30 Aralık 2009 Çarşamba

dilekler

Yılbaşı! Kaçınılmaz bir telaş var etrafta. Yılın başı/sonu diye birşey olmasa da ben böylesi zamanların vesile oldukları neşeyi seviyorum. Hele insanın sevdikleriyle birlikte yeyip içmeye sebep olan zamanlara bayılıyorum! Çook severim uzuuun oturulup kahkayla yanilen, içilen geceleri.
Bu hafta, bu zamana yakışır bir telaşın içine düştüm.
Haftanın başı (ya da önceki haftanın sonu) pazar akşamı pek güzel bir geceyle başladı. Yılbaşı gecesi provası tadında arkadaşlarla yenildi, içildi. İçildi de içildi. Çakırkeyif olundu (Hatta azıcık öteye bile geçildi). Herkes birbirini kameraya kaydetti, masada şarkılar, sebepsiz kahkahalar. P.tesi sabahı, akşamdan kalma falan, kalkılıp çocuklar okula bırakıldı, anneler kahvaltıya gitti. Kahvaltıcı ve akşamdan kalma annelerin, iş insanı olanları yılsonu münasebetiyle tatildeydiler. E tabii bu fırsat kaçırılmadı!
Derken haftanın diğer bir gündemi olan iş hayatına dönüş hazırlıkları telaşı başladı. Hafta kısa olunca, telaş kaçınılmaz oluyor. Yıllar sonra yeniden işe giriş evrakları hazırladım ki, sırf bu evrak hazırlama işini tekrar yapmamak için "bi'daha iş değiştirmeyeyim bari" diye geçirdim içimden. Arada yeni işyerimde bir yeni yıl etkinliğine katıldım falan filan...
Derken çoktandır görmediğim ama çok sevdiğim bir arkadaşım aradı. Buradaymış, yılbaşı nedeniyle. İstanbul'da yaşayan, benim yaşamımda çok yer etmiş psikodrama eğtimini paylaştığım bir can arkadaşım. Kendimi hep yakın hissettiğim, her gördüğümde daha fazla görmek istediğim... Kısacık zamanda bir sürü şey konuşuverdik.
Zaman kısacıktı, paylatıklarımız bir sürü; görüşmediğimiz zaman uzundu ama hiç olmamış gibi... Öyle kaldığımız yerden devam etmek değil söylemek istediğim, neysek onu paylaşabilmek.

Arkadaşlarımı düşündüm. Sevdiklerimi... Çok sevdiğim, yürekten sevdiğim arkadaşlarım var. Elbette kimini daha az, kimini daha fazla, kimini kısa, kimini daha uzun zamandır seviyorum. Öyle bir çizgi üzerinde önlü arkalı sıralı değil de , sanki aynı rengin farklı tonları gibi. Açıklı koyulu. Işığa göre, zemine göre, durduğun yere göre değişiyor bendeki rengin tonu, benim gönlümdeki renge göre dalgalanıyor işte...

-Gönlün her rengine uyan, gönül dostu (yeni adıyla ruh eşi) olur mu?
"Olur, olmaz mı hiç?" diyenlerdenseniz, çok şanslısınız!

"Nedir bunun tarifi?"derseniz, işte o zor. Bir kere emin olduğum, çok sevmek yetmiyor.

"O'nun yalan söylemeyeceğini, sırlarınızı kimseye anlatmayacağını, her sözünde, davranışında samimi, gerçek olduğunu bilmektir "derseniz; "onlar adettendir" derim. Sıradan bir ilişkinin, bir iş ilişkisinin bile, olmazsa olmazlarıdır. Herkeste bulunmaz bu özellikler ama bunlar yetmez de.

Az daha öteye gidelim o zaman.

"Benim zor zamanımda yanımda olmasıdır, ben kendimi kötü, kırgın, kızgın, yalnız, yenilmiş; ben kendimi zayıf, güçsüz hissediyorken, tüm dünya benin karşımdaymış gibiyken benim yanımda olandır"derseniz; "bunlar çok değerli" derim. Kıymetini bilmek lazım.

