27 Nisan 2014 Pazar

Naapsam?

Pazar günlerini sevmiyorum. Bir son duygusu. İçimde ne yapsam, yapmadıklarım eksik kalacak paniği... Hele öğleden sonra!
Evde yalnızım, aşkım kızım babasıyla. Hava bir güneşli, bir bulutlu. Tam bahar havası... Sabahtan beri miskinim. Yüzümü yıkamadım, akşamlar oluyor nerdeyse...

Yataktan kanepeye, oradan başka kanepeye tembelliğin kitabını yazmaktayım. Tek icraatım çay demlemek oldu. İçimden bir ses; "yav, kalk bi yürü, açık kuaför bulursan, manikür, pedikür yaptır" diyor. Başka bir ses "amaaan boşver, halledersin kendin, boşver" deyip durduruyor. "Yürüyecen de ne olacak?".
Akşam yemeği düşünülse, hatta pişirilse, market alışverişine gidilse falan ne güzel olacak. Miskinlik ruhumu tümden ele geçirmeden kalkasam mı? Yoksa sessizlikte tavanı seyretmeye devam mı?

İnanır mısınız bloggerlar, böyle aylarca evden çıkmayasım var. Tavana nasıl hasretsem artık...
Şu içimdeki ses yok mu vicdan azabı gibi....Bir sussa...

Kısa yürüyim bari, hem dün yediğim 5000 kalorinin suçluluğu hafifler (mi?)

Bu hafta sonu tam olmadı bence. Baştan alsak..?

"I wish, as well as everybody else, to be perfectly happy; but, like everybody else, it must be in my own way." Sense and Sensibility/ Jane Austin

26 Nisan 2014 Cumartesi

Bir nefes

Sabır, sürpriz, ihanet, sadakat, haklı, haksız, suçlu, masum, bencil, ...

Televizyon seyredenlerdenim ben. Bir aradan sonra Muhteşem Yüzyıl'ı seyretmeye başladım yeniden. "Hürrem dermansız bir hastalığa yakalandı" dediler. Hemen yakaladım kaldığım yerden. Ölüm her şeyi, herkesi eşitleyen emin olduğumuz ama yok saydığımız tek mutlak gerçek. "Acaba" dedim "Hürrem nasıl geçecek bu iğne deliğinden?"

Ahlak karar verme sistemimizdir ya malum. Bir karar anı yoksa ahlakımıza dair bilgi de yoktur. İşin özü karar anıdır. İngilizce'de çok güzel söylendiği haliyle; The moment of truth. Gerçeklik anı.
Öncesi sadece lafttır. Boştur. Yalan değildir belki sadece umuttur. Olmak istediğimiz haldir. Olduğumuzu  sandığımız  ya da...  Masumdur palavralar eni konu. Hadi yine İngilizce söyleyelim: Wishful thinking derler.  İnsan kendisi de inanır. İnanmak ister.

"Büyük söz söyleme" nasihatı, bekara karı boşamanın kolay olması hep bundandır.

Böyle olunca sıfatların muteber olanı değer kaybediyor, yargılayıcı olanı düşündürüyor adamı. Cesaretsiz değil de aslında sabırlı mı? Güçlü değil de aslında yalnız mı? Umutsuz değil aslında sadık mı? (Tersinden okumak da mümkün.) Yargılamadan anlamaya çalışma işi adımı perişan eder. Dünya genişler. Kimi nerede bulacağını bilmez olur insan. Benden uyarması.

Sıfatlar işi bloggerlarım, çakma evhanımını düşündürmeye devam ediyor. Hürrem'i ve hayata vedasını izliyorum. Merakla bekliyorum. Fani olmak gerçeğiyle nasıl yüzleşecek? Biz ona nasıl bir son layık göreceğiz? İlahi adaletle merhamet arasında nerede bir yol bulacağız?

