31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnanıyorum

Gecenin en karanlık yeri sabaha en yakın andır falan filan var ya, işte ben bu konuda iflah olmaz bir inananım. Şansıma, mucizelere, olanın ve olmayanın hikmetine inanıyorum. Bazen karanlık hiç aydınlığa çıkmayacakmış gibi gelse, bazen o karanlıkta boğuluyormuşum gibi olsa da...

Siz de inanın. Önce inanının, sonra izin verin, sizi bulsun. Bi' deneyin ... Bana hak vereceksiniz. Beni bulan mucizelere şükrediyorum, şimdi bir ışık daha bekliyorum, sabırla...

Bir de uyku beni bulsa. Söyle uzun uzun uyusam, yıkanmış gibi ferah uyansam.

"Uyuduk mu eşit oluruz. Ne tutku, ne gurur, ne umut." Melih Cevdet Anday

Not: Annemle konuştum. O çok sormadı, ben çok söylemedim ama tamamdır.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Bana şans dile!


Birisinin benim yerime varsayımda bulup, iyiliğimi düşünmesi, hakkımda kararlar verip, dert edinmesi bugünün konusu bloggercanlar. Konu insanlık tarihi kadar (!) eski. Hayatımdaki tesiri itibariyle bloga konu olması yeni.

Kendisini iyi niyetin zirvesinde tanımlayan bu yaklaşım neresinden baksan, epeyce zorbadır aslında. Senin iyiliği senden iyi bilen birisi…  Bakınız; başbakanımız. Kadınlar için, çocuklar için, bizim çocuğumuz için hatta bizim için en iyisini biliyor ve yapıyor.  Bakınız; kimi yöneticiler; “ne yapıyorsam, ben onların iyiliği için yapıyorum.”
Hepimizin iyiliği için çabalayıp duruyorlar.  Biz memnun değiliz. İyi de acaba biz gerçekten ne istiyoruz? Bizim tercihimiz, , beklentimiz, hayalimiz..? Hayal mi? Boş hayallerle geçirecek vakti yok elbette bu en iyi bilenlerin. Hayalmiş… Hayallerinize kalırsaaaaakkkk.... hep bunlar çoluk çocuk işte!
Bizim ne istediğimizin önemi yok. Bizim için “doğru” olan yapılıyor. Nasıl bir çıkmaz sokak değil mi? Biat etmez, razı olmaz hatta minnettar olmazsak düpedüz nankörüz… Ya da hain. En iyisiden "çocuk".

Bunun bir başka versiyonu daha vardır ki ben asıl onun hastasıyım!!!  Hiç bir şeyi, hiç kimseye olduğu gibi aktarmamak, aktaramamak… Çünkü çok üzülür. Çünkü kaldıramaz. Çünkü gerek yok. Çünkü ayıp olur. Buyrunuz: “Şimdi anneme bunu söylemeyelim, çok üzülür kadın”. Hooop, bolca sulandırılmış bir çarpık hikaye. Yavaş yavaş anlatılacak ya güya; başlasın yaratıcı yalanlar dizisi… “Şimdi o çok üzülmüştür, kızmıştır, korkmuştur, ama belli etmiyordur.” Ya da “şimdi yanlış anlar, gerek yok…” Hooop, haydi bakalım başlasın yalan, dolan, gizli, saklı, … 

Konunun uzmanları ve baş kahramanları illa ki annelerimiz. (Ben de bir anneyim!!!) Bu blog yazısına ilham veren de benim canım annem. Annem, yıllar içinde epeyce değişip, tatlı, tonton bir anneanneye dönüşüp, kendi sınırları içinde epeyce esnese de etrafındaki herkesin duygu, düşünce ve ihtiyaçlarını kendilerinden daha fazla bildiği inancından hiç vazgeçmedi. Söz konusu olan yemek menüsü, akşam buluşma yeri falan olduğunda son derece sempatik, eğlenceli hatta bazen gerçekten empatik bile olabiliyor. Neticede bozuk saat bile günde iki kere doğru zamanı gösteriyor.

Ama hayatta yemek menüsü dışında kalan kararlar var. Bazıları hayatımızı, dolaba köfte yapıp koymaktan, kızartma sosuna sarımsak eklemekten daha fazla değiştiriyor. İnsan benim gibi 40 yaşına gelip dayanmış olunca, istiyor ki bütün açıklığıyla söyledikleri en azından işitilsin. Sözüne inanılsın. Haydi, inanılmadı. Bari saygı gösterilsin. Haydi, saygıdan da geçtim bari varsayılanlar bir sınansın…

Yok, “olsa, olsa …” lar var ki bunlara bazen kızıyor, bazen gülüyor, bazen üzülüyorum. Bu “olsa olsa…” dünyası benim dünyama marstan bile daha uzak. Ama annem ben oradayım sanıyor!

