18 Şubat 2012 Cumartesi

Biraz Değiştim

Biraz değiştim,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar…
Değiştim,
Unutamadığım sözlerinin arasında sıkışıyorum,
Bir yanım kendimi kolluyor bir yanım seni
Ben benimle savaşıyorum,
Seninle değil!
Sonucu kılıcı kuşananından belli olan bir savaşın
Ne kazanabileni ne de kaybedeniyim,
Sorun değil!

Elbet alışırım,
Biraz alıştım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Alıştım,
Varlığını istemediğim tüm eksik yanlarıma,
Ve çokluğunu da yokluğunu da istemediğim bu iki arada bir derede duyguya alışıyorum,
Bir yanım bırak diyor bir yanım –ma,
Kesin değil!

Henüz tanıştım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Tanıdığımı sandığım bana daha da yakınım artık,
Duvarlara anlatırken öğrendiklerim kendi hakkımda,
Ve aynalara ağlarken gördüklerim kendi tarafımda…
Bir yanım memnun oldum diyor, bir yanım tanıyamadım daha,
Samimi değil!

Bir hayli kırıldım,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Canıma batan her halin felç gibi indi bedenime,
Gözlerimden tut da ciğerime kadar kırgınım!
Aslında ne sana, ne olanlara…
Kendime kırgınım…
Maziye hiç değil, an’a kırgınım.
Anlatamadığım, anlayamadığım masalların bana yaptıklarına,
Dinlediğim şarkılarda bana seni anlatan şarkıcılara,
Beni anlamadığın kelimelerin bana her şeyi anlatıyor gibi geliyor oluşlarına…
Bir hayli kırgınım…
Beni ben kırdım oysa,
İyi değil!

Galiba yoruldum,
Her şey kadar, herkes kadar, sen kadar,
Kendime kalbimi kanıtlamaktan,
Ve kanıtladığıma kendimi inandırmaktan,
Ve dahası kocaman bir sahada tek başına koşmaktan yoruldum!
Aslında ne pişmanım ne de pes ediyorum,
Sadece beni kaybettikçe seni kaybediyorum,
Şu kalp denen, beni bana sorgulatıyor artık,
Ki seni sorgulamamasını nasıl beklerim,
Toprağa bakan yanım senden zaten ayrı,
Sana bakan yanımsa toprakla aynı,
Ne yaparsan yap gördüğünün seni görmesini bekleyemezsin,
Gözlerim yorgun, dudaklarım hissiz,
Dokunulmadan geçen yıllar bana ağır,
Sarılmadan geçip giden uğurlamaların kavuşmaları hep beklentisiz,
Söyleyemediklerini söylesen de şimdi, sesine aşina yanım onca sessizlikten sonra artık sağır!
İsteyerek değil!

Çok çalıştım,
Paylaştığımız hayatımızda bıraktığın onca üstü kapalı “git” izine,
Beni yerle bir eden kendince açık olan her tepkine,
Ve bence bana tanımadığım bir adamı göstermene rağmen,
Gitmek için, bitmek için, sana huzur vermek için çok çalıştım,
Daha önce de gitmiştim, kendi isteğimle!
Anladım ki daha önce sevmemiştim,
Çok çalıştım inan,
Değişen yanımın aslında hep aynı olduğunu göstermeye,
Her defasında daha da tozlaşan canımı kırmadan korumaya,
Ve alışmaya kendime, bu göz gözü görmez dumanlı halime,
Çok alışmaya çalıştım hem de,
Tanıştım seninle doğan yanımla da ölen yanımla da,
Birini yaşattım, yaşatıyorum da hala ama diğerinin ölmesine engel olamıyorum da!
Yorulmak dinlenmekle geçmiyor,
An be an çöküyor insanın içindeki güç,
Işığı sönüyor, beyaza dönüyor rengi gitgide, hissizleşiyor,
Ne yormak istedim seni ne de yormak kendimi,
Çok çalıştım,
Gitmeye de kalmaya da,
İkisi de aynı acı,
Kolay değil! 

