düşünür, üzülür müydüm? İnsanın kendini bildiğinden sakınması zor!

Varsa dünyaya bir daha gelme alternatifi, dertsiz tasasız, mümkünse duyarsız bir erkek olmak istiyorum. İnsan hayatının anlamı bir ömürde biriktirdiği anılar, anlatacağı bir hikaye olması olsa da; hikayelerin de, anıların da, duyguların da bedeli var.
Sonunda tüm bedellerden azade, hikayesi olmayan, kopya, siyah/beyaz hayatlar mümkün. Üstelik sonunda bedeller başkalarına kalıyor. Farkında bile olmuyorlar çoğu zaman. Fark ettikleri şeyler varsa da küçücük, üstelik daima haklı nedenleri var.

Yoook yok. Öfkeli ya da yorgun hissettiğimde içimden bunları geçirsem de aslında 1 değil 1000 hayat daha yaşasam da ben anne olmak için kadın olacağım. Biliyorum. Bilmenin bedeline rağmen!

Dün çok güzel bir düğündeydik. Çeşme'de, deniz kenarında, çok hoş bir ortamda, çok güzel düzenlenmiş bir düğündü. Her şey, herkes güzeldi, özenliydi. Yemekler nefisti. Müzik çok eğlenceliydi. Erkekler smokinli, bayanlar tuvaletli... Kızım ve ben de giydik tuvaletlerimizi. Kocam da çok şıktı. Sahnede standart düğün formatı dışında kalitede bir müzik olunca standart dışı kalitede sahne performansı gösterebilecekler sahneye çıktı! Hayranlıkla izledik. Bu ara çok sık karşılaştım bu sahne ortamıyla! Sahne ışığı diye birşey var gerçekten. Şirket içi sosyal pozisyonlar yeniden yapılandı. Sosyal alanda konumlar belirginleşti. Keyifli bir geceydi.

Yarın hayatımızda önemli bir gün. Kocam 40 yaşını dolduruyor! Her daim fit ve yakışıklı olan kocamı bilenler 40'ın anlamını daha iyi anlayacaklardır. Heyecanlıyız.

Kader diye bir şey var vallahi blogger'lar. Benim çocukluğum boyunca hayatımda terör estiren bir babaannem vardı. Beni tanıyanlar babaannemi gayet iyi bilirler. Babaannem ne yatarken ne de sabah kalktığında beni rahat bırakmazdı. Mutlaka ben de onunla eş zamanlı yatmalı ve kalkmalıydım. Sinirden çıldırırdım. Yıllar geçti, babaannemin yerini kızım aldı, iyi mi? Yatması bir olay. "Anne sen ne zaman yatacaksın?" sorusu kabusum. Sabahları da mutlaka benimle bir uyanmalı. Yok anladım ben, Kaderi var insanın. Kaçış yok.

Sezen'in yeni albümünü almayanları kınıyorum. Esefle! Albüm çoktaaan çıktı.
Arada bir Ajda Pekkan konserine bilet aldım ama gidemedim. Pişmanım! Bir dahaki sefere!

"Sana bakıyorum ve uykuya dalmış bir aşk görüyorum. Düşünüyorum. Niye hiç kimse sana aşkını nasıl söyleyeceğini anlatmamaış ki?" Nicholas Christopher

K Dergisi-Her hafta mutlaka!
X Man-First Class-Güzel bir bilimkurgu. Nefis bir sorgulama. Kimseye benzememenin bedeli.

Hadi bakalım, belki umduğundan iyi geçer yaz!