28 Mart 2010 Pazar

Buralardayız

Hayatımda astrolojiye daha mı fazla yer versem diye düşünmeye başladım.
"Yatırımlarınızda kararsızsınız, akışa kendinizi bırakın" falan diyen falımı okuyamadan kendimi akışa kaptırıp koyuvermişim. Bugün bir baktım ki falım günlerdir "akışa bırak kendini" deyip duruyormuş meğer.
Yeniden hayatımda bir ev alma macerası !

Ne hissedeceğimi bilemediğim için uykusuz gecelere dönüş yaptım!

Bende duygular hep arapsaçı. Hangisinin ucunu çeksen öbürleri de beraber geliyor. Öyle olunca gecenin ortasında sanki birisi seslenmiş gibi açılıveriyor gözlerim. Sonra başla arapsaçını çözmeye... Nerelere varacak bunun sonu yarabbim derken sabahı buluyorsun. Aklı, zihni, gönlü pırıl pırıl insanları kıskanıyorum düpedüz. Benim durumum hep bir curcuna, bir aşure. Sabah olunca da gözler kurbağa.

Dün gecenin bir yarısı en çok istediğim şeyleri düşündüm. Çok sayıda değil isteklerim. Bir gelecek kaygım var, bir de sevdiklerimi incitme kaygım. Ne yapsam da bunları aşamıyorum. Kızımın iyi yetişmesini sağlayamama ihtimali kabusum... Bu ihtimali azaltabilmek istiyorum, en çok!
Dünyayı gezip görmek istiyorum, gün içinde sokaklarda dolaşmaya bir de okuyup yazmaya yetecek kadar özgür zaman ve kocaman, kalabalık masalarda çok sevdiğim insanlarla birlikte keyifle yiyip içebilmek istiyorum. Hepsi bu kadar. Bunlar yeter derken farkındayım az değil isteklerim. Bu ömre ne kadarını sığdırabileceğimi göreceğiz.

Perşembe akşamı öyle bir masadaydım. Canım arkadaşlarımla çok güldük, çok söyledik. Tek tek gözümde tütmüş arkadaşlarım. Birlikteyken hissettim. Ben böyle zamanlarda çok mutluyum!

Çocukluğumdan taşıyıp bu yaşıma kadar vazgeçmediğim tuhaf hayallerim var benim. Çakma ev hanımını tanıyanlar bazılarını bilirler. Bu ara gözlerimi kapatıp bir paralel evrene geçme hayalimi tekrarlıyorum. Orası bir başka ülke, şehir falan da olabilir. Bir süre orada kalıp dinlensem azıcık. Hiç birşey yapmadan, düşünmeden, söylemeden. Sonra geri döndüğümde burada sadece bir kaç saniye geçmiş olsa... Ben kimseyi terk etmemiş, yalnız bırakmamış, üzmemiş, meraklandırmamış ama yine de bir süreliğine kaybolmuş olsam...

Önemli olan dostluklarınızın olması. Kuvvetli hissediyorum dostlarım olduğu zaman. Ferzan Özpetek/Radikal2 (röportaj)

Bütün can dostlarla aynı dönemde aynı telaştayız. Ne acayip! Hepimiz "ev" konuşup duruyoruz. "Yaşlandık galiba, eskiden nereye gideceğimizi konuşurduk" dedi diye sevgili arkadaşıma sertçe vurdum bu sabah. Bu ara pek bir yere gitmiyoruz.

23 Mart 2010 Salı

yerim mevkii

Diğerleri kendimizi dünyada konumlandırmamızı sağlıyor. Falancadan daha iyi, filancadan daha kötü resim yapıyoruz, daha zayıf ya da daha şişmanız, daha güzel ya da daha çirkiniz, vs. Etrafta ne kadar fazla insan varsa kıyaslama da o kadar fazla! Yaşamın epeyce bir kısmı kendini konumlama, sonra "doğru" konumlama, sonra da bulunduğu yeri hazmetmeyle geçiyor. Hepimiz en muteber yerlerde konumlanamıyoruz tabii. Allahtan çeşitli birleşimler var. Güzel değil ama hoş kız, hem de çok akıllı. (Şahane bir birleşim!) Hem çirkin, hem salak hem de gıcık (Eyvaaah!) Çok şeker birisi aslında biraz tanıyınca fikrin değişiyor...(ı-ııh) Bu derecelendirmeler hep diğerleriyle kıyaslamayla yapılıyor ya da genel bir ortalamaya göre.

Sonunda yerini buluyorsun (çoğu kez hayal ettiğin yer olmasa da...). Ortalama bir yerlerde konumlanıp ortalamanın üzerinde bir-iki özelliğin de varsa, ego kurtuluyor!
"Çok güzel değilim ama kendime göre bir havam var", "Tamam dahi değilim ama salak değilim, kafam çalışıyor çok şükür", "Ev işlerinde çok iyi değilim ama çok güzel yemek yaparım", vs.