"Ben değil, o kendini güçsüz, zayıf, kırgın, kızgın, yalnız, korumasız, savunmasız, tüm dünya O'nun karşındaymış gibi hissederken bile benimle olandır. Kendisini koruma, savunma ihtiyacı en güçlüyken bile, kendini onarmak için beni terk etmeyendir. Beni gözleriyle görüp, aklıyla onaylayan, kınayan, beğenen, ayıplayan değil, bilmeden anlayandır; beni zaaflarımla kabul edendir, onaylamadıkları olsa da..." derseniz. "O'nu bulmuşsunuz!"derim. Sakın bırakmayın!

Var benim gönül dostlarım. Gönlümün her rengine uyan, her teline değen, benim değil, benden olan...

İki değil bir olabildiğiniz; eliniz gibi, kolunuz gibi, sesiniz, nefesiniz gibi sizden olan gönül dostunuzu, henüz bulmadıysanız bulduğunuz; bulduysanız hiiiç kaybetmeyeceğiniz yeni yıllar dileyelim.

"Sana dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim
Sana bunları herkesin içinde söyleyeceğim
Hiç kimse duymayacak, hiç kimse bilmeyecek"
Ahmet Ümit-Bab-ı Esrar

25 Aralık 2009 Cuma

yeni yeni yeniler

Artık eskisi kadar sık yazmadığımı söyleyenler var. Bir de "çakma ev hanımlığı biteceğine göre blog da bitecek mi?" diye soranlar... Günlere yetişemediğimden istediğim sıklıkta yazamıyorum. Blog'a devam edecek miyim sorusu daha zor. Blog yazmayı çok sevdim ben. Yaşamımın hızlıca ve de epeyce önemli biçimde değiştiği bu dönemde blog kafamdan geçenleri organize etmeme, kendimle ve eş zamanlı olarak serüvenimi paylaşmak isteyenlerle ilişkimi düzenlememi sağladı. Çakma ev hanımlığım bittiğine göre, blog devam etmeli mi? Belki birazcık daha. Yeni serüvenim seyrini, devrini bulana kadar...

Çakma ev hanımlığı ve ardından başlamakta olan yeni işim yeni insanlar katıyor hayatıma. Yeni iş başlı başına bir heyecan zaten. Samimi olarak söylemeliyim ki bu kadar heyecanlı olacağımı tahmin etmemiştim. "Bana heyecan verebilecek bir iş olmaz herhalde" diyordum. Sanırım ben de herşeyi bildiğini düşünüp, dünyayı yaşadığı akvaryumdan ibaret sananlara dönmüşüm. Şimdi yeni tanımaya başladığım iş yerimde katkıda bulunmak istediğim, dahil olmak istediğim, öğrenmek istediğim, paylaşmak istediğim bir sürü şey olduğunu gördükçe, benim bildiğim akvaryumun ötesindeki dünyaya dahil olma heyecanım artıyor. Geçen gün telefonda konuştuğum bir arkadaşımın dediği gibi "milyon versen alamayacağın birşey" bu heyecan. Tadını çıkarıyor, bir kere daha ne şanslı olduğumu düşünüyorum!

Yeni insanlar... İlk grup daha önce tanıdığım ama çakma evhanımlığı dönemimde yaşamıma daha fazla dahil olan arkadaşlar. Kimisiyle apayrı dünyaların insanıyız. Kimisine büyük bir hayranlık ve merak duyuyorum. Kimini ise sımsıcak bir hisle anıyorum, bir sevgiyle. Nedensiz, meraksız, olduğu haliyle seviyorum. Henüz çok da iyi tanımadığım; neye sevinir, neye üzülür bilmediğim, aklından, gönlünden geçenleri; sevdiği, kızdığı şeyleri falan ezbere bilmediğim yeni arkadaşlar.
İkinci grup yeni işyerimde tanımaya başladıklarım... Henüz onlardan sadece ufacık izler, imajlar var. Merakla, heyecanla sonrasını beklediğim...
Tanımamak, bilmemek aynı zamanda tanınmamak bilinmemek demek. Ben de birilerinin hayatında yeni biriyim, uzuuunn zamandan sonra... Benim hakkımda oyeni yeni oluşan duygular, bıraktığım izler, imajlar...