Günler haftaları kovalarken, veli toplantısı, disiplin kurulu derrken annemin hastalığı. Basit bir gripmiş gibiyken gözünü açamaz oldu akşamdan sabaha, hastaneye zor yetiştik. Toparlanıyor yavaştan ama gözleri hiç açılmadı iki gün. Kızım 23 Nisan'da bandoda çaldı. 25 Mayıs'ta Tübitak fen projesinde yarıştı ( tabii ki gururlanıyorum) arada ergenliğin dehlizlerine yuvarlandı. Ağlamaktan gözlerinin kıpkırmızı olmasıyla, komik suratlarla evde çılgın danslar birbirini izledi. Haftaya drama festivaline gidiyor Almanya'ya. Hiç hayal ettiği gibi bir anne değilim. Sıkıcıyım ama bazen işe yarıyorum. Yine de en büyük korkusu büyüyünce bana benzemek(!) Ben ortada yığılı pijamalara, koridorda bulduğum çoraplara meftunum. Aşkından ölüyorum. "İmdaaat" diye bağırmak istediğim anlar çok sık ama kucağıma kıvrılınca kalbim sıkışıyor, unutuyorum.

Ağustos için yazlığı tuttum.

Sabırla cesaret arasında bir nefes alımı mesafedeyim.

Bahar insafsızca güzel. Ağaçlar, çiçekler, arada yağmur, kokular, ....

Sabah uyanınca bir kuştan, bir kediden farkım olmadığını unutmamaya karar vererek başlıyorum. Şükrederek. Şansıma, yoluma, can yoldaşlarıma, aşka, aşkıma,...

Derin nefes. Hepsi sadece bir nefes...


"Hiç birşey ummuyorum. Hiç birşeyden korkmuyorum. Ben özgürüm.." Kavafis.

Film: The Grand Hotel Budapest (nefis)
Kitap: Gaiz Kahraman/İhsan Oktay Anar (bu sefer daha iyi)

Psikeart-Özgürlük





6 Nisan 2014 Pazar

Havaalanı

Her gün bir şeyler oluyor memlette. Günlük heyecanlarımız  bunlar. Sabaha yeni bir gündem, yeni bir heyecan. Yer yerinden oynadı sanıyorsun, yarın artık başka bir gün olacak. Yooo ... Sabah baştan başlıyoruz. Dün dünde kalıyor cancağızım. Biz her gün yeni bir şey söylüyoruz. Ya da hep aynı şeyi söylüyoruz. Belki de bir şey söylemiyoruz. Ya da sadece söylüyor, söylüyoruz da, bir şey yapacak zamanımız yok(!) malum bizimki meşgul insanların ülkesi. Çok meşgulüz. Kendisi ve kendine dair ne varsa hepsi çok önemli insanların ülkesi.

Havaalanları bloggerlar, benim için bir hazine. Eskiden belki öyle değildi ama ucuzlayan uçak biletleri ve her yere uçak seferleriyle artık toplumumuzun gerçek bir kesiti sanki. Elbette havaalanı, adı üstünde "havalı" bir yer. Pek bi ecnebi. Kurallar, kontroller, nizam, intizam, sıralar hep batıdan. Mimari, pırıl pırıl zeminler, üniformalar, ekranlar, anonslar, ... Buraya sonradan kondurulmuş, belli. Çalışanlar da öyle "havalı". Meslek "havacılık" olunca, mecburen.

Havalaanalarının sahibi havasında olan bir grup vardır. Havaalanı elitleri. Mekanın sahibi gibidirler. Kurallar ezbere bilinir, havaalanı muhtarı olabilecek kadar kenar-köşe mekana tümden hakimdirler. Belli ki buralara çoook girip çıkmışlıkları vardır. Düzene hakim olduklarından pek rahattırlar. Tabii ki aceleleri vardır. Onların çok önemli işleri, toplantıları, seyahatleri vardır ve ömürleri yollarda geçmektedir. Haliyle çok tahamülleri de yoktur. Laptoplar çantalardan otomatik çıkar, çekçekli bavullar, çantalar hızlıca hareket ettirilir, saat kontrol edilir, telefonlar eldedir. Ekranlar okunur, etrafta kimseyle gözgöze gelinmez. Kararlı ve emin adımlarla kontroller tamamlanır ve havaalanının en iyi kahvesi alınmak üzere ilgili cafeye yönelinir. Havaalanı sahiplerinin pek azı kendileri için "uçar". Havaalanı sahipliği iş hayatının bir ödülü ya da vebalidir. Nasıl isterseniz...  Genelde tek tek gelir ama bir yerde kendi gibilerle ya buluşur ya karşılaşırlar. Etrafta başka kimse yokmuş gibi konuşmalarından onları tanıyabilirsiniz. Gündem iş değilse, farklı şehirlerin havaalanlarıdır. Bir gözleyin, bana hak vereceksiniz. Ayrıcalıklı kartlar, lounge'lar, ...