Genel geçer değerlere göre yerini bulma işi ömrün epeyce bir kısmını alıyor. Ergenlik dönemini kabusa çeviren asıl konu da bu değil mi? Durma kendini O'nunla bununla karşılaştırıp sürekli yetersiz hissedersin. (Gerçi ben ergenliğini geçeli çoook zaman olmuş ama hala kendisiyle ilgili algısını başkalarının duruma bağlı sürekli değiştiren koca insanlar tanıyorum.)

Çooook zamandır, yerimi buldum. Kabullendim. Etraftakiler yerimi bir kere daha değerlendirmemi hiiiç gerektirmiyor. Du.
Yeni işyerimde tanıdığım, en sık birlikte çalıştığım insanlardan birisi bana yıllar sonra ergenliğimi geri getirdi!!!
Bu sefer hissettiğim kıskançlık değil hayranlık. O'nun gibi olmak istediğim öyle çok özelliği var ki! Yerimi beğenmez oldum.
Çok beğendiğim insanlar oldu hep. Kimini uzaktan takdir ettim, kimiyle yakın dost oldum. Epeydir ilk defa "keşke ben de onun gibi olsam" diyorum. Kendime öyle olmadığım için ufak ufak kızarak (kıskançlık???)

Esmer, zayıfça, sıcak ve kıvırcık. Baksan bir şeye benzetemezsin. Ta ki sana bakacak. Gözünün içine. Seni çok seviyormuş gibi, kimsenin sevmediği gibi. Hep seni beklemiş gibi, her şeyi anlatacakmış gibi, her şeyini verecekmiş gibi, sonrası yokmuş gibi, umrunda değilmiş gibi dertli dertli bakacak sana... "İçimde böyle bir yer mi varmış" dersin, oralarına kadar değer. Ece Temelkuran/Muz Sesleri

Perşembe, Cuma seyahat. Hem bir seminer hem bolca iş!

Şehirlerarası yolculuk yapmayı seviyorum. Şehirden uzaklaşırken bütün nefret ettiğim (aslında tam da nefret değil, tiksinme sanırım)insanları sanki o şehirde bıraktığımı düşünmeyi seviyorum. Kaan Sezyum/Küçük Şeyler

21 Mart 2010 Pazar

harika yol

Alice Harikalar Diyarında nefis bir film olmuş. Masal halini okuyup okuyup bir türlü tam anlayamadığım, sonra aslında büyüklere yazılmış bir kitap olduğunu öğrendiğim masal Alice Harikalar Diyarında. Dün bir de film olarak izledim. Çok sevdim. Anladım mı, bilmiyorum. Alice'e, her haline hayran olduğum Johnny Depp'in çanlandırdığı şapkacıya, bir de o kötü kalpli kırmızı kraliçeye bayıldım. "Sevilen olmak mı, korkulan olmak mı" tercihi arasında kalan kırmızı kraliçe sonunda diğerini beceremediğinden korkulan olmayı seçse de, kahraman olmak kaderi olan Alice O'nu yeniyor, Harikalar Diyarını kurtardıktan sonra asıl kendisini kurtarmak üzere dünyasına geri dönüyor. Sonrasını hayal etmek bize kalmış. Bir gemiyle, babasının bıraktığı yerden, Çin'e ticaret yapmak üzere, kendi yoluna koyuluyor... Red ettiği seçenek, red edilmesi hiç de zor olmayan pek çirkin, pek uyuz, duygusuz, pek sevimsiz bir lordla evlenmekti. Bence asıl seçim gerçekten yakışıklı, çekici, kendisine aşık, karizmatik bir lorda karşı hayatının yolculuğunu göze almak olurdu. Neyse ki Alice'imizi fazla zorlamadı hayat.

Haftayı nasıl geçirdiğime gelirsem; heyecanlı başladık. Annem ayak bileğini burkup tüm gün haber vermemiş. Akşam vakti ağrıya dayanamayınca aradı. Hadiii acil servislere... Neyse ki kırık çıkık yoktu. Fakat heyecan ve telaş bana yetti. 60 yaşını geçmiş, tombik annesi olanlar ne demek istediğimi anlar. Kırık en korktuğumuz şeylerdendir. Üstüne bir de buzzz gibiydi hava. Ama pırıl pırıl, aydınlık bir soğuk. Havanın aydınlık olması beni hep heyecanlandırır. Haftanın başını yürek çarpıntısına eşlik eden soğuk hava ama her an yaklaştığını bildiğim bahar sevinciyle geçirdim. Hafta boyu gelen-giden, toplantılar, canım arkadaşımın doğumgünü...
Haftanın sonuna doğru hava yumuşadı, üstüne çok sevdiğim insanlarla eğlenceli yazışmalar eklendi. Yemekler, haberler, planlar yapmalar, neşe... Evde tatlı kızımın bir tıkalı, bir akan burnu geçmedi gitti. Kocam yine uzaktaydı.