Söyledim ya, heyecanlıyım hem de çok!

Bu arada, ne dersiniz blog devam etmeli mi?

'Her gün daima öğleden sonra oraya gidiyor koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.'
Kürk Mantolu Madonna/Sebahattin Ali

Film: Avatar (Mutlaka!) ama 3 boyutlu
Kitap: Mazhar Olmak (Mazhar Alanson şarkı sözleri ve onların hikayeleri ile bir de CD. Meraklısına)

21 Aralık 2009 Pazartesi

normal

Henüz yeni işime resmen başlamamış olmama rağmen, hayatımın temposu değişiverdi. İşe sabah 8'de gidip akşam 6'da çıkmıyorum ama neredeyse gün aşırı uğrar oldum. Kaçırmamam gereken önemli bir toplantı, yılbaşından önce başlanması hatta bitirilmesi gereken bir iş, vs...
Bir anda kızımı servise bindirip koşarak işe gider olduydum. Bugün evimdeyim. Nihayet! Beni bekleyen ütülerimi bile özledim.
"Çakma ev hanımlığında 1 ayı bile beklemeden işe geri döndün, hani böyle olmayacaktı" diyen kocama hak verir gibi oldum. (Kocaya öyle hemen hak verilmez, en fazla verecek gibi olunur-aman diyeyim).
Dün gece bugünü evimde geçireceğim için sevinç içinde uyumaya yatmıştım (ki türlü acaiplikte kabuslar gördüm.)
Günlerce deli deli esen rüzgar, hatta fırtına ardından yağan yağmur, sonra yine rüzgar sonrası bugün hava sakin. Hatta güneşli bile denebilir. Alışıp, çok da sevdiğim yeni düzenimi tekrarlayacağım bugün. Birazdan çayımı bitirip hiç eksilmeyen ütüleri yapacağım. Sonra çıkıp biraz dolaşacağım. Akşamüzeri kızım gelmeden eve gelip yemek hazırlayacağım. Hatta kek bile yapabilirim.

Son yıllarda çok popüler bir konu var "yaşam doyumu" ya da "mutluluk parabolü". Rivayet o ki mutluluğumuz çocukluğumuzdan başlayarak artıyor, bir genç-yetişkin olduğumuzda zirveye varıyor ve yaşımız orta yaştan ileri gittikçe azalıyor. Parabolümüz bu seyri gösteriyor. Çoğunlukla yaşamda mutluluğumuzu bağlantılandırdığımız öğelerle ilişkimizin/performansımızın yaşımız ilerledikçe azaldığıyla ya da daha ılımlı söyleyelim değiştiğiyle açıklanıyor bu durum. Kariyerimiz zirve noktasında çok uzun yıllar kal(a)mıyoruz, çocuklarımız büyüyüp evden ayrılıyor, evliliğimiz/ilişkimiz değişiyor, farklı bir rotaya giriyor, sağlığımız teklemeye başlıyor, vs.
Bu, öyle meşhuuur bir parabol ki Dr. Mehmet Öz'e doktorluk kariyerini zirvedeyken bıraktırıp yazarlığa, TV programcılığına falan götürüyor. Yani bir başka yaşama, yeni bir parabole geçiş.

"Bu parabol söylencesinin geçerli olmadığı ya da daha az geçerli olduğu bir dünya var mı?"derseniz, "galiba ev hanımlığı" derim. Ev hanımlığında yıllar geçtikçe ustalığınız artıyor, kariyer zirvesinden iniş riski yok. Elbette çocuklar yine büyüyüp evden gidiyor, sağlık eskisi gibi olmuyor, eşlerle ilişki farklılaşıyor falan ama; çocuklar gitse de biliyorlar ki kimse anneleri kadar güzel sarma/börek/yemek yapamıyor. Kimse hasta olduklarında onlara anneleri gibi bakmıyor. Evde ütülenecek çamaşır hiç bitmiyor, her sabah çay demleniyor, daima yapılacak bir alışveriş oluyor. Üstelik yaşama yeni bir adrenalin/mutluluk alanı giriyor-torunlar! Bebeği yıkamayı, gazı olunca verilecek çayı falan bir tek ve en iyi ananeler biliyor! Aslına bakarsanız yaşam boyu mutluluk için doğru bir tercih olabilir.

