24 Haziran 2013 Pazartesi

Kahramanım


Süper kahraman hikayelerini seviyorum. Bütün masalları, bilim kurguları, … En sevdiğim kahraman hangisi sorusunda elim ayağım karışıyor. En sevdiğim şarkı, en sevdiğim kitap, en sevdiğim film? Sevmelerin “en” olanı ihanet barındırıyor sanki. "En" olmayanlara karşı toptan bir mahcubiyet, bir suçluluk duygusu…
 Süperman’i seyrettim geçenlerde. Süper kahramanların en süperi! Bu sefer kahramanımız “farklı” olmanın acısını çocukluğunda yaşıyor ucundan azıcık. Yine uçuyor, gökdelenleri yıkıyor, petrol refinerilerini kaldırıyor, yer yarılıyor, dünya yerinden oynuyor ama bizimkinin burnu kanamıyor. Süper kahramanların en süperi olsa da benim kahramanım o değil. Kendisi bana fazla. Ben Batman’ciyim. Bir kere süper değil, fani. Arabalar, silahlar, kostüm falan kendi icadı. Etten, kemikten olmasını seviyorum. Canının acımasını, gece uykularının kaçmasını, aşık olup beklemesini, korkularını, korkmuyormuş gibi yapmalarını, kendi içinde bir Batman bir Bruce Wayne taşımasını… Bruce Wayne karizmasının da hastayım, ayrı! Şatosunda, uşağıyla falan yaşayıp aslında dünya malında gözü yokmuş halinin… (Hem belki de gerçekten yoktur.)
Ennn sevdiğimn Batman mi? Yooook... Frodo Baggins’in gerçek hayranıyım, Hermione Granger idolüm, Samwise Gangee bence arkadaşlığın tarifi, Darth Wader gelmiş geçmiş en karizmatik anti kahramanım benim. Kötülük ona yakışıyor.
Sonraaaaa Binbir Gece Masalları'nı anlatan Şehrazat var, bütün kahramanlardan daha kahraman. Ben hepsini seviyorum. 
Bana kahramanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. 

Peki, hadi söyleyin şimdi. Sizin kahramanınız kim?

"Kimse kimseyi tanıyamaz. Tanıdığımızı sanırız. Tanıdığımız kadarına inanırız. Eğer gerçekten tanısak, bırakın aşkı filan, kimse kimseyle arkadaş bile olamaz." Ahmet Ümit/Kavim
 

16 Haziran 2013 Pazar

Bu sefer başka

Bu sefer başka...
Kimselere benzemeyen yaratıcılıkları, esprileri, orantısız kullandıkları zehir gibi zekalarıyla Gezi parkında günlerdir eylem yapan çocuklarımızı zehirlediklerini canlı yayınla seyrettik hepimiz. Çocuklarımıza kimyasallar sıkıntılar, gazla boğdular, hastanelere, revirlere saldırdılar. Seyrettik. Film seyreder gibi, uzansak dokunacak gibi, nefretle, yakan bir öfkeyle, inanamayarak!
Böyle oluyormuş demek ki...
Bu sabah, olan bitenden kilometrelerce uzakta, twitter ve facebook takip ederken, arada gelen doğum günü, babalar günü mesajlarına, masada peynir-domates fotoğraflarına bakıyorum. Yadırgıyorum. Utanıyorum. Öfkeye gücüm kalmadı.
Bu sefer başka...

" Özgürlük ve demokrasi kelimelerini sürekli duyduğunuz dakika şüphe edin. Gerçekten özgür memleketlerde kimse size sürekli özgür olduğunuzu vurgulamaz." Jacque Fresco

11 Haziran 2013 Salı

Geri döndüm

Bedenin gücünü yitirmesi insanda tuhaf bir ihanete uğramışlık duygusu yaratıyor. Vücudun senin değil sanki. Söz geçmiyor. Yaşlılık için böyle  tarifler yaparlar. Gönlünün istediğine bedenin itaat etmemesi... Ne zaman kendimi enkaz gibi hissetsem, aklıma bu geliyor. (Beden mi gönüle itaat eder, yoksa gönül mü bedene sorusu aklınıza geldi mi, di mi? Yazalım bir kenara. Düşünürüz sonra belki...)
Bu ara gözlerim yanıyor, fena. Lens takamıyorum. Gözlük akşama doğru ağır geliyor. Bu sefer başım ağrıyor. Sırtım ağrıyor, topuklu ayakkabı giyesim yok. Bildiğin yaşlı teyzeler gibiyim. Hele bir de üzerine uyku muyku derdi olduysa hepten enkaz gibi oluyorum. Zor iş yavv! Spora ağırlık vereyim bari. (Spor dediğimde mahallede yürüyüş. Olsun, yürüyüş candır.)