Can Yücel/Biraz Değiştim

15 Şubat 2012 Çarşamba

Plan

 
Taaa Şubat tatili zamanından beri, yazdıklarım kadar yazamadıklarım var. Koçluk eğitimde hissettiklerim var, sonra geçen haftaki development center var… Arada annemin hastalanmasıyla yaşadığım bir kötü gece var. Tüm unuttuğum duyguları geri çağıran. Araya girip, çıkan ama beni epeyce sarsan.
Böyle böyle sarsıldığım, etkilendiğim bir sürü şey olmamış gibi aynı ritminde, gündelik koşturması, alışkanlıkları içinde devam edip giden hayat var.
 
Sabah uyanıyorum. Ben kalkarken kocam çıkıyor. Hızlıca giyiniyorum. Makyajımı yaparken Nuray hanım gelmiş oluyor. Aklımda o günün detayları, Zeynoş’u uyandırıyorum. Bin kere öpüyorum uyanırken. Hiç itiraz etmiyor. O kadar tatlı ki! Kido’sunu içiyor. O’na ekmek kızartıp üzerine yağ sürüyorum. Yanına peynir koyuyorum. Yemesi için söz alıyorum. Sonra çıkıyorum. Arabada NTV dinliyorum. Haberlerden haberdar olmak için. Çoğunlukla gelir gelmez çay almaya iniyorum önce. Millete merhaba deyip odama çıkıyorum. Sabah geyikleriyle gün başlıyor.
 
Akşam eve gidiyorum. Herkes evde, beni bekliyor oluyor. Sofraya oturulup yemek yeniyor. Evin gündemi var. Zeynep’in okuldaki maceraları, yemek kavgaları, günün televizyon programı, işte olanlar, evin işleri, hafta sonu yapılacaklar/gidilecekler, eş-dost haberleri, tatil planları, …
 
Yemekten sonra mutfağı toparlıyorum. Evde dolaşıyorum. Bir şeyleri toparlıyorum, düzenliyorum, yerleştiriyorum. Arada annemi, arkadaşlarımı arıyorum. İçecek bir şeyler hazırlıyorum. Meyve soyuyorum. Salı değilse televizyonla işim yok. Ipad’de gazete okuyorum. Mail kontrol ediyorum. Zeynep bir şeyler anlatıyor (hep bir şeyler anlatıyor.) Duş yapıyorum. Kitaplarım ve dergilerimle odama çekiliyorum. Ama o arada Zeynep’i yatmaya ittirmekle geçen bir saatim var. Genellikle 11’den sonra yatağımdayım. Canım ne isterse okuyorum, yazıyorum. Bir saat, belki daha fazla… Yine sabah oluyor.
 
Bazen bir şeyler rutine uymuyor. Ya Zeynep’i bırakıyorum, ya akşam bir şey konuşuluyor, ya annem hasta oluyor, ya bir yerlerlere gidiyorum, vs.
 
Bazen kolaylıkla bütün bunların içinde akıp gidiyorum. Bazen hepsi zor geliyor. Hem alıştığım, sevdiğim şeyler, hem hiç konuşulmayanlar, yok sayılanlar ve her şeyi bu haliyle korumak için harcadığım ne çok çaba var…
 
