28 Şubat 2010 Pazar

rüyalar, sürprizler, yeni hafta

Pazar sürprizi! Kızım ateşlendi azıcık. Keyfi yerinde ama güzel gözlerinin altı kızardı hemen. İnsan anne olduktan sonra hayatının odağı geri dönülmez olarak çocuğu oluyor. Dünyanın en mutluluk veren endişesi annelik.
Annelik duygulardan en çok aşka benziyor.

"Çalışırken düşünmek istiyorum onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara... Gülümsediğim için daha çok çalışmak..."

Mesela insan anneyse yukarıdaki sevgiliye yazılmış satırları okuyunca aklına çocuğu gelebilir. Ya da Neruda'dan "Aşk" şiirini okurken...

Yarın benim için zor bir gün. Aslında önümüzdeki hafta sıkı bir hafta olacak. Her gün başka bir zorluk var. Cuma Ankara seyahati, c.tesi günü orta halli bir starteji geliştirme toplantısı... Yani hem zor hem de uzun bir hafta!

Geceleri literatüre geçecek çeşitlilikte rüyalara devam. Dün gecekiler yine bir alemdi. Gemiler, göller, yetişememeler, takılar, aydınlıklar, karanlıklar... Gecede rahat yok anlayacağınız.

Film: Hurt Lucker (Çok beğendim. Bir savaş filmi gibi görünse de bence bir adamın hikayesi. Mutlaka!)
Bu hafta: Mart ayına giriyoruz. Bahar geliyor!


Her Şey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif...
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin,
Nefret ettiklerin kadar kötü...
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin...
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün...

Can Yücel

27 Şubat 2010 Cumartesi

ipe sapa gelmez hikayeler

Bu yılı yağmurla hatırayacağım sanırım. Penceremdeki dağ manzarasının tadını doyasıya çıkardım.
Bunu yazarken yılları nasıl anımsadığımı düşündüm. Kesinlikle tarihleriyle değil! Benim için her yılı belirleyen çeşitli olaylar var. Şunun olduğu yıl, ondan önceki yıl, bundan sonraki yıl... Böyle düşününce bu yılda iz bırakan yağmurdan başka şeyler olduğunu fark ettim. Zamanın "şimdiki" olanına odaklanmak için sufilerin "dem bu dem, dem bu dem, dem bu..." diye zikrettiklerini yazmış Elif Şafak. Ben de deneyeceğim. Dem bu dem.

Bu akşam misafirim var. Kocamın işyerinden bir arkadaşı ve ailesi. Daha önce tanışmıştık. Sanırım bu üçüncü görüşmemiz. Benim aynı gezegenden olmadığım kadınlardan bir kadın. Kocasının annesi, hep endişeli, çok titiz, çok becerikli... Kendimi tarlada bir ayrık otu gibi hissettmeme sebep kadınlardan.
İkramımız her zamanki gibi "beginner" seviyesinde. Tramisu, kısır ve börek. Beginner migenner hepsini ben yaptım. Tramisu'nun kremasını hazırlarken koyduğum un , tam buğday unu olduğundan tramisu hafif kepekli!!! Un niye normal un değil derseniz, çakma ev hanımında tek tip un oluyor. Sofistike çeşitler bulunmuyor. Valla hepsi lezzetli oldu. Bunları hazırlarken mutfağın detaylarına hakim olup eve gelen kadına çok kızdım. Çakma da olsa kimselerin yaptığı işi beğenmemek her ev kadını gibi benim de hakkım!
Kadınların evlerinde kalıp çocuklarını büyüttüğü, kilo almayı hiç dert etmediği ve kimselere sinirlenmediği, kocaların çalışıp eve baktığı eski zamanlar şahaneymiş diye geçirdim aklımdan. Bu yaşam tarzına eski demek pek doğru değil tabii. Öyle çok hatun var ki evinde. Üstelik ev işlerini yapan başka kadınları beğenmeme hakları da var. Tek sıkıntı artık kimse rahatça kilo alamıyor. O güzel günler, hakikaten geçmişte kalmış.

