24 Ekim 2010 Pazar

Beklenti

Çocukken sıkı terbiye edilmiş olanlar hayattan fazla bir şey talep etmemeyi öğrenir. Terbiyeli çocuk dediğin hayatı etrafındakiler için kolaylaştıran çocuktur. Herkesin ne beklediğini bilir, ona uygun davranır. Kurallara uyar, yapması gerekenleri bilir ve yapar. Yapmaması gerekenleri daha iyi bilir, kesinlikle yapmaz. Kimseden birşey beklemez. İstemez de. Herşeyi hak etmesi gerektiğini iyice öğrenmiştir. Kendinden beklenenleri yerine getirmeye odaklıdır. Aksi durumda sevilmeyeceğini bilir. Sevilip onaylanması beklentileri karşılaması şartına bağlıdır. Mutluluk yapılması gerekenleri yapmanın huzurunda saklıdır. Ya da o öyle sanır.

Bu dünya düzeni çocuk büyüse, ailesinden ayrılsa da ondan ayrılmaz. Bu terbiye artık derinin altındadır. Terbiyeli terbiyeli hayatını etrafın beklentisine ve yapması gerekenlere odaklı yaşar. Öyle ya, sevilmesi ve mutluluğu buna bağlıdır.
Eğer "Hayır" derse, kendi beklentilerini önemserse, kurallara uymak istemezse sevilmeyeceğini bilir. Ya da o öyle sanır.

Seçimlerini gelen talepler içinden yapar. Kriteri "en uygun olan"dır. Kendisi kimse için seçenek olmaz. Talep etmez. Hayat, hala etrafındakiler için kolaydır. Fakat bu terbiyeli çocuklar sıkıcıdır eni konu. Ne kadar terbiye olmuşsa o kadar sıkıcı. Öyle ya, hayatın tadını çıkarmak için kuralları esnetmek şarttır. Haz bencillikte, enerji kaosta gizlidir. Terbiyeli çocuklar öfkelidir. Öfke ifade etmeye hakları olmadığını da bilir. Susar ve suçlu hissederler. Onlar hep hatalıdır.

Ye, dua et, sev adlı filme gittim. Bugünlerde bu filme gitmeyen kadın yok. Ben yaşlardaki Amerika'lı kahramanımız görünür hiç bir problemi olmayan evliliğini bitirip, ara sıcak bir çıtır sevgili sonrası hala derin mutsuzluktan çıkamayınca kendini aramaya çıkıyor. Hayatın tadını çıkarmayı öğrenmek için İtalya'ya, vazgeçmeyi öğrenmek için Hindistan'a ve tüm öğrendiklerini dengelemek için Bali'ye gidip oralarda yaşıyor. Sonunda önce yaşamdan keyif almaya hakkı olduğunu sonra kendini affetmeyi ve en sonunda yaşamı dengelemeyi öğreniyor.Bir de aşk buluyor, kendi gibi örselenmiş bir başka ruh... Dünyanın neresine giderse gitsin boşanmanın en büyük hata olduğu ve mutlaka birisini bulması gerektiği mesajı sabit.

Tam 21.yy dertleriyle dertli, batılı hatta fazlasıyla Amerikalı bir kadının gözünden yeterince samimi ve gerçekçi filmdeki duygular.

Dünyanın bu tarafında bir kadınsanız hamurişi yemenin keyfine varmak için İtalya'ya, kendinizden vazgeçmek için Hindistan'a ve dünyanın güzelliğini keşfetmek için Bali'ye gitmenize gerek olmadığına şükredebilirsiniz. Yemeğin her çeşidi ile sefahat, sefaletin ve vazgeçmenin katmerlisi ile terbiye, imana yönelik çeşit çeşit ibadet ve dünyanın güzelliğini keşfetmek için envai çeşit manzara memleketimizde mevcut. Üstelik boşanma kararının kibarca/kabaca, açıkça/üstü örtülü biçimde kınanması ve bir an önce mutlaka bir eş bulma gerekliliği mesajını etrafınızdaki herkesten kesintisiz olarak alırsınız. Bizim memlekette kendini aramaya niyetli bir kadın için her imkan var. Ama böyle bir beklenti için Amerikalı terbiyesi gerek. İstemeye, talep etmeye dair cesaret...