Development Center çalışmasında geribildirimler aldım. Akıllı bir kadınmışım. Ama özellikle kendimi sürekli geride tuttuğumu fark etmişler. Öne çıkmaktan hep kaçınmışım. Sıcak biri olmama rağmen yüzümde incecik bir tül...
Sıra dışı mertebede görev adamı olduğum yine gorüldü. Benim gibilere “passionatily dedicated” denirmiş. Asker yani. O kadar görev adamı bir tipim ki ben, çalışmanın gözlemci yönergesinde benim kadar göreve sadakat öngörülmemiş!!! Allahın İngilizleri bile benim gibi bir cins olacağını düşünmemiş, iyi mi?
Ben şaşırmadım. Hepsini biliyordum. Her ortadaki işi görev, her görevi Allah’ın bir numaralı emri sandığımı fark edeli çok oldu. Ama fark ettim diye, törpüledim sanmıştım. Çok olmamış.
Bir uygulamada öyle dimdik (kazık gibi)e esnemez durdum ki, taaa oyunun sonunda niye hayatı bu kadar zorlaştırdığımı, niye yönergelerimi emir algıladığımı uzun uzun düşündüm.
 
“Cesaretle bir şey soracağım” dedi gözlemcim. “Tehdit olarak algılanmaktan mı çekiniyorsun acaba?” “Çok akıllısın, dimdik bir duruşun var, sımsıkı basıyorsun yere. Belki de herkesten daha fazla kapasiten var. Düşman kazanmaktan, hedef olmaktan mı çekiniyorsun?”
Cevabı bilmiyorum. Belki… Belki içten içe tüm bu kapasite laflarının gerçek olduğuna inanmıyorum. Başarısızlıktan, hayalkırıklığından korkuyorum. Belki başka bir şey… Belki hepsi.
Belki sadece tercih etmiyorum. Tercihim böyle biri olmak. Böyle tüm evrenle ve kendi kendimle daha fazla uyum içindeyim. Herkesin dikkatinin üzerimde olması özgürlüğümü kısıtlıyor gibi geliyor bana. Oysa ben özgür olmayı her şeyden çok önemsiyorum. Bir de kendimle ve evrenle uyum içinde olmayı istiyorum. Dengede olmayı… O nedenle bana ilkokuldan beri söylenen “kapasitesi gösterdiğinden çok daha fazla” geribildirimi hiç içime dokunmuyor. “Benim kapasitem”den bahsedenler ne demek istiyor, anlamıyorum.
 
İnsanlarla aramdaki tül perde aklımda. Eskiden bir duvar tarif ederlerdi. Tül perdeden memnunum. Bu da asker olmamdan. Biliyorum. Ben her hal ve şartta üzerime düşeni yaparım. İlgi, alaka beklemem. Hiç beklemedim. Aklıma gelmez. Dünyamda yoktur. O yüzden her iş bana yapışır ve hallolur. O yüzden etrafımda herkesin her işine gücüm yeter(!), yardım istemeyi bilmem, hayır demem.
İçimde olan biteni, yüzümün, gözümün halini bilen azdır. Perdeyi kaldırmaya cesaret eden de…
 
“Şimdi ne olacak?” derseniz. Bilmem… Kendim için bir plan yapacağım. Hayatımda bir denge bulacağım. Aklım, kalbim ve bedenim aynı yerde olacak. Ben de orada kalacağım.
 
Gelişim planına yazılır mı bu?
 
Bugün bir toplantı için saatlerce hazırlık yaptım. Gün bitti.
 
Yarın herşeye baştan başlıyorum.

"Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar...  " Paul Auster/Kış Günlüğü
 
 

Kış günlüğü

Belki de kendini koyuverirsen olacaklardan, bir kez ağlamaya başlayınca kendini tutamamaktan, seni ezecek, perişan edecek bir acı duymaktan korkuyorsun ve kendine hakim olamamak riskini göze almak istemediğin için acını bastırıyor, yutuyor, yüreğine gömüyorsun.

Çok acı çektiğimde böyle olurum. Tam burada yazdığı gibi… Kendime hakim olamama riskini hayatımda hiç göze alamadım. Ne en büyük acılarda ne en büyük hazlarda… Bir kere bile…
 
Bazı filmleri seyrederken gözlerin dolar, çeşitli kitapların sayfalarına gözyaşların damlar, büyük kişisel üzüntülerde ağlamışlığın vardır, ama ölüm seni dondurur, kilitler, her türlü duygudan, etkiden, yüreğindeki bağlantılardan koparır. En başından beri ölüm karşısında donup kalmışsındır, annenin ölümünde de aynı şey oldu. En azından başlangıçta, ilk iki gün iki gece hiç tepki vermedin, ama sonra yıldırım yeniden çarptı ve yanıp kavruldun.

