26 Kasım 2011 Cumartesi

İtiraflar-II

Kaldığımız yerden devam...
Havaalanında kahve vakumlayan abiye öfkemi okuyanlar medeniyet sevdiğimi düşünmüş olabilir. Doğrudur. Çayın çorbanın höpürdetilmesine ilave olarak çatala parmakla destek verilmesi de beni bitirir. Elle yemeğe değil itirazım. Ama salata da parmakla ittirilmez ki be anacım!
Medeniyet iyi tabii ama içimde mağara devri ihtiyaçlarına göre tercih yapan bir kadın daha yaşıyor. Üstelik bu hafta emin oldum, ben yalnız değilim! Kadınlık aleminde, bir tarafı benim gibi epeyceeee gerilerde kalmış kadınlar var, çok şükür!
Erkeklerde tüm karizmayı sıfırlayan şeyler deyince; şimdi bir kere adam dediğin üşümeyecek. "Nası yani" diyen varsa hemen açıklayayım. Kar yağarken denize girme gibi ergenlik düzeyi saçmalıklardan bahsetmiyorum. Ama sürekli üşüyen, kalın kalın giyinen, kapıdan cıkmadan soğuktan şikayet eden, hep eli ayağı buz gibi bir erkeği cazip bulabilecek kadın tanımıyorum. Varsa haber versin.
Bir de sinekten, böcekten, hayvandan korkulmayacak. "O da insan, nerede eşitlik, bunlar çok aptalca" diyenler buradan itibaren okumasınlar bence. Çekirge görünce çekirgeden daha çevik hale gelen adamların, devir 21. yy da olsa, fazla şansı yok bence. Varsa, nasıl diyeyim, ona şans denmez!
Listemizde kahve ısmarlarken light süt ayrıntısı eklemek de var. Bu arkadaşlar bana kendimi hepten çağ dışı hissettiriyorlar, zira sayıca çok arttılar. Ama yok, ben ekledim bunu karizma bitiren şeyler listesine. Light sütlü kahve siparişi olmuyor yahu!
Yanlış telaffuz edilen kelimeler! Şive başka bir şey, kiminde sempatik bile olabiliyor. Ama kelime telaffuzunda hatalar kadar bir erkekte karizma öldüren şey azdır derim.
Fiziksel özellikler konusunda kararsızım. Burada bir ortak nokta bulamadım.

İtiraflar deyince haliyle daha ele avuca gelir şeyler bekleyenlere "şimdilik idare edin" diyeceğim.

Bu hafta hayatımda bir ilk daha gerçekleşti. Nartaneleri projesi kapsamındaki mentee'm ile tanıştım. Ne kadar etkilendiğimi, nasıl bir sorumluluk hissettiğimi, ne çok heyecanlığımı anlatamam... Belki bir başka yazıda biraz daha geniş yazarım. Allah'a şükrediyorum. Bana bir ömürde birden çok hayata dokunma fırsatı verdiği için...

İşte hem çok yoğun hem de heyecanlı bir zamandayız. Deprem düzeyinde yenilikler, değişikler, bir biri üstüne eklenen işler... Bir kere daha şükrediyorum; çalışmayı çok sevdiğim ve sevdiğim şeyi yapabildiğim için.

Hafta dopdoluydu, hafta sonumuz hareketli. Yarın pazar olmasına rağmen okulda kermese gideceğiz sabah.
Kızımla sohbetlerimiz beni şaşırtıyor. Koca insan lafları, deyimler, espriler, ben diliyle ifadeler... Sonra uykulu gözlerle evin içinde atlet-kilot kaldığında minnacık göbeğiyle nasıl hala küçücük...
Sınavlar, notlar, heyecanlar, kaygılar, umursamamalar, çok meraklar, evden çıkarken bir türlü hazırlanamamalar, 38 yaşında koçluk eğitimlerinde öğrendiğim takdir cümlelerinin 9 yaşındaki kızımın dudaklarından doğallıkla çıkıvermesi. Ben de her daim dolan gözler... Mutluluktan, pişmanlıktan, öfkeden, gururdan, hayranlıktan, endişeden,...

Dün tanıştığım nartanesi kızım 19 yaşında. Beş kardeşi ve benden sadece üç yaş büyük bir annesi var. Mentee ve mentor kelimeleri fazlasıyla yabancı olduğu için annesi mentee yerine mantı, mentor yerine garnitür demiş. Çok güldük ama çok da beğendik.

