31 Aralık 2015 Perşembe

Poems On Time



The butterfly counts on moments,
and has time enough
Time is a wealth of change,
but the clock is its mere change and no wealth
Let your life lightly dance on the edges of Time
like dew on the tip of a leaf


Rabindranath Tagore

30 Aralık 2015 Çarşamba

İlle de aşk, ille de umut

Öfkeyle yazmışım son yazımı. Öfke “asıl” duygulardan değil. Üstü örtülen, bastırılan başka bir duygunun yansıması. Bazen utanç, acı, çaresizlik; bazen hepsi ...

Bugün kasvetli şeyler yazmayacağım. Bugün, adet olduğu üzere değerlendirmeli bir yeni yıl yazısı.

Geçen yıl blog yazma performansım fena düşmüş. Yazılarıma baktım da, hala okuyan olması (varsa?) bir mucize...  Yine de vazgeçmiyorum. Yazmaya devam. 2016 yılında daha çok blog yazası yazar mıyım? Bilmem... GöreceğizJ

Benim küçük dünyamda 2015 çok güzel geçti. Yılın başında hep hayal ettiğim gibi denizin üstünde, bembeyaz, ışık ışık bir ev eklendi hayatıma. Yerleştim, çok sevdim!
Baharla yeni bir işyeri, yeni arkadaşlar, yeni güzel insanlar... İşyeri değiştirmenin en büyük kazancı!
Yazın başında yılın en güzel hediyesi; Gökçe girdi hayatımıza! Ben hala oldum. Dünya bambaşka göründü. Tarifsiz bir sevgi, masumiyet,  mutluluk, umut, hayatın anlamı ...
Sonbaharda memleketin hali oturdu yüreğimin üstüne. Bizim memlekette göğsünün sol yanını hep ağrır insanın ya bu defa çok yandı canım. Çaresizlik, öfke, umut, umutsuzluk, bitmeyen bir sarmal oldu. Bırakıp gitme üzerineydi gündem. Halbuki o ıssızlık duygusu gidene, gitmek isteyene, gidemeyene, gitmeyene de baki. Coğrafya kaderin bir parçası. Kaçış yok.
Kış gelmedi. Günler kısaldı, havalar karardı, botlar, kabanlar dolaplardan çıktı ama soğuk henüz henüz ucunu gösterdi.  
Bu yılın son demi, okulla beraber bir sınav telaşıdır yerleşti günlük düzenimizin baş köşesine... Başarı, başarısızlık, çalışma, emek, yetersizlik, hedef, sonuç kavramları bir kelimeye indi. Biz artık  hepsine birden “teog” diyoruz.

Uydurduğumuz düzenin gereği, yılsonu (ya da yılbaşı!) geldi.  Sokaklar ışıklandı, hediyeler paketlendi, yıl değerlendirmeleri, hedefler, sonuçlar, yeni planlar, dilekler, umutlar...

Benim hayatım aktı 2015’de. Hatırlayacağım akıp gitmek olacak.  Sonrası kitaplar, dergiler, inadına umut...

“Yeni” yıldan dileklerim çok! Ama asıl dileğim hayatın kendisi.  Barış, sevgi, sağlık, aile, dostlar, şans, para, cesaret, ille de aşk, ille de umut...


A story should have a begining, a middle and an end, but not neccessarily in that order.” Jean-Luc Godard


Kitap: The Catcher In The Rye/J D Salinger (Nasıl bu kadar geç kaldım! Mutlaka ama mutlaka!)

Öfkeliyim

Yazı yazmanın zor günleri ... Nefes almanın, sabretmenin, öfkeyi yutmanın, sabah uyanmanın, akşam uykuya yatmanın ... Yazmak zor, susmak daha zor.

Oysa mevsimlerden sonbahar. Rüzgar başladı akşam üzerleri. Yapraklar renk değiştiriyor, denizler tenhalaştı, şehirlerde telaş, mahalle aralarındaki balkonlarda biberler, patlıcanlar asıldı. Domatesler kaynıyor. Üstelik bayram geliyor.

Vicdansız, kalpsiz, korkak ama hepsinden daha utanmaz bir kirli hesabın içinde evlatlarımızı toprağa veriyoruz bir bir. Boğazımda düğümlenen öfkenin tarifi yok. İçimden geçenleri sayıp dökmek istesem ne derim?