Çakma ev hanımlığında geçici, ve malum parabole mahkum bir insan olarak bir yeni hayat yaratabilecek miyim henüz bilmiyorum. Börek/çörek/yemek işinde kendime göre epeyce ilerlemiş olsam da gerçek ev hanımları yanında bir hiçim. Torun bekleme fikrine ise fazlaca uzağım. Yine de umutsuz değilim. Bulacağız elbet yeni bi' parabolde kendimize yer...

...
"Normal olmak ne demek?"
"Vicdanın seni rahatsız mı ediyor? Yapmaman gereken birşey mi yaptın?"
...
"Normal olmanın ne demek olduğunu sordum sana"

1)Normal bize kim olduğumuzu ve ne istediğimizi unutturan herşeydir; böylece üretmek, yeniden üretmek ve para kazanmak için çalışabiliriz.
...
7)Araba, ev, giysi gibi nesneleri kıyaslamak ve yaşamın gerçek nedenini keşfetmeye çalışmak yerine yaşamı bu kıyaslamalara göre tanımlamak.
...
12)Evlenip çocuk yapmak, çocukların iyiliğini düşündüğünü söyleyerek aşk bittikten sonra da uzun süre birlikte kalmak.
13) Farklı olmaya çalışan herkesi eleştirmek.
Paulo Coelho-Kazanan Yalnızdır

Bulunursa mutlaka okunmalı: Ece Temelkuran-Geleneksiz Kadınlar (Köşe Yazısı)

çarşı-pazar

Çakma ev hanımlığının sonlarına yaklaştığımız bu günlerde iş görüşmeleri ve bana yaşattıkları konularına girelim azıcık.
Ben çalışma hayatında epeyce iş görüşme yapmış biriyim ama deneyimim "işe alan" tarafında. İş isteyen olarak hayatım boyunca 2 görüşme yapmıştım. İlki 11 yıl çalıştığım şirkette, ikincisi ise sanırım altıncı ya da yedinci yılımdaydı. "Gözümü çalıştığım şirkette açtım" desem gayet yerinde olur.
Epeyce hararetli bir sektörde, sektörün kendisinden de hararetli bir yer olan eski işyerimde; onca işe-güce ve strese rağmen keyifli bir çalışma ortamı yaratan dostluklar vardır. Bir de yapılan her işin seviyesi gerçekten çok yüksektir. Tüm bunlar zorluklara rağmen çalışmayı keyifli hale getirir.
İşten ayrılmadan önce hayatıma dahil olan iş fırsatları ve bu fırsatları takip eden iş görüşmeleriyle anladım ki, herkes işyeri için aynı şeyleri düşünüyor. Tamı tamına aynı! "En çok biz çalışıyoruz", "burası hayatta kalmanın çok zor olduğu bir sektör, stres çok", "bir fonksiyon değil, gerçek bir business partner'ız". Tabii her şirkette dahili ve harici "kötü"ler var ve tabii bizden beklenen bu kötülere geçit vermemek. Kimi hafif bir endişeyle, kimi gerçekten kendilerinin yegane olduğunu sanarak, kimi söylediklerinin aslında dilekleri olduğunun farkında, kimi değildi... E tabii bir yandan şirket stratejileri hayata geçirilmeli, bir yandan operasyonun işlemesini sağlanmalı, bir yandan vizyonumuz gerçekleştirilmeliydi.

Hepsinde dünyanın kendi şirketlerinin içine sığdığı yanılgısı.

Görüşülen mekan son derece şık, etraftaki herkesin az sonra bir resepsiyona katılacakmış gibi olduğu bir ofis, pek devasa, pek meşhur iş kulelerinden biri ya da bir havaalanı da olsa içerik aynıydı.