Artık anne, koç, çakma ev hanımı, gerçek iş hanımı ve mentor olmaya ilave olarak ben bir de garnitürüm.
Evrende tesadüf diye bir şey olmadığını da düşününce, ne dersiniz? Garnitür olmak bana çok uymadı mı?

"Kesin bir yanıt verebileceğim için mutluydum; öyle de yaptım. "Bilmiyorum" dedim." Mark Twain

20 Kasım 2011 Pazar

Ben bir koçum!

Koçluk eğitiminin ilk modülünü bitirdim!
Çok etkilendim. Eğitimden, yöntemden, eğitimcilerden, katılımcılardan... Yıllar sonra kendimi ilk defa çok iyi hissettim. Doğru yerdeyim duygusu. Sadece eğitimle ilgili değil. Tüm yaşamla ilgili. "Ben tam olmam gereken yerdeyim."
"Gidin, Adler'den "Profesyonel Koçluğun Temelleri" eğitimini alın!" derim. Koç olmanıza gerek yok. Anne olun, baba olun, eş olun, çalışan olun. Yaşamın kalitesi artsın. Kendinize dair bildikleriniz artsın. Gücünüz ve kendinize inancınız artsın.

E tabii banka hesabında bir azalma oluyor. Ama olacak o kadar.
Dert eden olursa diye yazayım; insanın aklına bile gelmiyor. Anlayın yani, o kadar iyi!

Beş gün süren içe bir yolculuktan döndüm, yorgunum.

"Altıncı hisse ihtiyacınız yoktur. Yapmanız gereken gözünüzü kapamak ve derin derin nefes almaktır; size fısıldanan soruyu duyarsınız (çünkü bütün topraklar ziyaretçilerine aynı soruyu sorarlar): Seni görüyorum. Sen de bende kendini görüyor musun?" Gezmek Üzerine/Lawrance Durell

15 Kasım 2011 Salı

Yürümeye Devam

“Ararsan buluyor, kurcalarsan bozuyorsun, deşersen eline illaki batıyor bir iğne, kazarsan çıkıyor, örtersen görünmüyor, duyarsan irkiliyorsun, tutarsan hissediyorsun, kaybedersen üzülüyor, bulunca seviniyorsun… Çıkarsan görebiliyor, inersen duyamıyorsun; yağarsan ıslatıyor, yağmadığında kuruyorsun; beklersen üşüyor, yürürsen ısınıyorsun; seversen semiriyor, sevmediğinde soluyorsun; açıksan herkes sana geliyor, kapalıysan kapından dönüp gidiyor; verince büyüyor, alınca borçlanıyorsun; gülersen kırışıyor, ağlarsan ayıplanıyorsun…”
Dünya tatlısı bir kitap! Çılgın, komik kahramanımız ve naif bir öykü. Amaaa duygu tamamdır. Budur yani…
Gülerek, kadınca bir keyifle bir akşamda okunuyor. Bugünün alıntıları kendisi de bir blog yazarı olan bu süper eğlenceli kitaba ayırdım.

Yazımı geçtiğimiz hafta sonu yazmak istedim ama harala gürele içinde, beceremedim. Şimdi bir buçuk saat rötar nedeniyle havaalanında otururken yazıyorum.

“Yazmak, o kadar da zor değilmiş meğerse, yazabilmekmişzor olan ve yazabilmek için yitirmen gerekmiş gerçekleri, hayallerine yer açabilmen için…”

Bankaların afilli salonlarından birisindeyim. Bir erkekte ennn nefrettt ettiğim şeyleri sayacak olsam en başta ses çıkartarak kahve, çay, çorba falan içmesi geleceğinden yaşayarak emin oldum! Bir kere daha! Pek şık bir beyefendinin kahve höpürdetme sesini bütün salonca duyuyoruz. Öööle bambular, camlar, küresel koltuklar, chill out müzik ortamımızda bir suaygırı espresso içiyor!

Niye içmek yerine vakumlamaya çalışıyorlar, anlamıyorum ki!

Rötara canım sıkıldı. Bilgisayarım, kitabım, yazılarım, dergiler… Evde kızım olmasa o kadar dert etmeyeceğim.