Yıllarca tepki vermedim. Annemin değil babamın ölümüydü. Yıldırımın yeniden çarpması yıllar yıllar sonra oldu. Bir kere daha olur diye korkuyorum.
 
…Bir başka deyişle ölmekten korkardı, bu da sonuçta yaşamaktan korkardı demeye gelir.

Biliyorum.
 
Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.

Bu sıra koçluk, gelişim merkezi, şudur budur pek mi üzerime geldi, nedir? Dokundu bana burası.
 
Kitap okumak için çok geç, televizyon izlemek için çok geç, film seyretmek için çok geç, sen de karanlıkta yatıp düşünmeye başlıyor ve düşüncelerini kendi yönelişlerine bırakıyorsun.
 
…deneyimlerinden bildiğin kadarıyla sabahın üçünde düşüncelerin ne zaman geçmişe kaysa, aklına hep kötü şeyler geliyor. Bir anı hepsinden çok takılıyor aklına ve uyuyamadığın gecelerde o anıyı hatırlamamak, o gün olanları canlandırmamak, sonradan duyduğun ve o zamandan beri süregelen utancı yeniden yaşamamak olanaksız.


Gecenin üçü... Herkes için duygu aynı demek ki! Bu da bir teselli...
 
Bir gece bir yabancıyla karşılaştın ve ona aşık oldun, o da sana aşık oldu. Bunu hak etmemiştin ama hak etmemiş de değildin. Öylece oluverdi işte ve buna şans demekten başka yol yok.
 
Aşk, şans...

 Paul Auster/Kış Günlüğü

14 Şubat 2012 Salı

Yaz gelse artık, bahar da olur

Yok, anladım ben. Bu öksürük ve boğaz ağrısı geçmeyecek. Geçen hafta kızım hastaydı. Bu pazar annem çok hasta oldu. Üstüne evde bayıldı. Gece yarısına kadar acilde kaldı. Mühim birşey çıkmadı çok şükür.
Ben, geçmeyen kulak ve boğaz ağrısı, koşturup durma ama hiç bir yere yetişememe, hiç dinlenememe ama ne yaptığını bilememe halindeyim.
Arada yetişecek koçluk ödevim, yapmak istediğim uzun yürüyüşler, uyanıp boğazımın ağrımadığı bir sabah hayalim, bir sürü işim var.

Nereden başlasam...

Bu kış uzun geldi bana. Yaz sanki hiç gelmeyecek gibi.

En azından şu boğaz ağrım bir geçse...

Bugün Sevgililer Günü!

...
Ama benim sana neyim kalır
Önce sessizlik olur
öyle,
Sonra sensizlik olur
Söyle
Senden başka beni kim bu kadar anlar

tanrı tadı/küçük iskender

5 Şubat 2012 Pazar

Bir pazar günü daha

Geçmeyen boğaz ağrısıyla yaşayıp gidiyorum. Gece öksürük nöbetleri olmasa tamam da, gece çekilmez oluyor. Neden ne olursa gece oluyor acaba?
Arada hiç yağmadığı gibi kar yağdı, felaket soğuk oldu nefes alamadık derken yeniden yalancı bahar...

Koçluk eğitimimin ikinci bölümünü geçen hafta tamamladım. Bir kere daha herkese mutlaka koçluk eğitimi alın diyorum. Olmadı bir kendinize bir koç bulun. Doğru cevapları bilmem ama doğru soruları mutlaka bulacaksınız! Bunca zaman, eğitim, şudur budur sonrası ilk defa kendimi kendim gibi hissediyorum.