Bu pazar evdeydim. Darmadağın haldeki evimi topladım. Kışlıkları çıkarıp yazlıkları kaldırdım. Benim kışlığa geçiş miladım geleneksel olarak 29 Ekim'dir. Bu sefer azıcık önce oldu. Ütü yaptım uzun uzun. Ütü duygu yüklü bir iştir. Ya nefret edilir ya sevilir. Ben sevenlerdenim. Zihnimi dinlendiriyor. Tekrar edip duran bir iş. Zamanı unutuyorsun. Sonunda yoruldum. Yemek öncesi nescafe ve tatı yedim. Üstelik yemekte de makarna vardı. Karbonhidrat bayramı! Bu ara öyle... Bu ara yeme içme konusunda filmdeki kahramanımızın İtalya dönemindeyim. Umrumda değil.

Dün Hızlı Okuma eğitimine başladım. "Neden buradasınız?" sorusuyla başlayan klasik açılışın sonunda eğitmenimiz şöyle dedi: Her ne yaparsak yapalım tek bir amacımız vardır. Mutlu olmak. Tüm çabamız bunun içindir.

Terbiyeli, onaylanmış beklentisizlerin genelde "hayal"leri olur. "Kader"leri olur. Kendileri gibi terbiyeli, cesaretsiz ve sıkıcı çocukları olur. Risksiz seçimleri, renksiz hikayeleri olur.

Ya da; Büyük hataları olur herkesin bildiği... Büyük hayalkırıklıkları olur kimsenin bilmediği...

You can avoid the reality. You can not avoid the consequences of avoiding the reality. Ayn Rand

20 Ekim 2010 Çarşamba

güneşi bekliyorum

Öfkeyle yorgunluk birbirinin içinde. Bende öyle. Hangisi hangisinden önce acaba? Yorgunluk mu öfkemi tetikliyor, öfke mi beni yoruyor? Velhasılı hem yorgun hem öfkeliyim. Kime öfkeliyim sayamayacağım. Etrafta ne varsa, kim varsa...
Gayet bilimsel bir makale okudum bu hafta. Hava kapalı, yağmurluyken insanoğlu daha toleranssız, daha katı oluyormuş. Havadan benim bu hallerim, hep havadan...

İş-güç, hani klasik bir klişe olacak ama, çığ gibi, üzerime üzerime geliyor. Bir de evde kadın yok.

Bizim ezberlenmiş düzen bozuluverdi! Düzen dediğin evin günlük, dandik, hiç umursamadığımız işlerinin yapılması olsa da, etkisi büyük!
Bir kere evi toparlayan bir kadın olmaması ile ilgili her birimizin algısı, buna tepkisi ve birbirinden beklentisi başka.
Ben; herkesin bu gerçeği aklında tutmasını ve ev içi önlemler alınmasını (!) bekliyorum. Mutfakta lavabo kenarına dizilip bırakılan bulaşıklar nedeniyle ev halkına düşmanım, onları intihara sürüklemek amacıyla durmadan söyleniyorum. Kızım konuyla çok ilgili değil, maksimum fayda arayışında. Her okul çıkışı bir arkadaşının evine gitme peşinde. Çamaşırların balkondan toplanması ya da asılmasının sohbetlerimizde yeri var.

Hayatım dediğin şey, karşılıklı beklentileri bir dengede tutan işte böyle alışkanların, bir ezberin ta kendisi!
Bu ezberi bozan en ufacık değişiklik herşeyi değiştiriveriyor. Yaşadığımız her duygu, bu ezberin çıktısı. Farkında olmadığımız bu ezber, ilişkilerimizi belirliyor. Evde kızı karşılayacak birisi olmadığını bile bile yarın kendine bir program yapmış olan anneme öfkeleyim. Tabii bunu ifade edemiyorum. Bu durumda daha da öfkeleyim. Muhtemelen o da bunu fark edip fark etmemiş gibi yapmak zorunda olduğu için bana öfkeli. Sabahın köründe kaldırılıp anneannesine götürülen kızım öfkeli, falan filan.
Yarattığımız rutinle içine sığacağımız bir kalıp oluşturuyoruz. Birbirimizden beklentilerimizin sınırlarını belirliyor, bir orta yol buluyoruz. Ezber bozulunca, günlük hayata dair kalıp bozuluyor. O küçük gördüğümüz, basit beklentiler bile karşılanmaz oluyor. Veee bu hayalkırıklığı hepimizin içinde sakladığı ne varsa yüzeye yaklaşıyor. Kalıba sığmak için vazgeçtiğimiz herşey aklımıza gelmeye başlıyor, bir bir...
Eğer ezber tutturulursa yeniden, hayat sürüp gidiyor. Ezber kalıcı olarak bozulursa pandoranın kutusu açılıveriyor!