Geçen hafta kontrole gittiğimde sohbet sırasında bunlardan konuşurken doktorum; "saçmalama seninki gibi kafalar evde oturursa nasıl ilerleyecek bu memleket" deyince bir hoşuma gitti. "Benimki" gibi kafalar...
Bu memleketi kalkındırma misyonunun haklı gururuyla geçirdiğim bir kaç saat sonrası benimki gibi bir kafa önce kendi beceriksizliklerini, üstüne evde yıkanmamış çamaşırları ve kötü ütülenmiş gömlekleri fark edince, sinirden bütün saçları kabardı. Eve gelen kadını paralamak, gömlekleri ütülemek ve ertesi günkü işleri toparlamak sırasında misyonu falan yedim!!!

Brezilya'da bir kadın doğum yapmak üzereyken ilgili iki doktor birbiriyle tartışıp sonra da kavgaya tutuşunca, arada kaynayan anne ve bebek kavga sonuna yetişememiş, ölmüşler. Pakistan'da da başbakan geçecek diye trafik durdurulup kimseye izin verilmeyince bir kadın arabada doğurmuş!
Dünyanın aydınlık yakasına bakarsak; Amerika'daki tüketimin tüm dünyada yapılabilmesi için dört buçuk dünyanın kaynağına ihtiyacımız olacakmış. Tüketim Avrupa'daki kadar olsun bari dersek, bize üç dünya lazım.

Bir kadının hayalindeki aşkı tarif eden ve çok ses getiren mailde dediği gibi insan heyecanla anlattığı ipe sapa gelmez bir sürü hikayeyi bir dinleyen olsun istiyor. Galiba insan, hikayelerini gerçek bir heyecanla, ilgiyle dinleyene aşık oluyor. Aşık olunca en ipe sapa gelmez hikayeleri ilgiyle, merakla dinliyor.
En büyük keyfi hikayeler biriktirmek olan benim için, blog işte böyle bir anlatma heyecanı. Bu heyecan belki de her filmi, kitabı detay detay hatırlamama sebep.

Bu akşam televizyonda nefis filmler varmış. Ben izleyemeyeceğim.

21 Gram: Hüzünlü, çaresiz, çok gerçek insanlık halleri. Sebepler, sonuçlar, haklı, haksız içiçe. İzlemediyseniz mutlaka!
Zodiac: Tempolu bir seri cinayet filmi.
Güvercin Kanatları: Bir Hanry James uyarlaması imiş. Daha önce izlemedim.

Arabada kızımın "en sevdiğin film hangisi?" sorusuna cevap veremedim. Sevdiğim çok film var. "Peki Starwars'da en sevdiğin kahraman kim?" sorusunun cevabı kolay: Benim kahramanlarım hep sakar, hep komik ama hep sadık dost robotlar C3PO ve R2D2 ve insan bile olmayan ama her dem usta; Yoda.


Ümit en son kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.
Nietzche

23 Şubat 2010 Salı

uçurumlar, kanatlar

Hafta sonu çok fena kandırdı bizi hava tahminleri. C.tesi umut ve kararlılıkla kalktım sabahın köründe. Hazırlandım, süslendim, püslendim. Hava güzel olacak ya, biz gezeceğiz... Sabah doktor randevum vardı. Hava karanlıktı ama erken olmasına yordum. Doktordan gayet sağlıklı olduğumu öğrenip döndüm. Eh, motivasyonum daha da arttı. Kahvaltı mahvaltı ardından c.tesi klasiği kızı piyanoya bıraktık. Hava hala kapalı, hatta rüzgar artıyor gibiydi ama biz de uzaklara gitme umudu devam... C.tesi yürüyüşü yerine 23 Nisan fırsatlı Mısır turlarına baktık. Çok istiyorum Mısır'a gitmeyi. Merak ediyorum. Her yeri merak ettiğim gibi! Arada hangi eşimizi dostumuzu aradıysak bir plan yapamadık. Hava iyiden iyiye kapandı, rüzgar arttı da arttı. Sonunda kendimizi bir alışveriş merkezine bıraktık. Hayatımızda ilk defa tencere, tava alışverişi için dolaştık. Çok hoşuma gitti. Neredeyse çocuk yaşta ve beş parasız evlendiğimden mutfağımın benim seçimlerinden oluştuğunu söylemem zor. Gerçi ben bunu hiiiç dert etmedim ya yeni tencerelerimi çok beğendim. İnsanın kendine hayret etmesi hiç bitmiyor!