Aklım, gönlüm karmakarışık yine (tabii ki!). Ama ne dileyeceğimi biliyorum. Aklım, gönlüm ve bedenim bir olsun istiyorum.
Hayatımın tam ortasında, gönlümün işini yapmaktan mutluyum. Can dostlarım olmasından mutluyum, doğru insanlarla yollarımın kesişip durmasından mutluyum.

Sevgili blogger dostlar,
Bugün biz kızımla spa'ya gittik. Henüz 10 yaşında olan kızımın aylardır söyleyip durduğu spa programını gerçekleştrdik. Spa'yı ne bildi de böyle birşey aklında yer etti demeyin, vallahi bilmiyorum. Neyse, dün organize olduk. Küçük hanıma da masaj randevusu almak için aradık. Danışıldı masajcılara, az basınçlı İsveç masajı uygun bulundu(!)Bugün spa keyfimizi tamamladık.
Ömrü hayatımda ilk defa Bali masajı yaptırdım. Yok bloggerlar, hiç benim kalemim işler değil bunlar. Masaj rahatlatıcıydı, sıcak yağlar, mumlar, hafif müzik, masajcı Bali'li (ya da Uzakdoğulu), herşey tamamdı. Gel gelelim benim soyunmam bir dert, ööle kendimi masajcının ehil ellerine bırakmam başka dert. Yağlı yağlı dolaşmak bambaşka bir dert. Adamın zevk-i sefa içinde olucak. Benim gibi doğuştan odun olunmayacak. Termal havuza, hamama, saunaya falan ne varsa girdik, çıktık. Kızım pek keyifliydi. Kendisi kesinlikle odun değil.

Farkındasınız değil mi, Ece Temelkuran artık Habertürk'te yazmıyor. Bunun tek iyi tarafı artık O'nu okumak için Habertürk'le muhatap olmak zorunda değiliz. Ama Ece Temelkuran hiç bir yerde yazmıyor. Sadece tweeter'da takip edilebiliyor. Bu sayede ben de tweeter takip eder oldum.

Benim son zamanlardaki yazar kahramanım Paul Auster da bambaşka vesilelerle gündemde ama son kitabı Kış Günlüğü yine enfes. Hayatını yazmış bu sefer. Muhteşem, her yazdığı insanın aklında başka çağrışımlar, başka duygular yaratıyor.

Arada Şubat tatili geldi geçti. Yarın ikinci dönem başlıyor. Kızım tatili evde geçirdi. Ama neşesi yerinde çok şükür. Ayak parmaklarına oje sürdü. Her parmağa başka bir renk. Sarılar, yeşiller,... Bugün bana gösteriyor ayaklarını "fantastik beşli" diye!

Geçen hafta Alacakaranlık serisinin son filmini seyrettik. Ne kötü filmdi...

Yazamadığım zamanlarda başıma gelmedik kalmadı. Önce zehirledim. Biyolojik bir paçavraydım. Tam atlattım derken hala beni bırakmayan sefil boğaz ağrısıyla yaşıyorum. Uzun zamandan sonra ilk defa ateşim çıktı geçen hafta. Ne zormuş! Günlerdir yutkunamıyorum. İçmediğim faydalı içecek kalmadı. Annem zencefil yememde ısrarlı, henüz pes etmedim ama azzzz kaldı. Çay limonlu, ıhlamur karanfilli, ballı, adaçayı limonlu hala yutkunamıyorum. Arada pastil, thylol hot baki. Yok, geçmedi.

Geçse şu kış... Uzasa günler, ısınsa havalar...

CD: Adele dinliyoruz bu ara. Çok güzel söylüyor.
Rüya: Dün gece çok acaip bir rüya gördüm.Masmavi gözleri olan bir erkek bebek doğdu. Tam bir rüyaydı, aklımda bir bu kalmış.


Eğer sen, can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın.
Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin.
Bu gizli, bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen, anlarsın ki
Aradığın ancak sensin, sen.
Mevlana