Ezberimizi bozan değişiklik çoğu kez minnacık bir ayrıntıymış gibi görünse de...

Allah'tan, yeni kadın başlıyor hayırlısıyla. Sular yükselecek denizin dibindeki kayaların üstü örtülecek. Teknemiz yoluna devam edecek.

Tekrarlardan bıkıp usanmakla tekrarlara mecbur olmak arasında bir hayat. Eyvallahsız olmak için tek tabaca kalmaya mecbur bir hayat. Orta yollar hep "eyvallah"lardan geçiyor.

Hep havadan oluyor bunlar. Açmadı ki güneş!



"Hiç bir zaman geç kalmadınız,
Kaç kere yoldan dönmüş de olsanız,
Kaç kere döndürülmüş de olsanız,
Dünyanın bütün günahını taşıyor da olsanız,
Hayatınızdaki her şeyden kendinizi suçlu hissediyor da olsanız,
Kendinizin “Yüreğiniz” tarafından kabul edileceğine inanmıyor olsanız da
Siz yine de “kendinize, yüreğinize” yürüyünüz....
Hiç kimse size inanmasa da, siz kendinize inanın."

Mevlana 


KİTAP: Arkadaşlar, Aşklar ve Çikolata (Pazar Felesefe Klübü'nü okuyup sevdiyseniz)
FİLM: Ejderha Dövmeli Kız (Beni çok rahatsız eden sahneler olsa da, son zamanlarda beğendiklerimden)

17 Ekim 2010 Pazar

önemsiz

Yazacak çok şey var. Yazmak, herşey gibi yaptıkça yapmak istediğin birşey. Yapmayınca insanın isteği azalıyor. Nerden başlasam, bilemiyorsun... Hangisi daha önemliydi?
Neyin önemli olduğu bilmek hayatın amacını bilmek gibi. Bunu şıp diye bilenlerden olabilsem... "Önemli" olmanın kendisi de ayrıca önemli hayatta. Herşey, herkes önemli olmak istiyor. Daha önemli, daha az önemli. Öyle ya, önem bir seçim sonuçta. Ve her birimiz "seçilmek" istiyoruz. Seçilmek için harcadığımız çaba seçmek için harcadığımızdan daha az fazla, çoğu zaman.

Galiba içinden çıkamadığımız ne varsa bu seçme/seçilme denklemi içinde.
Hangisi, ne, kim daha önemli? Vazgeçilebilir olan ne?
Hadi daha da zor soralım: Vazgeçilmez olan ne?

İyi de vazgeçemediklerimiz en fazla önemsediklerimiz mi?
Bilmiyorum. Vallahi, bilmiyorum.

Bu hafta, yıllardır bizim evde çalışan kadını işten çıkardım. Daha önce defalarca yaşanan bir sebep yüzünden. Üstelik çok daha vahimleri yaşanmıştı, hepsini alttan almış, idare etmiştim. Ne oldu da ennn olmadık günde, saattte, öyle birden bire "sen artık bize gelme" deyiverdim. Bilmiyorum. Kadının kendisi de anlayamadı. Benim hayatıma yakın olmayan, beni tanımayan hiç kimsenin anlayamayacağı gibi...

Böyle olmak istemesem de, böyleyim. Bir son var içimde.Geri sayan bir saat gibi. Duruyor. Tık diye. Son ana iyice yaklaştığımı ben de fark edemiyorum. Saat tam sıfırladığında, öyle kendiliğinden bitiveriyor. Yapıverdiğim şeye ben de şaşıyorum. O kadar hazırlıksız oluyorum ki! Üstelik açıklanabilir de olmuyor. Herkese göre herşey çok yolunda görünüyor o sırada! Bir ben, bir de içimdeki o saat. Duruyoruz. Bitiyor.

Mide ağrısıydı sıkıntımız bu hafta. Bir önceki haftanın başdönmesi yerini mide telefiyetine bıraktı. İyi tarafı; günlerce birşey yemedim. Kötü tarafı; haftasonu hepsini telafi ettim!