C.tesi akşam üzeri şansımız döndü. Öncelikle hava karalı bir halde şakır şakır yağmura döndü. Can arkadaşlarımızdan birisiyle balık yedik, diğerlerine akşam oturmasına gittik. Çayır, çimen ya da deniz kenarı olmadı ama çok keyifli bir gün oldu işte. C.tesi akşamı çok sevdiğim iki filme de takıldık ara sıra. İlki Woody Allen'ın Maç Sayısı. Diğeri ise Sil Baştan diye çevirilmiş olan "Internal Sunshine of the Spotless Mind". Jim Carrey'nin çektiği aşk acısından kurtulmak için hafızasını sildirmeye karar verip, sonrasında anılarını kurtarma mücadelesini O'nun anıları içinde izlediğiniz enfes film.

Pazar günü hava tahmini azizliğinin devamıydı. Pırıl pırıl başladı gün. Allah'tan sabah kahvaltısına bir programımız vardı. Çook güzel bir yere, hem de ilk kez gittik. Çiçek açmış ağaçlar, papatyalar arasındaydık, nihayet. Şimdiki işimde yıllar yıllar önce çalıştığım zamandan bana kalan, hiç kopmadığımız arkadaşlarımızla...
Sonrası bildik pazar gündemi.

Bir arkadaşımın söylediği gibi ben EFBİAY ajanı olmadığımdan yaşamımın yazılıp okunası ilginç detayları öylesine az ki. Günler arasında farkı yaratan sadece duygular. Duygularımı yazmakta becerikli değilim fazla. Aslına bakarsanız o kadar istekli de değilim. İsteksizliğimin bir kısmı cesaretsizlik de olabilir.

Fakat yaşaımımın bu dönemini tarifleyecek olsam anlatacaklarım bir mevsim geçişi tarifi gibi olurdu. Pırıl pırıl bir aydınlık beklerken sebepsiz (belki zamansız) bir karanlık. Simsiyah bulutlar arasından çıkıveren bir güneş. Ben hep bir parça böyleyimdir ama bu ara fazlaca geçişli. Fazla beklenmedik, fazla hızlı.

Belki yorgun hissetmemin sebebi de budur.

Hem takvimin hem de duygularımın mevsimine en uygun kişiden, Nietzche'den iki şahane aforizmayı gönderen sevgili arkadaşıma teşekkürlerimle... Bugün sadece bir tanesi.


"Uçurumları sevenin kanatları olmalı" Nietzche

19 Şubat 2010 Cuma

Herşeye rağmen

Rüyalarım meğere "hayır" değilmiş. Öyle göğsümde sıkıntı ve kaybettiklerimle ilgili rüyalar, bir başka kaybın haberiymiş. Neredeyse bir yıldır gitgide kötüleyen bir hastalığı olan arkadaşımızın oğlunu kaybettik. Ölüm keskin bir bıçak gibi kesiyor bir anda dünyayla bağlantımı. Yavaş yavaş geri dönüyorum. Yaranının sızısıyla... Sonra her yara gibi, geçiyor.

İlk defa babaannem ölmüştü. Hayatımda çok büyük bir yer kaplamasına ve bugün bile yaşadığım her şeyi O'nun başlı başına fenomen olan bakış açısı, özlü sözleriyle tanımlamama neden olacak kadar "özel" bir karakter olmasına rağmen, kaybı içimi acıtmamıştı. Epeyce yaşlı olduğundan mı, kendisini başkasının sevgisine hiç ihtiyaç duymayacak kadar çok sevmesinden mi bilmem, birşey yitirmiş gibi hissetmemiştim. O zaman fark ettiğim şey ardından böyle az üzülünen birisi olmayı hiç istemediğimdi. Üzülmedim diye suçluluk da hissetmedim. Üniversiteye yeni başlamıştım.
Babamın hastalığı üniversitenin son yılına denk geldi. Vefatı da.
İlk defa içimi yakan bir acı hissettim. Geçmeyen bir özlem. Zor toparladım. Toparladım mı bilmem.
Sonra hayat kolaylaştı. Öyle çok kolay içim yanmadı. Babamdan herhalde 2 yıl sonra köpeğimiz Üzüm ölünce annem öyle çok üzüldü ki, ben hala şaşırırım. Babamda da neredeyse o kadar üzüldüydü hani.