“Ben “büyüyünce gelin olucam” diyen kız çocuğu değildim. “Büyüyünce ne olacaksın?” diye zaten kimse de bana sormamıştı, hatırladığım. Ama içerilerde bir yerlerde kendi kendime “ben büyüyünce gideceğim” derdim hep. Gideceğim yerler vardı. Yüksüz ve eşyasız olmak isterdim.”

Beni yalnızlık sever zanneden olmasın sakın!
Ben tek başına olmayı seviyorum. Yalnızlığı değil. Tek başına olmak bir tercihtir. Kalbinde sevdiğin ve seni sevdiğini bildiğin birileri varsa tek başınayken asla yalnız değilsin!
Yalnızlık içinde bir boşlukla dolaşmaktır. Hiç tek başına kal(a)masan da çok yalnız olabilirsin.

“Mutluluk nedir?” diyen olursa, benim bir tarifim yok. Çetin Altan’ın tarifini çok seviyorum. “Mutluluk zamanın farkında olmamaktır.”

Havadisler: Koçluk eğitimine başladımmmmm! Eğitim vermeye devam ediyorum! Hedef kilonun altındayım. Uykum yine kayıp.


“İnsan 40’ında kırkayak oluyor, neresinden kesilirse kesilsin yürümeye devam ediyor…”

Kitap: Bayılmışım… Kendime geldiğimde 40 yaşındaydım./Şebnem Aybar (Tüm alıntılar…)

9 Kasım 2011 Çarşamba

İtiraflar-1

Ben en çok edebiyat seviyorum. Okumak tutkuyla sevdiğim bir şey. Hiç eksilmeyen bir tutku… Masalları, romanları, şiirleri, başka alemleri, oralarda kaybolmayı çok seviyorum. Okumak değil benim keyfim, başka dünyalarda, duygularda kaybolmak…
Dergilere bayılıyorum. Edebiyat dergilerine, dedikodu dergilerine, dekorasyon dergilerine, sağlık dergilerine, moda dergilerine… Ne dergisi olduğu hiç önemli değil! Dergilerin rengi, kokusu, dokusuna tutkunum. Düzenli aldıklarım var, spot aldıklarım var, yeni keşfettiklerim var...

Dünyayı algılama yönelimi işitmek olan biriyim ben. İşitsel, görsel, dokunsal ya da kinestetik olarak gruplanıyormuş insanlar. Dünyayla iletişim ve öğrenme yolumuzu böyle gruplamışlar. Her birinden biraz var hepimizde elbette ama birisi ağır basıyor. Ben bir işitselim.
Beni ennn çok rahatsız eden şey kötü sesler. Öfke yaratıyor. Ennn rahatlatan şey ise müzik.
Tutkuyla değil ama sevgiyle dinlerim. Okumak aşksa müzik ailedir. Huzurdur. Tekrarlar vardır seçimlerimde. Tanışıklık bana iyi gelir. Binlerce kere Dire Straits'den Romeo and Juliet dinleyebilirim. Mazhar Alanson'un soylediği ne varsa, hiç eksilmeden keyfim, bıkmadan dinlerim. Bono ve Frank Sinatra dueti olan I've Got You Under My Skin dinler hatta utanmaz, bağırarak eşlik ederim. Arada bir dinlemezsem, eksilirim. Özlerim. Bir türkü beni ağlatır. İşte o sırada, ağlasam da iyi hissederim. Bazen evin içinde bağırarak Mihriban söylerim. Her şey güzel görünür. Duygularımı fark ederim.
Hani geçenlerde Bülent Ortaçgil ile senfoninin konserini izlerken hissettiklerimi bloguma yazmıstım. Dolunay vardı. Rüzgarda notalar uçuşuyor. Senfoni çalıyor ve Bülent Ortaçgil söylüyor. Keyif böyle bir şey olmalı diye yazdım. Tam böyle bir şey...

Tekrarları ve alışkanlık duygusuyla hayatımda müzik, yokluğunda yoksunluk duyacağım, varlığını kanıksadığım bir şey... Kızım benden daha tutkulu bir müzik sever. Sürekli bir şeyler dinliyor. Arabada hele, mutlaka önce müziği ayarlıyor. O yüzden zevkinin gelişmesine uğraşıyorum.