Duygularıma gelince; her görüşmenin sonunda bir zamanlar ben de dünyayı çalıştığım şirkete sığmış sananlardan birisi miydim acaba diye endişe ettim. Dünyam bu kadar küçülmüş müydü?

O yüzden bu "market value" falan çok aklıma yatmıyor benim. Aslına bakarsanız derdim de değil. Yaşamı bir "market"e indirgemek...

Çakma evhanımlığı serüvenimde dört görüşme yaptım. Üçü sonuçlandı. Bambaşka sektörler, ortamlar, insanlar... Bir sürü yeni kişiyle tanıştım, sektör tanıdım. Görüşmelerim (nedendir bilmem) 3 saatten kısa sürmedi. Görüşmelerin sonunda kararımı belirleyen bana anlatılanlarla, teklifler ve sadece içimden geçenler arasındaki birlik oldu. İki iş teklifi aldım, bir red cevabı.
Son görüşmenin sonucunu bilmiyorum ama benim cevabım olumsuz olacak.

Yılbaşında ise, yeni bir iş yaşımına başlayacağım. Çalışmak, çalışmamak ve yeniden çalıacak olmak taraflarını da yazacağım. Belki yarın...

"...Zaten bana kalırsa, hangi konuda olursa olsun, gayret kendi başına çirkin ve yorucu birşeydir. Çok çabuk gülünç hale gelebilir çünkü. Belki bu yüzden, her zaman sade bir çalışkanlıktan yana oldum; kendiliğinden ve gösterişsiz çabaları sevdim. "
Murathan Mungan-Eldivenler/Eldivenler, Hikayeler

Kitap: Hipnozcu/Richard Bach ("İnanırsan başarabilirsin" türüne iyi bir örnek)

17 Aralık 2009 Perşembe

zaman

Bu sabah başka ülkelerdeki eski iş arkadaşlarımdan gelen "marry christmas, happy new year" mesajlarını gördüm. Bugün oralarda son işgünü. Hatırladım! Eski patronumdan her yılbaşı gönderdiği kartlardan bir tane daha aldım, ama bu seferki evime gelmişti. Bu çok özel, çünkü bir çalışana değil, özellikle bana gelmiş. Mesajlara çok sevinmiştim, kartla bir kere daha sevindim. Eski işime dair özlediğim şeyleri daha çok özledim. Çok sevdiğim insanlar...

Yeni iş görüşmeleri, bu görüşmelerin bende açtığı ufukları yazacaktım bugün. Fakat plansız bir başka işim nedeniyle bu deriiin (!) konuyu azıcık erteliyorum. Sadece bir giriş yapacağım.
İşten ayrılmaya niyet edip hatta niyetimi şirketimle resmen paylaştıktan bir zaman sonra İstanbul'dan pek şık bir "headhunter" aramıştı beni, gitmiştim. Bahara dönen bir havada, kuş sesleri olan nefis bir gündü. Uzuun bir sohbetin ardından görüştüğüm adam bana bir değişiklik yapmakta geç bile kaldığımı söylemişti. Bir kariyer ömrüne 4 deneyim sığdırmak uygunmuş. (Deneyim başına 6 yıldan 24 yıl ediyor) Ben 11 yılla "sadece yerinde ağır" bir taşa dönüşmek üzereymişim. Bana fırsatları bu gözle değerlendirmemi tavsiye etmişti. "Market value"mu arttırmak için acil bir değişiklik yapmalı ya da asla şirketimden ayrılmamayı hedeflemeliydim.

"Market value" vs "Absolute Value".

O'nun değerlendirmesiyle yaşadıklarımı karşılaştıracağım. Sonra.

Bu hafta içinde dünya tatlısı bir arkadaşımın yeni bir aşkla heyecanlı olduğunu öğrendim. Başka can arkadaşlarım işle güçle koşturdular. Benim için de hızlı, heyecanlı, yorucu bir haftaydı.