Çoook sonra tüm hayatın bir bıçak derbesiyle kesildiğini bir kere daha yaşadım. İlk defa bir arkadaşımızı kaybettik. Ufacık oğluyla uyurken kalp krizi geçirmişti. Öyle, birden bire. Akşam yemekleri, baharda gezmeler, pazar kahvaltıları, benim kızımı oğluna alma hikayeleri bitti. O gitti. Aklımın alması zor oldu. Belki o zaman eridi içimde bir şeyler. Sonra herşeyi daha fazla hisseder oldum yeniden. Ama bu seferki bambaşkaydı. Umutsuz bir hastalık şu bu bir anlam ifade etmiyor. Evladı yitirmek fikri nefesimi engelliyor. Geriye birşey bırakmıyor.

Rüyalarla başlayan uykusuz gecelerim zafer haftasını tamamlamak üzere.

Haftanın sonlarına doğru hava neredeyse bahara döndü. Hem yarın hem de pazar günü dışarıda olmak istiyorum. Gerçi pazar yine yağmur yağacakmış ama...

Bunca keder arasında minik bir cadıdan akıllı bir genç kıza evrilen (ama hala yarım akıllı) benim tatlı Mügü'mden enfes bir yazı geldi. Aşık olmak istediğini söyleyip aşkını tarif eden bir kadının ağzından... Mesajı paylaştığım kadınlar alemi bir bir döküldü.
"Hadi inşallah" dileklerinden, "sabah sabah dünyam döndü" diyenlere, samimi itiraflara, "aşk güzel de nereye kadar, sonra Seda Sayan'a döneriz allah muhafaza" sağduyusundan (!), kendi aşkını (en az yazıdaki kadar şahane) anlatanlara, yazıyla birlikte anılarını hatırlatan şarkılarla hayata bebekle birlikte göbekten dalan yabancı istilasının etkilerine kadar aşk, biz ve hayat yeniden bir aradayız.

He zaman, herşeye rağmen...

Bugün alıntımız bu yazıdan. Çok uzun olduğundan bir parçacık. Mügü'ye söz verdiğim gibi.

"Bir kaç çeşit yemek yapmak, İstiklal caddesinde sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek, pazar sabahı kahvaltısı etmek uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük ama zor heveslerim var."
M. Yavuz Küçük'ün notlarından alıntı.

Bir kaç çeşit yemek yapmak dışındakileri bu hafta sonu yapmaya niyetliyim.

15 Şubat 2010 Pazartesi

köstebekler

Şiir demiştim, arada kaynadı.

Bugün yine çok bilmediğim yollardaydım. Yeni işimin farklı şirketlerinden bir başkasıyla tanışma toplantım vardı. Çok şükür kaybolmadan gidip-geldim.

Çok eskiden içine jeton atılarak oyun oynanan makinelerden birisi köstebekli olandı. Bir sürü delikten köstebekler fırlardı. Elinde bir balyozla her delikten çıkıçıkıveren köstebeklerin kafasına vurup geri sokmaya çalışırdın ama çok hızlı olurlardı. Vurmaya yetişemezdin. Ben de işlerimle benzer bir mücadele içindeyim. Yetişemiyorum.

Bugün yine tatlı krizim geldi. Hemen ofisteki çocuklara tatlı sipariş etmeyi önerdim. (Şansıma iş yerimin en şeker insanları benim katımda. Onları görmek günü güzelleştiriyor. Yine yaptı evren bana bir güzellik.) Sonra koşarak görüşmeye gittim. Döndüğümde masamda profiterol hazırdı. Afiyetle silip süpürdüm. Parasını değil vermek, sormadığım bile az önce aklıma geldi. Banyo sonrası saçlarımı kuruturken... İyi mi? Bu kadar olur yani. Düşüncesizlik diyeyim kibarca, siber alemde olmasaydık daha uygun olan başka bir şey söylerdim.