“Terbiye” diye çocuklarımıza öğrettiğimiz kurallara uymak ve duygularını kontrollü biçimde ifade etmektir. Terbiyeli çocuklar kavga etmez, küfretmez, eşyalarını paylaşır, vaktinde yatar, dişlerini fırçalar, ödevlerini yapar, rica eder, teşekkür eder, özür diler.  Sorumluluk alır, değer verir, karar verir. Vicdan geliştirir. Gel gelelim bu ülkede terbiyeli çocuk fazla yetişmez. Biz ya itaatkar robotlar yetiştiririz ya kural tanımaz zorbalar. Öyle ilim, irfan, vicdan, matematik, sorgulama, düşünme, tartışma istemeyiz. Ama asıl sorumluluk sevmeyiz. Ne yaptıklarımızın sorumluluğunu almayı ne sorumluluğu paylaşmayı...

Karşımızda bilmiş çocuk istemeyiz. Anasını babasını sayacak, örfüne aidetine sahip çıkacak. Öyle uzun boylu “niye, neden, nasıl?” deyip canımızı sıkmayacak. Bizi uğraştırmayacak. Bizden fazla bilmeyecek. Kızlarımız börek pişirmeyi bilecek. Oğullarımız da şehit olmaya gidecek. “Düşman kim” sorgulamayacak. Bu savaşı galibi nasıl olunur hiç birimiz düşünmeyeceğiz. Böreğimizi yiyeceğiz efendi gibi, televizyonumuzun tam karşında. Yarışmadır, maçtır, dizidir ne varsa seyredeceğiz. Zaten biz hep “seyirciyiz.”

Batıya tam bağımlı “ara elemanlar” olarak batılı değerlere verip veriştireceğiz. Demokrasi, eşitlik, özgürlük, adalet falan ... Çok dert etmeyeceğiz. Ettiğimiz her küfürde ezikliğimizi unutacağız.. Vicdanımızı çoktan taşere etmiş olduğumuzdan sadece çıkarlarımızı düşüneceğiz. Sosyal medya üzerinden kahramanlığı kimseye bırakmayacak, bir nesil ödemekle bitiremeyeceğimiz dış borcumuzu dert etmeyeceğiz. En az üç çocuk yapacağız ki herkes doktor, mühendis, avukat olmak zorunda hissetmesin kendini... Bu millete asgari ücretle çalışacak adam lazım zira. Çocuklarımızın sağlığı, eğitimi, geleceği tarafını çok düşünmemize gerek yok. Kısmet neyse o olacak. Bize benzemeyenlere düşman olacağız. Hele “seyirci” halimizi yüzümüze vurana, bize ayna tutana...

Terbiyesiz, vicdansız, zorba mahalle kabadayılarına oy vereceğiz. Onlar terbiyesizleştikçe ezilmişliğimizin intikamı almış gibi hissedeceğiz. Hayranlıkla karışık bir itaatle, zorbalıkla  özdeşleşeceğiz. Bize iyi gelecek. Güçlüymüş gibi hissedeceğiz. Söyleneni yapacağız. Duyduğumuza inanacağız. Evlatlarımızın hayatı, sadece kendisine söyleneni yapan bir grup insanın insafına kalacak. Büyük laflar eden adi zorbaların emriyle evlatlarımızı bir bir toprağa vereceğiz. Ama arkasından çok fazla feryat etmeyeceğiz.


Biz zaten hep seyirci değil miyiz?  

"There's condition worse than blindness, and that is, seeing something that isn't there." Thomas Hardy

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Yer, gök hep Gökçe


Hayatımızın yeni gündemi Gökçe!
Geldi kızımız. Ben hala oldum, kardeşim de baba. Artık Gökçe’nin etrafında dönüyor dünya. Mini minicik, mis kokulu bir melek... Bir bebek eve gelince başka bir boyuta geçiyor her şey. O masumiyet, o naiflik karışıyor havaya. Tek önemli şey bebeğin uyuması, uyanması, gazı, kakası, beslenmesi oluyor. Bu dünyada yapıp ettiğimiz diğer işler nasıl da boş! İnsan nasıl da gurur duyuyor kendisiyle mesela o gazını çıkartınca. Hele banyo yaptırmak. İlk banyoda ordaydım. Banyosunu yaptırdık küçük meleğimizin. Bende sanki kansere çare bulmuşum gibi bir mutluluk, bir gurur...