Gidip gelmeler hayatının bir parçası olmuş olanlar vardır. Onlar sessiz hakimleridir alanların. Sık seyahat ederler. Belki de çocukluklarından beri. Sessizdirler, çoğunlukla da çift. Kolayca fark edilmemeleri, belki de insanların bir ömrü havaalanı görmeden geçirdikleri zamanlarda bile seyahat eden bir grupta olmalarındadır. Tedbirlidirler belki o yüzden. Sakin ve yavaş hareket ederler. Spor ayakkabılar, eşofmanlar, rahat kıyafetler ve azıcık eşya.

Hayatında ilk defa havaalnına gelenler vardır. Çantalar, poşetler, elde bilet. Daha ilk güvenlik sırasında başlar stresleri. "Burası Ankara sırası mı?"

İşte orada başlıyor insanları tanıma anı. Duymamış gibi yapanlar. Bir tahmülsüzlük, bir eda "burası güvenlik sırası" diye çemkirip, kafasını çevirenler. Bazen samimiyetle durumu anlatanlar, ...

Geçen hafta İzmir'deki yeni iç hatlar terminalinde  ilk kez havalanında olduğundan emin olduğum bir amca eşini kaybetmişti. Perişan bir halde oradan oraya koşturup, önüne kim gelirse, yolcu, temizlik görevlisi "hanımı kaybettim, nereden bulacağım" diye sorup duruyordu. Öyle panik öyle divaneydi ki hali! Kendisine soru sorulanlar adamı sanki hiç görmedi!!! Deli gibi oradan oraya savrulan, "hanımı kaybettim, okuması da yok, ne olur yardım edin allah aşkına" diyen adam sanki yoktu!
Amca, üniformalı görünce, bir yer hizmetleri görevlisinin önünü kesti. Tabii ki oğlan çok meşguldü ve işi kayıp bir kadından, çırpınan bir adamcağızdan çok çok önemliydi. Geçip gitti amcanının yanından İnanamadım önce. Şizofrenik bir hal aldı işler saniyeler içinde. Acaba ben halüsinasyon mu görüyorum derken, yanımdaki adamla göz göze geldik. Adam "ben gideyim amcanın yanına, siz teyzeyi görürseniz, yukarı getirir misiniz, polisin oraya" dedi. "Olur" dedim.
Gitti adamcağız amcanın yanına, sakinleştirmeye çalıştı. Birlikte polisin yanına çıktılar.

Ben teyzeyi etrafta görmedim. Ekranları henüz çalışmayan, kapı numaraları her dakika değişen, anonsların özellikle anlaşılmamak üzere ve sanki anons edenin kafasına silah dayanmış gibi bir tonla yapıldığı, yepyeni, gıcır gıcır havaalanında uçağımı bekledim.

Havaalanlarını sevmiyorum. Bana sevmediğim çok şeyi hatırlatıyor.

"Hakikaten de insanlar iki sınıfa ayrılırlar. Yapanlar ve yaptıranlar. Para, yaptırtmanın bir yolu idi ve bir kadına kendisine cilve yaptırtmak, bir şarkıcıya şarkı söylettirtmek, bir dansöze göbek dansı yaptırtmak, garsonlara hizmet ettirtmek ve oradakilere kendisine  saygı duydurtmak isteyenler buranın müşterisiydi. İnsan olmanın diğer yolu ise, aşık olmak, şarkı söylemek, dans etmek, kendi işini kendi görmek ve kendine saygı duymaktı." İhsan Oktay Anar/Galiz Kahraman