Üstüne bir insanlık ibreti olarak bir arkadaşcağızım aramaz mı; "apartman girişine çocuk müzikali ilanı asılmış, belki çocukları götürmek istersiniz diye haber vermek istedim." Kendisinin çoluğu çocuğu olmayan bu dünya iyisi insanı da görünce "yok" dedim, "yok, insanlık içinde olacak."

yalnızca bedendir doğan
ruh karanlıkta kalır gene
bizle oradan konuşur
şiirle, gene şiirle...

Murathan Mungan/Şiirle

14 Şubat 2010 Pazar

zor sorular

Cuma gecesi rüyamda babamı, babaannemi ve köpeğimiz Üzüm'ü gördüm. Her üçünü de yıllar önce kaybettim. Rüyanın hiç bir sahnesini anımsamıyorum. Sadece tek bir an kalmış aklımda ; Üzüm balkondan atlıyor. Peşinden koşup bakıyorum, aklım çıkıyor araba falan çarpacak diye... Ama koşarak gittiğini görüyorum. Hepsi o... Sabah uyandığımda aklımda her üçünü de gördüğüm ve bu sahne dışında bir şey yoktu. Rüyamı bilimsel (!) metotlarla anlamaya çalışmadım. Hemen "hayırdır işşallah" diyerek internetten rüya yorumlarını okumayı tercih ettim. Hayırmış çok şükür. Yine de bu sabah uyandığımda da, aynı şey aklımdaydı. Babam ve babaannem (hiç iz yok) bir de Üzüm. Neden bilmem Eric Fromm'un Sahip olmak ya da Olmak kitabı geldi aklıma. Bakmak istedim şöyle bir, bulamadım. Günlük yazmayı "olma"nın karşına, "sahip olma" eylemine sayan Fromm sanırım blog yazmayı da benzer yorumlardı.

Kızımı da sardı Starwars çılgınlığı. Tatil bittiği için gece saat 10'dan sonra başlayan filmi izleyemiyor diye pek dertliydi. Nihayet tüm filmlerin DVD'sini aldık. Ardı ardına filmleri seyrediyor. Gerçekten mi seviyor, benim konuya olan tutkum mu bulaştı bilemedim.
Olan biteni anlamaya çalışıyor. Arada öyle sorular soruyor ki, cevaplamakta zorlanıyorum.
Anakin niye kötü tarafı seçti? Hata ettiğini fark edince niye geri dönmedi? İçinde iyilik yine de var değil mi? Çocukları olduğunu bilse onları sever, değil mi? Anne, insan birisini sevdiğini nereden bilir?

İnsan birisini sevdiğini nasıl bilir?

Bu akşam klasik triolojinin ilk Starwars filmi var. Ani'nin artık Darth Vader olduğu; yani kötülüğün en kötü uşağı, oğlunun O'nun oğlu olduğundan habersiz iyilik için maceraya katıldığı...


"Birini sevdiğimizde bu sevgiyi gösterebilmenin ya da gerçek olduğunu kanıtlayabilmenin tek yolu emek vermek, çaba göstermek yani birisi uğruna bir adım fazla atmak ya da bir mil fazla yürümektir. Sevgi emek ve çaba ister.
...
Uygarlığımızda hemen herkes bir dereceye kadar sevgi duymak ister, ama aslında bir çoğu sevemez. Bende bundan şu sonucu çıkarıyorum: Sevme isteği, sevmek değildir. Sevgi, yaptıklarıyla belli olur. Sevgi bir irade olayıdır-yani sevgide hem niyet vardır hem eylem. İrade aynı zamanda tercihi gösterir. Sevmek zorunda değiliz. Sevmeyi seçeriz. Sevdiğimizi ne kadar sanırsak sanalım, eğer gerçekte sevmiyorsak bu sevmemeyi seçtiğimiz içindir; bunun için de bütün iyi niyetimize rağmen sevemeyiz. Öte yandan da, ruhsal tekamül için büyük bir çaba içine girmişsek bunun nedeni de böyle olmayı seçmemizdir. Sevme tercihi yapılmıştır artık.
...
O halde sevgi de bir çeşit çalışma (emek verme) ya da cesarettir.Özellikle de kendimizin ya da bir başkasının tekamülüne yönelik çalışma ya da cesarettir." Az Seçilen Yol/Scott Peck.