Okullar kapanıyor bu hafta sonu. Büyük sözler söylemiş hatta kayıtlara da geçmişim; "Bir daha zinhar yazlık kiralamaaaammm!" demiştim. Ne oldu? Döndüm dolaştım eşşek gibi IV. geleneksel yazlık sezonunu açtım. Haziran sonu taşınıp, Temmuz sonu dönüyoruz.

Neymiş? Spor şart!

Yazlık öncesi evdeki yardımcı kadının gitmesi de bir gelenek halini aldı denebilir.
İnsan alışıyor bloggerlarım. "Amaaaan, bulurum bir çaresini, olacağına bak!" demeye kalmadan  çare bulunuyor. (Eskiden ben ne boş şeyleri dert edermişim yahu?)

Üç kadın "ay hiç sorma, konuşamamız lazım, anlatacaklarım var" diye buluşma konusu olacak konuları, 7/24 online bağlı, kısacık kısacık mesajlarla paylaşıyor, birbirimizi buluyor, planlıyor, organize oluyor ve hallediyoruz. Halledemediklerimizi "dur bakalım" rafına koyuyoruz. Hiç birşeyi ertelemiyor, olmayan şeylere dertlenmiyor ve bu halimize çok gülüyoruz.

"You don't get to choose if you get hurt in this world, old man, but you do have some to say in who hurts you. I like my choices."

Film: Hangover III-Serinin en zayıfı, yine de çok komik
Film: Now You See Me-Sıkı macera, ben sevdim.

HEYE-CAN

Öfkeliyim bugünlerde. Neredeyse herkes gibi, ben de en çok adelet duyguma dokunulunca öfkeleniyorum. Adaletin ne olduğu Antik Roma'dan beri tartışıla tartışıla, belki de evrensel kabul gören bir tanımı yapılmıştır. Bilmiyorum. Ben zorbalığa tahammül edemiyorum. İlla ki kaba bir üslup şart değil zorba olmak için. Kaba-saba zorbaları görmek, gücün yettiğince ittirip geçmeye çalışmak daha kolay. Beni öfkeden kudurtan zorbalar bunu sofistike biçimde yapanlar. Benim "iyiliğimi" düşünenler, "en doğruyu" bilenler, kurallar, prosedürler, roller, sorumluluklar falan adına konuşanlar. Bir de "orta yol"lar. Herşeyin "orta karar" olanından irkiliyorum ben. Ensemden aşağıya tüylerim diken diken oluyor. İçinde hep bir çıkar, bir hesap kitap, bir "ne şiş yansın, ne kebap" havası seziyorum. Önyargı mı bu? Öyleyse öyle!
Uzlaşmamaktan bahsetmiyorum. Taviz vermemek de değil söylemek istediğim. Herkesi bir oratalamaya çekmek, mümkün olduğunca benzeştirmek, kendi seçimine mecbur bırakmak için en iyisi, en doğrusu, en mantıklısı, herkesi için en hayırlısı,en şöylesi, en böylesini iddia etmekten bahsediyorum. Gücü kendi istedikleri gibi bir düzen kurmak için kullananlardan. Bunlar sofistike zorbalar. Kendi yaşam modellerini, kendi konfor alanlarını rasyonalize edip, diğer tüm seçenekleri sorumsuz, heyecanlı(!), uzlaşmaz, inatçı falan filan olmakla suçlayanlardan... Onların bu herkesin iyiliğini düşünür hallerine, zorbalıklarının bu sözde kılıflar arasında kaybolduğunu zannetmelerine öfkeleniyorum. Değişim istememeyi, kendi tercihinde ısrarlı olmayı bile anlarım. Ama başkalarının tercihinin, zekasının, gücünün küçük görülmesine öfkeleniyorum!
Bu zorbalar her yerde. Bizim iyiliğimiz için seçeceğimiz okul konusunda bizi ikna eden(!), hayallerin peşinden gidersek hayalkırıklığına uğrayacağımızı  bize öğreten(!), anne-babalarımız, görevimizin gereği(!) neyse onu sorgulamadan uygulamamız gerektiğini  hatırlatan yöneticiler, mutluluğun mutlak tarifini yaparak bizi seçimsiz bırakan sosyal kurallarımız, ...