Ennnn sevdiklerimden bahsederken mutlaka söylemem gereken bir tane daha var: Bin kere yazdım aslında… “Gitmek” benim en sevdiğim şeylerden birisi. Yollar, yolculuklar... Başka şehirler, ülkeler... Sadece gidilen yer değil ayrıca yolun kendisi. Bir de gitmek üzere olma hali… Sevdiklerim içinde en az gerçekleşebildiğim bu. En çok özlediğim, en az gerçekleştirebildiğim… O yüzden iş için gidip gelmeleri bile seviyorum.
Şimdi, hayatının en başında bir genç olsam, içinde kitaplarım, ipodum ve ipadim olan bir sırt çantasıyla geziyor olurdum. Work&travel, başkalarının evinde kalma, vs hangi yol mümkünse...
Gitmek zor çünkü içinde duygusal bedelleri göze almayı barındırıyor. Geride kalanları, seni sevenleri, senden başka şeyler bekleyenleri görmezden gelebilmek, geride bırakabilmek lazım. Hayatın başındayken bunu göze alamamıştım. Şimdi daha zor... Bugünkü aklımla “keşke” alsaydım” diyorum.

Şimdi ipodla müzik dinleyip ipadle yazıyorum. Teknoloji sever oldum yeni yeni. Her gün artan bir merakla…

Kızım oyun hatta kumar seviyor. Tavla, okey, pişti, monolopy,… Hepsini…
Ben oyunları değil ama oyunun bahane olduğu sohbeti ve kalabalığı severim. İçki, sigara ve akşam yemekleri de benim için böyledir. Ben arkadaşlarla sohbeti, birlikte olmayı, eğlenmeyi severim. Oyunmuş, içkiymiş, yemekmiş onlar araçtır. Orada dostlar, arkadaşlar, keyifli bir sohbet yoksa diğerleri hiç bir keyif vermez.

Son haftalarda sıkı bir gerilim var işyerinde. Aklımda "iyi ve kötü yöneticiyi ayıran nedir/nelerdir?" sorusu var. Hırs mı? Tutkulu bir köpekbalığı olmak mı? Başarması için insanları sonuna kadar ittirebilecek gücün olması mı?

Bir ara size işyerindeki aşçımızı anlatmalıyım. İşyerinde yemek taşınmıyor. Bir aşçı mutfakta pişiriyor. Becerikli bir aşçımız var. Yemekler, salatalar lezzetli. Tatlılarda zayıf. Ama becerikli olduğundan daha fazla hırslı kendisi! Ayrıca uyanık! Yönetim Kurulu üyelerinin sevdiği şeyleri, kendileri yemekte yoklarsa evlerine gönderiyor (!), ilave sebze ızgaralar yapıyor(!), vs. Geçenlerde bir yönetici künefe yaptı. Akşamüzeri happy hour yaptık. Kıskançlıktan çatladı seninki! Yahu adam Mersin’li. Zaman ayırmış, emek vermiş. Ne güzel diyeceğine “ben daha güzelini yaparım” diye ucundan yedi. Bir de adama böyle söyledi. İyi mi? Neyse ki adamcağız hiiiç aldırmadı.
Geçen gün bizim cadı bunu affetmedi. Aşçıya “Usta, diğer şirketten gelen kimse burada yemeğe kalmıyor. Onların yemekleri çok güzelmiş. Beni de oraya yemeğe çağırıyorlar.” dedi. Gözlerinden yaş geldi adamcağızın kıskançlıktan! Gülmemek için dudaklarımı ısırdım!!!
Bizim usta bu gazla Çarşamba akşam üzerleri yaptığımız “tatlı Çarşamba” için kek yapmayı bıraktığını, cheesecake ya da kurabiyeye geçtiğini açıkladı bu sabah!

İşte ben hala bunlara şaşıyorum… Ne demek lazım bilmiyorum. Belki de bizi aya ulaştıran bu hırstır… Dünya benim gibilerle belki ancak bisikleti bulabilmiş olurdu.

Ben elinden geleninin en iyisini yapmaya inanıyorum. Ortaya koyduğun her şeyin bir çeşit el yazısı, bir imza olduğuna… Seni yansıttığına… Başkasının ne yaptığı ya da nasıl yaptığıyla ilgisi olmadığına… Takdir etmeyi bilmeye, öğrenmeye, desteklemeye… Yoksa her şeyin aslında başkalarının yaptığıyla ilgisi var mı?