Sevgili patronumun "Artık kocaman kızın var, bu kitapları mutlaka okumalısın" dediği kitapları yanımdan ayırmıyorum. Anne olmak ne çok ruhsal tekamül gerektiyor!

Bir pazar akşamı, hatta sevgililer günü akşamı. Güzel bir hafta olmasını diliyorum. Hiç azalmayan cesaretle, sevgiyle...

11 Şubat 2010 Perşembe

günler günlerin ardından

Yorgunuuuummmm. O kadar çok işim var ki!!!

Yazılarımın ardından beni arayıp soranlar olmasına bayılıyorum! Beni okuyanlar var! Beni önemseyip arayanlar var!

Kaybolma konusundaki depresyonum geçmez. Yani dertlenecek bir şey yok. Depresyonum geçse kaybolmam geçmez. Yolumu bulsam, dosyalarım kaybolur. Hepsi olsa uçağı tutturamam. "Ne yapalım ben de böyleyim" demek istiyorum ama bir kere de yolumu izimi bulsam, hayatımı azıcık kolaylaştırsam gerçekten iyi olacak.

Mekanı uzak, kendisi gönlümün en içinde arkadaşlarımdan birisi bana masallara ve bilim kurgulara bayılmamın sebebinin kendimle ilgili acımasız gerçekçiliğim olduğunu söyledi. Hadi bakalııııııım!
Kendine hiç masal anlatmayan birisi olduğumdan bana masal anlatılmasını sevdiğimi söyledi. Her zaman bana, böyle "dan" diye ve basitce beni anlatıveren arkadaşıma önce itiraz ettim. "Yok yahu, ben olumluları gören, kıymetini bilen biriyim" dedim. "Doğru" dedi, ama olumsuzları gördüğün kadar. "Sen her zaman yapman gerekeni yapan ama görmesen de olacak herşeyi sürekli gören, kendini hiç kandırmayan birisin. Üstelik kimsenin seni kandırmasına da fırsat vermiyorsun."

"Öyle miyim???"

"Kimse seni olmayan ülkeye inandıramıyor. Her gerçeği içinde bulunduğu koşullarda görüyorsun. O yüzden basitçe anlıyor, kolay uyum sağlıyorsun. Gözlerinle gerçekler arasında bir perde yok. Herşey çok çıplak. O yüzden hiç birşey sana çok zor gelmiyor ama hiç kolay da olmuyor. Hiç birşey senin gözünde çok kötü değil ama çok iyi de değil. Hayat hiç bir dönemde rüya gibi olmuyor. Olduğu gibi, her zaman."

Psikodramalar aklıma geldi, terapi seanslarım... Üzerinde epeyce düşündüm. Düşününce bir bir aklıma geldi bana söylenenler, annemin söyledikleri... Haklı galiba. Yaşamımı/kendimi makyajlamayı, giydirmeyi, rötuşlamayı beceremiyorum. (Gerçek makyajda fena değilimdir ama)Bu yüzden hayatımı zorlaştırdığımı, kendimi azıcık kandırmamın, kendime insaf etmenin hakkım olduğunu söyleyen terapistimi duyar gibi oldum. Çoşkularımın, vazgeçilmezlerimin çok az olmasının, hep tedbirli olduğum halde başkalarını şaşırtan cesaretimin, sakin olmamamın ya da özetle fazlasıyla sıkıcı birisi olmamın sebebi de bu herhalde.
Tuhaftır, bu içgörü bana iyi geldi. Gerçeklik duygusu hoşuma gitti. (İnsan ille de iyi birşey buluyor kendisiyle ilgili) Gerçi arkadaşım; "kızım ben sana bunu iyi birşey olarak söylemedim ki, azıcık bunu azaltsan diye söyledim" dedi. Ben geribildirimin o tarafına konsantre değilim. Belki sonra...

Hem ben kendimi masal okuyup bilim kurgu seyrederek eğlemeye bayılıyorum.

36 yaşından sonra bir harikalar diyarı yaratıp sonrada bunun bir rüya olduğunu anlama riskim olmamasına memnun oldum.

Bugün eski işyerinden arkadaşlarımla öğle yemeğine gittim. Keyifli ama heyecanlıydım. Neden bilmem sahneye çıkmak gibiydi. Öööle upuzun bir masa... Çoğuyla konuşamadık bile. Kimini çok yakın, kimini sandığımdan uzak hissettim.