Yeni bir işyerinde, yeni iş arkadaşları, bildik iş gündemleri, eski tanıdıklara yeni tanışıklıklar... Dünyanın çok güzel göründüğü günlerdeyim. (Şükür!)

Memlekette bir umut, bir umutsuzluk havası. Zorbalığın; yenilmese de zafer kazanmadığını görmenin (nihayet) verdiği umut,  başka  türlü bir dünya hayaline henüz gücün yetmeyince umutsuzluk...
Yaz ki, mevsimlerin en cesuru, en cüretkarı, bu yıl çekingen biraz. Sevdim ben bu utangaç yazı. Akşam serinliğini, sabah esintisini...
Bu yaz kiralamadım aynı yazlığı (wuhuhuuu). En sevdiğim şekilde geçiyorum yazı. Denizin karşında, hatta üzerinde, evimdeyim.

Şükür, rüyalar, dualar, hayaller tam gaz devam!
Şimdi bayram zamanıJ

Kıbrıs’a gidiyorum. Zamanı durdurup geleceğim.
“Tek bir fikre tutkuyla bağlanmış saplantılı insanlar daima ilgimi çekmiştir. Çünkü bir insan kendini ne kadar dar bir alanla sınırlarsa,bir yandan da o alanda o kadar sonsuza yaklaşır.” Satranç/Stefan Zweig

17 Haziran 2015 Çarşamba

Survivor


Bloggerlarım,
Şu ara memleketimizin gündemi survivor. Seçim günü bile televizyonda en çok seyredilen program olması tartışılıp duruyor. Ne kınama, ne kınama... Memleketimizin hali hakkında ne çıkarımlar, ne çıkarımlar...
Survivor yarışması dediğin adada yaratılmış bir mikro kosmos. Bir adada birbiriyle ve ortam şartlarıyla mücadele eden, hem seyirciye hoş görünmeye çalışan (sms’ler mühim), hem adadakilerle iyi geçinmesi gereken, hem de oyunlarda kazanmak zorunda olan survivor’ları sadece televizyonda değil, her yerde seyrediyorum. Hem birbirine rakip, hem birbirine bağımlı/muhtaç takım arkadaşları, hem bir çile hem asıl amaç olan adada kalma, kurallar, herkesin güçlü ve zayıf yanlarıyla bir gün kahramanken ertesi gün tam bir kaybeden olması... Bazen yemek, bazen dokunulmazlık(!), bazen anneyle telefonla ödüllendirilen, kazanmanın  hayat mamat meselesi olduğu oyunlar, çekilen bütün eziyete rağmen adada kalmak için her rezilliğe hazır olma hali, birbirlerinin yüzüne gülüp sonra kameraya hitaben  “kusura bakma senin yalanlarının, oyunlarının farkındayım ama beni yıldıramazsın” diye birbirinin gözünü oymalar, oyun sırasında bir kavga, bir kardeşlik arasında salınmalar, herkesin herkese ve  seyirciye insanlık dersi verdiği bu düzeni, kendi dünyasından çok uzak, yok yavan, çok şöyle çok böyle bulanlara imreniyorum. Zira ben ben bu mikro kosmosu her gün, her yerde görüyorum.
Şöyle dikkatlice bir seyretmeyi öneriyorum. Acun’dan,  "annem için, kardeşim için" diye bağıran yarışmacılara, kazanıp kazanmamayı belirleyen performansa, tesadüflere, şans faktörüne, kaybetmek ve kazanmanın insanlar üzerinde etkilerine dikkatli bakınca “aynı bizim şirket, bizim köy, bizim sülale, bizim okul, ...” diyebilirsiniz. Bir de kendini fark ediyor insan. Kimi tutuyorsun? Kime sempati, kime öfke duyuyorsun? Ne olunca seviniyor, ne olunca “tüh be” diyorsun. Aslında kime benziyor ama kimi beğeniyorsun?
Tavsiye ediyorum; içinde yaşadığımız alemi, mikro ölçekte tüm gerçeğiyle görme fırsatını ıskalamayın.