Var galiba, di mi?

Devam edeceğiz...


I can't do the talk like they talk on tv
And I can't do a love song like the way it's meant to be
I can't do everything but I'd do anything for you
I can't do anything except be in love with you

And all I do is miss you and the way we used to be
All I do is keep the beat, the bad company
And all I do is kiss you through the bars of Orion
Juliet I'd do the stars with you any time
...
romeo and juliet/mark knopfler

8 Kasım 2011 Salı

Referanslar

İnsanoğlu çocukluğunda ne yaşamış olursa olsun, hepsini unutur, annesinin referanslarını benimseyerek yaşarmış. Bu toplumun nesiller boyunca aynı kültürü korumasını açıklarmış.

Bayram tatilinde hayalim tavanı seyretmekken yaptıklarım bambaşka.

Benim hayatım anne referanslarının çoğunu benimsememek ve bununla baş etmeye çalışmak üzerine… Artık anneme kızgın değilim. 38 yaşına girmiş, kendisi anne olmuş ve kendi zaaflarına dair epeyce emek vermiş bir kadın olabilmiş olmaktan memnunum. Artık annemi sadece “annem” olarak değil, bir başka kadın olarak değerlendirebiliyorum. Onu anlıyor, hak veriyor, affediyorum. Anlar var hayatımda, kendimi küçücük bir çocuk gibi hissettiğim. O anlarda içimi acıtan anılar var. Ama biliyorum, bu yaşamın bir parçası. Çocukluk başlı başına bir travma, herkes için. Sonunda böyle bir kadın olmama neden olan bütün iyi ve kötü sebepleri anlıyor, teşekkür ediyorum. Sadece annemle değil, ebeveynlerimle ve kendi süper egomla kavgayı bıraktım. Uzlaşmaya çalışıyorum.

Anne-babasını (toplumu) referans alıp benimseyen normallerin hayatı benim gibilerden çok daha kolay. Ben hep ayrık otu oldum. Ufacık çocukken de böyleydim, gençken de, şimdi de…

Bu işin iki zor tarafı var: Bir tanesi çoğunluğun dışında olmak, hep yalnız hissetmek, hatalı/arızalı hissetmek…
“Amaaan ne var bunda” demek o kadar kolay değil. Tamam, sonunda kendine benzeyen birilerini buluyor, arkadaş oluyorsun. “Oldu işte, diğerleriyle de görüşmeyiveririm” olmuyor. Diğerleri tüm hayatını oluşturuyor çünkü. Onlar birlikte çalıştığın insanlar, iş arkadaşların, patronların, astların/üstlerin, kuzenlerin, komşuların… Sürekli kendini ifade etmemeyi öğreniyorsun. Ya onlarla benzer düşünüyormuş gibi davranacaksın (bu insanı kendine yabancılaştırıyor) ya da sessiz kalacaksın (bu da yalnızlaştırıyor).
Amaaa bundan daha zoru var. Herkesin ortaklaşa benimsediği referans setinin çoğunu benimsemedin ve çaktırmadan da olsa, ayrıkotu tadında yaşamayı kabullendin diyelim. İyi de senin de referanslara ihtiyacın var. Genel geçer olanları beğenmeyince, kendi referanslarını bulman gerekiyor. Hadi bakalım!

“Çocuğun okul başarısı hayatı için çok önemlidir. Anne baba olarak çocuğumuzun hayatını buna göre düzenlemeli, çocuğumuzu takip etmeli, televizyon, bilgisayar, vs gibi uyaranları okula göre planlanmalı, hep birlikte bu konuya önem ve öncelik vermeliyiz.”

“Çocuğun beslenmesi annenin en temel sorumluluğudur. Sebzeleri yemeğe mutlaka alışması, sofrada önüne konanları ayırt etmemesi vs. lazımdır.”

“Evin kadını evde yemek yapar. Evdeki yemeği dert edinir. Bu konu hayatının önceliklerindendir.”

“Aile sorumluluğu ve annelik bir kadının hayatındaki en temel ve en önemli iştir. Bunlar için her türlü fedakarlığı yapmak kadının mutluluk kaynağıdır.”

Hemfikir miyiz? Değil miyiz?