"Kendinizin cömert olduğunu bilebilirsiniz ama cömertliğinizi gösteren bir davranışta bulunmadıkça cömertliğiniz bir kavram olarak kalır. Kendinizin sevecen olduğunu bilirsiniz. Ama birisine sevecen davranmadıkça, elinizde kendinizle ilgili, bir düşünceden başka şey yoktur. Kavram deneyim olana kadar sadece spekülasyondur." Tanrı ile Sohbet/Neale Donald Walsch

Bir dahaki sefere azıcık şiir... Ben de özledim şiirleri.

Kitap: Roman Kahramanları (Dergi mi demeliydim?)

7 Şubat 2010 Pazar

kendimden sıkılıyorum

İncecik bir perde gibi yağmur. Aralıksız, hiç durmadan yağıyor. Sokaklar tenha. Tam bir pazar günü. Birazdan azıcık çalışacağım, sonra kitaplarım, akşama yine Starwars... Velhasıl çemberin klasik pazar günü.

Haftayı kendimden sıkılarak geçirdim. Bazen kendime tahammül etmekte zorlanıyorum. Defalarla gittiğim yerlere giderken kaybolmaktan, çalışma dosyalarımı kaydetmeden kapatmaktan, arşivlediğime emin olduğum mesajları bulamamaktan, 10 küsür senedir kullandığım klasik windows uygulamalarının cambazı olmayı becerememekten, cep telefonumun bütün sırlarını açığa çıkaramamaktan falan bıktım. Arabamı park ettiğim yeri bulamıyor olmam her sohbette keyifli bir konuymuş gibi dursa da benim bu ara fena halde canımı sıkıyor. Neden böyle olduğuyla falan da hiç ilgilenmiyorum. Gerçekten biraz daha yetkin olmak istiyorum. "Aman canım, sen de başka konularda iyisin" geyiğine de tahammül edemiyorum. Valla epeydir düşünüyorum "iyi" olduğum bir konu aklıma getiremedim. Kötü, çok kötü ve berbat olduklarımı saymak için ise düşünmeme hiiiç gerek yok.

Hayat bana bazen büyük geliyor. Öyle zamanlardan birindeyim. Kendimden memnun değilim.

Yukarıdaki son cümlemi yazarken can arkadaşlarımdan birisi aradı. Çook genç yaşta yitirdiğimiz ortak bir sevgili arkadaşımızın küçük oğlunun yaşamla ilgili pek kiritik, pek heyecanlı bir ilk deneyimi ile ilgili konuştuk. Babalık rolünü üstlenmiş ve gerçek bir babadan bile özenli canım arkadaşımla ergenliğinin başındaki bu genç adamla nasıl konuşacağımızı kararlaştırdık.

Yazımı bitirmeden bir kere daha dışarı baktım. Yağmur hala ince bir tül gibi kesintisiz yağıyor. Minicikken tanıdığım güzel gözlü bebek bir delikanlı olmuş. Birisinin gerçek dostu olmanın o kişinin ömrüyle bile sınırlanmayacağını bana öğreten canım arkadaşımla konuşurken bir kere daha hayatta tek bir gerçek olduğunu hatırladım. Unuttuğuma utanarak. Birisini gerçekten sevmek. O artık hayatta olmasa bile bu sevginin gereğini yapmak. Tanrı ile Sohbet'te söylendiği gibi; Sevmek ve çalışmak.


"Kendi kendinden utanacağın bir şey yapmıyorsan, seni organlarını
değiştirecek kadar sarsan bir şey yaşamıyorsan eğer, o aşk değil."
Ece Temelkuran-Muz Sesleri

1 Şubat 2010 Pazartesi

Boyalı Kuş

Bir önceki yazımdan sonrasını merak edenlere hemen söyleyeyim. Konuyu hallettim sayılır. Kolayca halletmişim gibi bir hava yarattıysam, aldanmayın. Aslında ne yapacağımı bütün gece uzun uzun düşündüm. Planladım. Cuma günü planım %100 işlemediyse de ilerledi. Kızdığım kişiyle aramız hiiiç bozulmadan konu toparlandı. Daha gidecek yolumuz var ama kalanı da hallederiz herhalde. Arayan soran arkadaşlarımın çoğunda canımın sıkkın olduğu duygusu yaratmışım. Doğrudur, ama asıl duygum öfkeydi. Gencecik, küçücük, yeni işe girmiş bir kızı korkutup kendi gücünü ispata çalışan birisi kızdırdı beni.