Haftanın sonunda hava değişti. Renk renk çiçek açmış ağaçlar, güneş ve iki gündür nihayet ılık, enfes bir hava. Bahar! Boğazımda beni rahatsız eden bir ağrı kendini hissettirse de sokaklardaydım. (Dün gece epeyce hissettim bademciğimi)

Cuma günü bir arkadaşımla yazıştık. Hissettiğini öyle bir tarif etti ki kendimi içinde buluverdim. "Bir nehirde sürükleniyor gibiyim. Sanki kafamı kaldırsam boğuluverecekmişim gibi. Bıraktım kendimi bakalım nereye varacak." Sonra da dedi ki ;"Akışın tersine yüzecek gücüm var belki ama bunun için bir kesin bir amacım olmalı".
Benim hiç "kesin bir amacım" oldu mu hayatımda diye düşündüm. Nehrin tersine yüzme cesaretini toplayıp tüm gücümle yüzmemi gerektirecek... Bilemedim. Galiba ben hep akışa bıraktım kendimi. Bırakmadığım oldu mu?

Cuma bir de Kaan Sezyum'un yazısını okudum. Eğer hala okumadıysanız mutlaka bulup okuyun. Eşini ani bir beyin kanamasıyla yitiren Kaan Sezyum duygularını anlatan bir yazı yazmış. Birini yitirmeyi, özlemeyi ve o çaresizlik duygusunu daha güzel ifade etmek mümkün mü bilmiyorum. Benim okuduğum en güzel yazıydı. Yazdığı her şeyi hissetmiş bazılarını hala hisseden birisi olarak, tekrar tekrar okudum. Tüm kalbimle sabır dileyerek.

Baharla günler uzuyor. Bana yaşama sevinci veren zamanlar geliyor. Tişörtler, elbiseler, ıslak saçla sokağa çıkabilme özgürlüğü, aydınlık... Bendeki çelişkiler baki. Sonbahara hayran ama yazı seven biriyim ben. İnsanın hayran olduğu başka sevdiği başka olabiliyor işte bal gibi.

Hiç birşey değişmiyor gibi geliyor güne güne hızla eklenirken... Oysa her şey değişiyor. Yavaş yavaş. Öyle yavaş oluyor ki fark etmiyoruz. Bu benim 39. yazım. Başladığımda mevsimlerden sonbahardı. Ben işimden nihayet ayrılmıştım. Ev hanımlığında bir süre zaman geçirmeyi planlıyor ama emin olamıyordum. Hala eski işimi özlemiyorum. Ne hissedeceğimi merak etmiştim. Özlediğim şeyler var işle ilgili, bir de çok özlediğim insanlar. Ama hepsi o kadar. Öte yandan yeni işe adapte olmak sandığım gibi olmadı. Adapte ol ol, bitmiyor.

Saçlarım çok azalmış. Geçen gün fark ettim. Saçımı ördükten sonra bile her tokayla toplayamazdım. Şimdi at kuyruğumu her tokayla bağlayabiliyorum. Hala gür saçlıyım ama avucumun içine topladığım saçların bu kadarcık olduğuna şaşıyorum! Bir de nasıl oldu bilmiyorum ama yatağın sol tarafında yatar oldum.

"Ya bir yol açın, ya bir yol bulun ya da yoldan çekilin. "Konfüçyus

Film: New York I Love You (Mutlaka ama mutlaka. Çeşitli yönetmenlerden kısa kısa öyküler. Hepsi NY'da, hepsi enfes, hepsi birbiriyle bağlı)

Kitap: Avcunuzdaki Kelebek /Ahmet Şerif İzgören (Tüm Ahmet Şerif İzgören kitapları, henüz keşfetmediyseniz.)

14 Mart 2010 Pazar

belki birgün

"Hep hissettiklerini söyle ve düşündüklerini yap" Gabriel Garcia Marquez

Ben tersini yapiyorum hep, galiba o yüzden olmuyor... Bi' türlü!

7 Mart 2010 Pazar

haşhaşlı

Önümüzdeki hafta bir üniversitenin kariyer günleri etkinliklerinde konuşma yapacağım. Şimdiden nefesim daralıyor. Kendime rağmen yapmaya çalışacağım işlerden biri daha. Heyecanlıyım! Hem kalabalık önünde çıkmak hem konuşma yapmak falan beni geriyor.
Bugün internetten falımı okudum. Haftaya işlerimi bitirmeliymişim, gerilmemeliymişim, vs. Galiba yıldızlardan yana da avantajlı haftalarımdan biri değil. Bakalım, göreceğiz...
Tüm hafta sürecek bir seyahate gidiyor kocam. Kızım ve ben başbaşayız.