“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.” Sebahattin Ali/Kürt Mantolu Madonna   

14 Mart 2015 Cumartesi

Baştan...


Uçakta, bulutların üstündeyim. Belli ki aşağıda hava kapalı. Burası ışık ışık... Aydınlık...

Ben de öyle hissediyorum. Aydınlık... 

Size bir değişiklik haberim var bloggercanlarım. İşimi değil ama işyerimi değiştiriyorum.  Araya kısa bir mola sığdırmayı da becerdim:) Heyecanlı, meraklıyım!

Değişiklikler beni çok etkilemiyor gibi görünür uzaktan. Sadece görüntü öyle diyemem, ben kendim de de fark edemem hemen duygularımı. Bende her şey derinde olur, yüzeye çıkması zaman alır. Eskiden hiç çıkmadığı olurdu. Rüyalarım yol gösterirdi bana, onları bile fark etmezdim. Hala rüyalarımın rehberliğine ihtiyaç duyuyorum. Artık fark ediyorum. Öyle kale gibi dimdik ya da umarsız olduğumdan değil bloggerlarım. Böylesini bilebildiğimden. 
Başka yollar olduğunu fark ettiğimden beri gözlerim daha yaşlı, keyfim daha yerinde. Bu sefer rüyalarımı beklemedim, işyerimdeki can arkadaşlarımla sımsıkı sarıldım, sarılırken ağladım. Bir sürü veda yemeğine gidip, gülmenin ağlamanın tadını çıkardım.

Bir ömre birden fazla hayat sığdırmaya niyet etmiştim bir kere. Birden fazla hayat epeyce yorucuymuş, anladım. Belki de niyete gerek yok; zaten benimki böyle yazılmış bir kader, kim bilir? Kolay olmuyor her seferinde baştan başlamak ya ben kaderimden fazlasıyla razıyım. Enn derinden şükrediyorum. 

Şimdi, bunları yazarken "bak ne çok değiştim" diyeceğim de, bakıyorum yine aynıyım! 

Ennn sevdiklerim değişmiyor. Galiba çoğalıyor, ben hafifledikçe... Şimdi yine en sevdiğim yerde, yollardayım. 


"I have faith that she will come, though along with my faith is the same fear that always accompanies my faith, the fear that has been inherent in all faith, anyway, since the begining of time." Varieties of Disturbance-Lydia Davis

Kitaplar: Varieties of Disturbance-Lydia Davis (Hikayeler-çok beğendim!)
              Devir-Ece Temelkuran (mutlaka!)

Şefkat

Odamı boşalttım işyerinde geçen gün. Dolaplar, çekmeceler açıldı. Kartvizitler, küçük küçük masa üzeri süsleri, hediyeler, defterler, kalemler, not kağıtları, makyaj malzemeleri, çay poşetleri, yedek ayakkabılar, yedek çoraplar, notlar, bisküviler, çerezler, kolonya, parfüm, ıslak mendil, el temizleme kimyasalı, dikiş seti... İnsan ufacık odada neler neler biriktirebiliyor! Kimi bulduklarımı hatırlayamadım. Nereden gelmişti, neydi, niye tutmuşum ki bunu? Kimileri hatıraları çağırdı. Annemin gönderdiği çiçeğin üzerine eklediği not, kızımın yaptığı resimler, oraya buraya sıkıştırdığı notlar, fotoğraflar, teşekkür kartları... 

Bir mektup buldum, çoktan unuttuğum... Onu bulmak çok hoşuma gitti. Okuyunca zaman geriye gitti sanki. Daha önce izlediğim bir filmi tekrar seyrediyormuşum gibi oldu. Oyuncuları tanıdım, hikayeyi hatırladım. Daha çok sevdim filmi tekrar izleyince. Belki daha iyi anladım.  Benimle ilgisi sanki hiç yokmuş gibi!  Tuhaftır, mektubu ilk  okuduğum andaki duygumu tam hatırlayamadım. Son okuduğumda hissettiğim şefkatti. 

Kendime gösterdiğim, gösterebildiğim şefkat... Nihayet!

"Küçük şeyleri unutmayanlar, en geri hatıraları da unutmayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiç bir memleket, hiç bir vatan tutamadan, her yeri, her şeyi severek öleceklerdir." İhtiyar Talebe-Saik Faik Abasıyanık