Allah'tan başbakanımız harbi zorba. Sofistikasyonla işi yok. Kural, fayda, görev, gak guk diye başlasa da uzatmıyor. Gazsa gaz, tomaysa toma, ...

Ben de öfkeleniyorum işte! Zorbaya güç veren kurbanın derisinin altındaki korkuya öfkeleniyorum. 

Bu öfkede; belki ergenlikten belki de öncesinden kalan ufak arızalar olduğunun farkında değilim sanılmasın. Bal gibi farkındayım. Diğer yandan artık arızalarıma izin vermenin heyecanı var bende bloggerlarım. Heye-canlıyım!
Kim bilir belki bu heye-canla tüm arızalarımı tamir bile ederim.
 
“Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçebilir… Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan kendilerini mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Huzur veriyor gibi görünse de, insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerdedir. Bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz, her yeni gün yepyeni bir güneşin altında doğabilir."

5 Haziran 2013 Çarşamba

Ertelemedim

Gece yarısını geçtik. Motivasyonumun sebebi yeni psikeart dergisi bloggerlarım. Konumuz "erteleme".  Üşenmeyin, yarın gidip bir psikeart alın. Bana bu saatte blog yazdıranın ne olduğunu anlayacaksınız.

Ne zaman bir şey yazmaya karar versem, içimdeki ses "sen zaten yazarsın, şimdi git eğlen biraz diyor". "Peki" diyorum. "Yarın başlarım."
Sinan Sülün-Bir erteleme söyleminden parçalar.

Yaaaaa, gördünüz mü? Dahası var.

Mevsimlerden yaz başı, hikayelerden Gezi Parkı,  duyguların hepsinden biraz,  günlerden tam gaz.
"Gaz" ki gündemin ana konusu. Tarih, gencecik insanların bir park için başlattığı örgütsüz ama kitlesel dayanışmayı, elbette insafsızca kullanılan biber gazını yazacak. Sosyal medyanın gücünü, konu komşuyla feysde arkadaş olmayı... Ne mutlu ki; " ben de oradaydım" diyeceğim.
Yok, bloggerlarım konuyla ilgili analiz yazacak değilim. Ben hayranlıkla, umutla içindeyim. Analizi, sentezi yapan bulunur. Ben takipçiyim. İçindeki zekaya, mizaha, coşkuya, cesarete ve tutkuya hayranım. Olayım budur. Malum ben hayranlıkla çalışan bir mekanizmayım. Önce hayran oluyorum. Sonra dahil oluyorum. (Aşk gibi mi?)

En az üç blogluk konu var demiştim ya, unuttum konular neydi:((
Ama başka şeyler birikti. Ah, bloggerlarım şu erteleme... Ertele-me!

"Günahlarını Tanrı değil, sen affetmeyeceksin. Kendine yaptıklarının cezasını bir ömür boyu peşinden koşan mahşerin atlılarından kaçarak çekeceksin. Sen ertelediğin kadarsın. Sen ertelediğin herşeyin toplamısın."
Nevhan Varol-Ertesi Durakların Kesilmemiş Biletleri

Yazılar, hatta okumaları erteliyorsam da, mahşerin atlılarından kaçmayacağım bloggerlarım. Hayatımı ertelemiyorum. Ertelediklerim dahil etmeyi beceremediğimden. Kapasitem mi yetersiz nedir? Yetişemiyorum. Üstelik son hızla bir otobanda gidiyormuş gibi hissederken...

Peki insan erteleyebiliyorsa, aslında neyi varsayıyor? Erteliyorsa, neyi seçiyor?

"Mutluluğu ertelediğini söyleyen biri neyi ertelemektedir?"
Ahmet İnam-Neleri nasıl ertelediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim."

Aklımda yazacak ne varsa, uykumun arasında kayboldu.

Dergi: Psikeart: mayıs-haziran sayısı. MUTLAKA!

Mutluluk ertelenemez. Şimdinin bir parçasıdır. Andır. Bir kaba koyulup dolaba kaldırılamaz.  Mutluluğun konservesi, turfandası olmaz. %100 organik bir şeydir. Kolay çoğalır ama üretilemez. Kendisinden başka şeylerle kolayca karıştırılabilse de aslını gören hemen tanır.

Di mi..?