Akşam yemekte annemdeydik. Annemin evinde ev yapımı haşhaşlı çörek buldum! Bir arkadaşı yapıp getirmiş. Enfesti. Yedim vallahi, en haşhaşlı taraflarından... Yemekte sarma da vardı. Haftaya türlü yıldız birikimlerinin yanı sıra diyet stresi de beni bekleyecek.

Bir kere daha aklımdan, yıllar geçtikçe kendine değer katacak, endişe değil güven yaratacak bir yaşam hayal ettim. Anneminki gibi.


Kitap: Kayıp Gül (Değmez. Hiç önermem. "Türklerin Küçük Prensi"demişmiş birisi. Küçük Prens'e çok ayıp olmuş.)



Eskidendi, Çok Eskiden

Hani erken inerdi karanlik,
Hani yagmur yagardi inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işiklar yanardi evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Hani şarkilar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençligimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.

Şimdi ay usul, yildizlar eski
Hatiralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.

Murathan Mungan

(Hatırladınız mı? Çok güzel de bir şarkı olmuştu.)

6 Mart 2010 Cumartesi

sarhoş

Daha seyrek ve daha kısa yazıyorum. Farkındayım. Kızım daha iyi, ağız burun tıkalı hala ama... Annemin kalbinde üfürüm konusu çıktı. Şimdilik çok dertli birşey gibi durmuyor ama göreceğiz. Yüreğim pır pır.

Haftayı geçirdim öyle böyle. Tam tahmin ettiğim gibi zor bir haftaydı ama hasarsız bitti. Arada dünyanın ne kadar küçük olduğunu gösteren bir sürü kesişme de bonus oldu.

Uzaklardaki sevgili arkadaşlarımdan birisiyle haftalık telefon sohbetimizi yapamamıştık bir türlü. O beni, ben O'nu aradım derken sonunda konuştuk. Eski yakın bir arkadaşını kaybettiğini anlattı. Öyle açık seçikti ki üzüntüsü; biz konuşmamızı hep olduğu gibi dedikodular ve kahkahalarla gülerek kapatsak da fark ettim, yetmedi... İçim cızz etti.
Bir kaç dakika sonra günlük harala gürele içine dalıp, mutlak değeri o andaki değerinin yanında aslında hiç olan "çok mühim" bir sürü iş arasında kaybolup gittim.

"Aklım hep sende", "kalbim seninle" falan diyoruz ya, işin aslında galiba yok öyle birşey. Aklın da kalbin de sen neredeysen orada. Bir an rüzgar gibi uğrayıp gidiyor tüm özlemler, kaygılar, endişeler... Bazen bundan suçluluk bazen büyük bir mutluluk duysan da nerede, neyle ilgiliysen herşeyinle oradasın. İstesen de istemesen de... Belki de insanoğlunun bu çaresiz ihaneti aslında tek çaresi.

Haftanın son işgünü Ankara'daydım. Ankara bir yağmurlu bir güneşli, hafif serindi. Ağaçların bazıları çiçek açmış. Sevdiğim gibiydi Ankara. Hatırlamayı çok sevdiğim gibiydi.

Ve bugün beni çoook sevindiren bir yazı aldım. Eski iş yerimden bir arkadaşım "Siz benim Obi Wan'ımsınız diyordu..." Sith Lord'a karşı. Belki o yüzden kendimi çok mutlu hissederek bitiriyorum bu haftayı. Çok mutlu, değerli hissederek...
Obi Wan olmadığımdan emin ama çok sevdiğim birisinin yaşamında bir yerim olduğunu bilerek...

O'na da bir zaman önce yazmışım; daha gençken iş hayatımda beni mutlu edenin ne olduğunu bilmiyordum. Ayaklarımı geri geri götürmeyecek olan şey ne? Zamanla beni mutlu ya da mutsuz edenin birlikte çalıştığım kişilerin hayatlarını kolaylaştırabilmek olduğunu fark ettim. Hayatı kolaylaştırmak, işe yaramak benim motivasyonum. İş hayatımda hep en çok bunu sevdim, bir tek bunu becerememekle baş edemedim.

Klasik bir kapanışla bugünü bitiriyorum: Yorgunum ama çok keyfim yerinde.

SARHOŞ OLUN
Her zaman sarhoş olmalı. Tek şey bunda: Tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Charles Pierre Bauldelaire/Paris Sıkıntısı

Kitap: Cehenneme Övgü/Gündüz Vassaf (Okumadıysanız mutlaka, okuduysanız bir kere daha!)