Birkaç yol var seçilebilecek. Bırak herkes kendi dünyasının gerçeklerinde kalsın. Aldırma… Oyunun kuralı böyle zaten… Herkes başka bir dünyada ama bir arada, birbirinin en yakını sanarak kendisini, yaşayıp gitsin. 

İyi de ben hep öfkeyle sınanan bir faniyim. Öfkeleniyorum! Görmezden, duymazdan, bilmezden gelemiyorum. Belki de bu yüzden sınavım hiç bitmiyor. 

Yok, ben alıp karşıma benim gezegende olup bitenleri anlatacağım. En başında kocaman bir kadının kocaman bir başka kadınla konuştuğunun altını çizerek… Hiç bir şeyi atlamadan, saklamadan, yanlış anlar mı demeden… 

Bir kere daha deneyeceğim. Bu defa sınavdan geçmeyi umarak… Bana şans dileyin, olur mu?

“Geleceğimizi yapan şey, yazgımızdan, bize tanınan olanaklardan, karşımıza çıkan fırsatlardan çok, ruhumuzun şiiridir. Bizde olan bir şeydir. Anlıyor musun?” Murathan Mungan/Şairin Romanı

Yazlık dönemi bitti, evimdeyim...
Bayram geliyoooor lay lay looom!

12 Temmuz 2013 Cuma

Kahraman kimdir?

“Kahramanınız kim” yazımdan hemen sonra, yazımı okumadığına emin olduğum birisinin söylediğini düşünüyorum. Yorgunluktan gebermiş, çok stresli iki günün değerlendirmesini yaparken; “sorumlusu olmadığım bir sürü konuyu üstlendim, kendimi kahraman gibi mi hissetmeliyim yoksa salak gibi mi emin değilim” dedi. “Söylesene ikisi arasında bir fark var mı?”

İşte ben hala bunu düşünüyorum…

 Kahraman dediğin başkasının şikayet edip geçiştirdiğini kendine dert edendir, en başta. Bu iş böyle başlar. En dandiğinden en süperine bütün kahramanlara bakın. Hayatı kendi çapında tıkır tıkır gidebilecekken bir şeyler olur, hoooo haydi bakalım üstlen dünyanın yükünü!

İyi de niye? Millet durup otururken sen niye kahraman oluyorsun?

Birilerinin kahramanı olunca birilerinin de düşmanısın. Sistem böyle. Toplam illaki sıfır olacak. Toplamada “0”, çarpmada “1” yaşayıp gitmek dururken (üstelik her fırsatta konuşup, her şeyin içindeyim diye gerim gerim gerinmek mümkünken), “yok ben ille de bir şey yapıcam” diyene sinir olan, düşman olan, “sen bir çekil” diyen, daha fenası arkadan dolaşan olacak. Düelloya davet edene can feda, bir de pusu kuranlar olur.

Kahramanın trajedisi uğruna mücadele ettiğin taraftan da düşmanları olunca zirve yapar. Batman’in tek düşmanı joker değil işte(ki kendisi benim favorimdir, kalbimde yeri ayrı. O da başka pencereden görünen bir kahraman, değil mi?)  Belediye başkanına yaransa savcıya yaranamaz. Hepsi tamam olsa emniyet müdürü istemez. Hepimiz dertleri bir gönüllüye(!) ihale etmek isteriz ama kahraman istemeyiz. Nedir yani? Uçtu, kondu, dünyayı kurtardı, tamam. Tepemize çıkarıcak diliz. Kahramansa kahraman. Öyle fazla ileri gitmeyecek. Hem, biz biliriz aslında(!) onun ne mal olduğunu. Hem nasıl emin olucaz hep bize hizmet edeceğinden...

Öyle ya, gücünü kendisinden alan, kuralların dışına çıkan kim varsa, mutlaka tehdittir.  Hele bir de yüreği varsa!

Eee o zaman, millet durup otururken sen ne diye kahraman oluyorsun?

Filmlerde, romanlarda cevap tüm kahramanların çocukluğundadır bloggerlar. Ya da kahramanımız henüz çocuktur (Bknz: Harry Potter, Frodo Baggins,…).
Sanki hep acıyan bir yerleri vardır. Sanki hiç geçmeyen bir arıza… Her kurtardığı insanda kendini kurtarma çabası…

Biz o arızaya mı hayran oluruz? Kapanmayan yaraya mı? Kendi yaralarımızı hatırlayıp içimizdeki kahraman olma umuduna mı?

Kahramanlığın tedavisi var mıdır?

Mutlu çocuklar büyüyünce kimsenin kahramanı olmazlar mı?

 “Suya düştüğünüz için değil, sudan çıkamadığınız için boğulursunuz.” Edwin Louis Cole