Bugün, can arkadaşımın doğumgünü. O'nun için "iyi ki" diye başlayan onlarca satır yazabilirim. Ama "iyi ki" artık birşey ifade etmez.
Varsa bir can arkadaşınız, bilirsiniz. Sizin değildir o. Sizdendir. Bir parçanızdır. Eliniz gibi, kolunuz gibi... Tıpkı öyle varlığını fark etmezsiniz. Vardır hep. Yokluğunu bilirsiniz. Yoksa eksik olusunuz. Sakat kalırsınız. Tamam olmazsınız. Özensiz davranır, incitirseniz canınız yanar. Başkası incitirse, yine sizin canınız yanar. Dahası, bilirsiniz ki siz de ondasınız.

Sınanır ya herşey. İnsan dediğin en çok kendisiyle... "Mizacım" sandığın her şey, gün gelir sana uzak kalır. Hiç bilmediğin yollar fark edersin sana çıkan, hiç bilmediğin sokaklar... Girer içinde kaybolursun. Karanlıktır bazıları, çok korkutucudur. Korkmadığına şaşarsın.

İnsan kendini seçemiyor. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, değiştiremiyor. Bırakıp gidemiyor. Ama yol arkadaşlarını seçebiliyorsun.
Ben yoluma, bana iyi gelmeyen, gerçek olmayan ne varsa, kim varsa bırakıp devam edeceğim. Önemli olan gerçek olsun.

Zor biliyorum. Ama öyle istiyorum. Eyvallahsız.


'Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var" diyor sırf iyilikten yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! "Duru" demek istiyor yani, eğilip bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar Mutluluk, acı, öfke, aşk, gitmek, dönmek, karşı çıkmak Neyse ne, bulandırmadan yaşanmalı demek istiyor. ECE TEMELKURAN/EYVALLAHSIZ

4 Ekim 2010 Pazartesi

sessiz

Sabah uyanıp kalkamadım. Çaresiz... Başım dönüyordu.
Şimdi daha iyiyim. Yine de dönüyor başım. Yarın annem geliyor.
Yorgunum. Sadece bedenim değil...
Uzaklara gitmek, bir de susmak istiyorum...

"Arza hacet yok halim sana ayandır...
Dile gerek yok, sessizliğim sana beyandır...
Söze lüzum yok, suskunluğum sana kelamdır...
Kelama ihtiyaç yok, aşk sana figandır" Aşkın Gözyaşları/Sinan Yağmur

2 Ekim 2010 Cumartesi

Yokluk

Hayatımda değişiklikliklerin mevsimi, sonbahar... Doğumgünüm, evlilik günüm, kardeşimin doğumgünü, işe başlama, işten ayrılma zamanlarım ve hayatımda artan biçimde kayıplar...
Babamı kaybettiğimde Ağustos'tu. Çok sevdiğiniz birini kaybettiyseniz bilirsiniz, acısı yanık gibidir. İzi geçmez. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin yara ısınırsa, kaldığı yerden yanmaya başlar.
Annem sevgili teyzemi kaybetti. Geçtiğimiz hafta. Acısını zihnimde canlandırmaya cesaret edemedim. Kardeş kaybetme duygusuna ortak olmaya hazır değilmişim. Teyzemi kaybetme acısını tercih ettim. Uzaktaki kaybı, günün telaşına karıştırmak kolay oldu. Bir hafta olmadan, kayınvalidemi kaybettik. Anne kaybetmenin acısı o kadar gözle görülür, o kadar somut ki... İnsan çok sevdiğinin, eşinin yaşadığı üzüntüyü seyretmeye dayanamıyor. "Yarabbim, mümkün olsa" diyorsun, "üzüntüsünü azaltabilsem". "o duygunun yarısını ben alabilsem". Mümkün olmuyor. Herkes kendi acısıyla kalıyor.
Doğumgünleri, ölümler birbirine karıştı. Başsağlığı ve doğum günü kutlama mesajları...

Günler günlere eklendikçe, öyle çok gün geçmese bile, içi boş hacmi kocaman telaşlar, gündemler, konular yeniden hayatımızın baş köşesindeki yerlerine yerleşiyor, fark ettirmeden...
Uğruna, ne zaman biteceğini hiç bilmediğimiz, bize hiç bitmeyecek gibi gelen hayatımızı harcadığımız saçma sapan ne varsa.

Bir çocuk yetiştirirken neyin önemli olduğunu öğretmeli? Aile mi, kariyer mi, doğruluk-dürüstlük mü, çalışkanlık mı, fedakarlık mı? Mutluluğa götüren yol hangisi?

Bir varmış, bir yokmuş
Yokluğu söylemesi zormuş...



Kitap: Kül Mevsimi