Dengi olmayanları korkutup yıldırma eğilimli, güçlü algıladıklarına karşı gayet kibar, düşünceli; kendinden zayıf algıladıklarına karşı acımasız, sert olan, terör severler hep böyle öfkelendirir beni. "Belki de başka yol bilmiyordur" demeye varmaz dilim. İstesem de...

Kosinski'nin Boyalı Kuş'u aklıma gelir. Öyle nefesim daralır. Boyalı Kuş'u nasıl tanırlar da daha çok gagalamaya gelirler? Nereden anlarlar?

Hafta sonumuza gelelim. Nefisti vallahi. C.tesi sabahı erkenden yola çıktık. Bizden bir gün önce varmış arkadaşlarımızla buluştuk, doooğru Uludağ'a. Bütün hafta yağmurlu ve kapalı olan hava günlük güneşlikti. Her yer karla kaplıydı. Manzara enfesti. (Ee ben şanslıyım diyorum, boşuna mı?) Ama benim için en unutulmaz olan telesiyejden uzanıp ağaçların tepesine dokunabilmekti! Öyle adrenalin sporlarıyla hiç işi olmayan ben, kayak yapanlara çok özendim. Çok ! İlk kayak dersimizin detaylarına girmeyeyim ama bilenler akıllarına benim iskeleden balıklama atlama çalışmalarımı getirsin. Oradaki görüntüden bile ibiş olduğuma eminim. Olsun, vazgeçmedim. İşşallah tekrar deneyeceğim. Kızım çok eğlendi. Kar oynarken, yerlerde yuvarlanırken... Kayamamak gururunu incitti, o ayrı. Ders alırken kendisiyle ilgilenilmedi diye afra tafra falan çoktu ama, olur o kadar...
İşin yeme-içme tarafına gelirsem (ki gelmesem daha iyi) sucuk ekmek, sıcak şarap, İskender, üstüne baklavalar, pazar günü Cumalıkızık'ta gözlemeler derken beni bir haftalık oruç bile kurtaramaz. Sanki haftasonundan daha uzun bir tatil yapmışım gibi, çok iyi geldi.

Pazar akşamı benim için yine Starwars gecesiydi. Ve fakat çok geç bitiyor yahu! Sürünüyorum. Yıllar yıllar sonra Jedi felsefesini dikkatlice dinleyince daha çok hoşuma gitti. "Korku gücün karanlık tarafına giden yoldur" dedi yeşil efendimiz Yoda. Bir de düşüncelerimizi kontrol etmeyi öğütlediler, algımızı bulandıracak düşüncelere izin vermemeye... Fanilerin zaaflarıyla Jedi'lerin yeteneklerinin en güçlülerinin sahibi genç kahramanımız Ani'nin karanlık tarafa yolculuğunu adım adım izledim. Kimsede olmayan güçlerine rağmen korkuları, kendini yeterince sevmediğinden sevilmeme ihtimaline karşı toleranssızlığı, öfkesi, güce teslim olmak yerine ona sahip olmak isteğiyle Ani üstün yeteneklerine rağmen, belki de onlar yüzünden hem evrene dengeyi getirecek umut hem de en zayıf halka...

Benden Jedi falan da olmazmış, anladım.

Oyun: Ali Poyrazoğlu/ İyi Günde Kötü Günde (Ali Poyrazoğlu izlemek hep çok keyifli)
Kitap: Kayıp Sembol (Bence hayalkırıklığı. Okumadıysanız, aceleye gerek yok)
Fırsat: Okullar hala tatil! Tatlı kızımı her sabah ve her akşam defalarca öpmek ve O'nunla gün içinde mesajlaşmak mümkün! Telefon da bonus!


"Cesaret, birşeyi yapmaktan altına edecek kadar korkmak, ama yine de yapmaktır"
David Mitchell-Siyah Kuğu Parkı