-Ne yani, okul başarısı önemli değildir midir? Okumasınlar, manav, tamirci, kuaför falan olsunlar o zaman. Okul varmış yokmuş aldırmayan çocuklar ne isterse yapsınlar, bizde seyir mi edelim?

-Oldu, bırakalım o zaman çocukları habire çikolata, gofret yesinler. Zekaları gelişmesin, büyüyemesinler, vitaminlerini alamasınlar öyle mi?

-Sürekli dışarıdan mı yenecek o zaman? Ya da bir şey yenmeyecek mi? Oh, ne güzel hayat! Tembelliğin kılıfı valla, ne güzel!

-Bencilce yaşayalım o zaman. Kediler gibi. Evmiş, aileymiş, çocukmuş ne halleri varsa görsünler.

Sorun bakalım kendinize, sizin bu konulardak referansınız nedir? Sakın “referansınız ne değil” diye sıralamaya başlamayın. O işin en kolay, en kaçamak yolu! Red ettiklerini sıralayıvermek kolay. Ama yerine yenisini koymak zor.

Yeni bir tarif, yeni bir referans bulmak ruhu yoruyor. “Bu bana uymuyor” dediğimizde, aklımıza geliveren genel geçer olanın öbür ucu. E, öbür uç baştan negatif zaten. Hepten içimize sinmiyor, hiç mi hiç uymuyor. “Bu durumda yine en iyisi herkesin dediğine ucundan kıyısından, kendi yorumunla (!) adapte olmak” oluveriyor.


İşte ben böyle bin tane klişenin hepsinde klişenin tam tersiyle ilişkilendirilme potansiyelini taşıyan biriyim. Ne anne, ne eş, ne kadın olarak klasik referansların hiç birine ikna olamadım. Aklım fazla geldi.
Dedim ya çok derdim değil ayrık otu olmak, sessiz kalmayı öğrendim, (yalnızlık bazen içimi acıtsa da)zor olan kendi referanslarımı bulmak, onları tek başıma takip etmek, yolu kaybetmeden... Anne olunca bu daha da zor…

Ana-baba referanslarının resmi geçidi olan bayramlarda çok daha zor!

Adapte olmamayı kendim seçmedim. Olmadı. Beceremedim. Orta şeker bir tat bulup arada kaynayıp gitmeyi de beceremem zaten.

Yine de kaçmadım ben... Gözüm karadır. Cesaretim aklımın da yüreğimin de büyük olduğunu bilememden gelir.

Sessiz, görünmez olmayı beceririm. Kendi referanslarımı yazmayı da…
Steve Jobs kadar olmasa da “stay hungary, stay foolish” mottosunu bilmeden, muteber olmasam da kendim gibi kalmaya, kendi referanslarımı yazmaya, onlara inanmaya, veli toplantısına gitmemeye, evin aşçısı olmadığım için dertlenmemeye, elimden geldiğince “eyvallahsız” kalmaya çalışırım.

Öyle kuvvetli ki anababa referanslarının çekim gücü, sık sık yörüngemden savruluyorum, başım dönüyor. Midem bulanıyor. Küçük dünyam sarsılıyor. “Dönsem dursam şu yörüngede herkes gibi” diye geçiyor aklımdan. “Çoook bir farkım yok ki zaten!”

İstemiyorum. Ben hala gözlerimi kapatınca, çoook uzak bir yerdeki aydınlık balkonda hayal ediyorum kendimi. Yine kalabalıktan uzakta…

Kitap: Edebiyattan Pek Anlamam. (Tüm zamanların en etkili kitap ve yazarları hakkında bilmeniz gerekenler.)
Kitap: Lazzaro, Dışarı Çık/Andrea G. Pinkettes
Film : Tenten (3 boyutlu ve harika!)
Dergi: Psikeart Kasım/Aralık sayısı, Sabit Fikir

"Mutlu olduğunu hissetmek değil, mutlu olduğunun başkaları tarafından onaylanmasıdır önemli olan. Dışarıdan mutlu ve başarılı görünen bir hayatı sürdürmenin dayanılmaz ağırlığı. Ha bir de networking yapmayı unutma. Kendinle ilgili hava atacak bir konun yoksa, konuşacak birşey kalmamıştır artık. Sosyal medyada paylaşılmaya değmeyecek faaliyetler vakit ayırmaya gerek yoktur." Aysu Önen/Saçmalıklar Kitabı-Michael Foley eleştirisi.