Dün taaa ilkokuldan komşumuz olan bir arkadaşım, elbette annemin arkadaşı olan O'nun annesi ve bizim kızlarımızla (anneanneler, anneler ve kızlar) bir öğleden sonra geçirdik. Çok keyifli, çok ilginçti. Şu anda anneanne olan anneler ve artık anne olan bizler çaylar-pastalar eşliğinde kadın kadına; erkeklerden, evlilikten, boşanmaktan hatta daha da ötesi evli çiftlerin özel yaşamlarından bahsettik ki, şimdi anneanne olan annelerin anlattıkları erkekler bizim babalarımızdı!!! Bu detayı aklımıza getirmeden kahkahalarla devam eden sohbetimizin bir yerinde araya isimler girince "yeter, yeter daha fazlasını bilmek istemiyoruz!" diye çığlık çığlığa gülerken bir kez daha hayatın sürprizlerini düşündüm!

Yıllar yıllar sonra ben de kızımla ve eski arkadaşlarımızla bu kadar samimi, bu kadar gerçek bir sohbette buluşup kahkahalar atabilecek miyim?

...
"Ne zamandı bu?" en çok sorduğum soru olmaya başladı. Böyle bir durumda zamanın bilinmesinin işaret değeri varmış gibi... Bir an geliyor yerdeki ve gökteki bütün kapıları, geçitleri; sudaki, ateşteki, maddedeki geçişleri görebiliyorum. Berraklığın sükuneti, algılamış olduğunla özdeşleşmenin huzuru kaplıyor beni. Sonra herşey gibi ben de değişiyorum.
Murathan Mungan/Geçici Kesinlikler (Eldivenler, hikayeler)

Kitap: Murathan Mungan/Eldivenler, hikayeler (Bir kere daha söylüyorum. Mutlaka!!!)

Keyifli bir haftasonu dileğiyle,

16 Aralık 2009 Çarşamba

Yolculuk, mutluluk

"Hayatta yapmaktan en çok keyif aldığım şey ne acaba?" diye düşünüyordum epeydir. Beni en mutlu eden şey? Düşünüp düşünüp bulamadıydım. Galiba "düşündüm" diye bulamadım. Çünkü zaten hep biliyordum.

Ben en çok seyahat etmeyi seviyorum. Her türlüsünü... Yola çıkıp gitmeyi, gidip de seyretmeyi... Havaalanlarını, otogarları, arabayla giderken gördüğüm yolları, bozkırı, ağaçları, tarlaları, insanları... Seyretmeyi, görmeyi, görüp duyduklarımı biriktirmeyi.

Gitmeler içinden en çok İstanbul'a gitmeyi seviyorum. Her seferinde hep aynı heyecanla, hep! İstanbul'da yaşamadığıma seviniyorum. Çünkü o zaman "İstanbul'a gitme" mutluluğundan mahrum kalacağım.

Dün hava güneşli değildi ama nefisti. Kapalı, yağmurun bir çiseleyip, bir durduğu...
Sabah ennn sevdiğim şeyi yaptım. Tek başıma kalabalığa karıştım. Amaçsızca yürüdüm kalabalığın içinde.

Kucağında beyaz minicik bir köpek, kulağında halka küpeler, pejmürde bir kıyafet ama ayağında en iyisinden dağcı ayakkabılarıyla evsiz mi, zengin mi, deli mi, yoksa sadece kendisi gibi mi olduğunu hiiiç anlayamadığım bembeyaz saçlı, 100 yaşında teyzenin yanısıra yürüdüm epeyce. Yanımızdan hepsi bir örnek kızlar, bağıra çağıra konuşan delikanlılar, turistler geçti. Kestane satanları, şemsiyecileri biz geçtik.
Kısacık saçlı, pırlanta küpeli, fit mi fit bir abinin cep telefonuyla tüm "k"leri "g" telaffuz ederek konuşmasını duyduk. Gayet şık takım elbiseleri ve laptop çantalarıyla dalgalı saçları hafif uzatılmış adamlar telaşlı telaşlı ilerlediler. Dükkanların önünde elleri cebinde etrafa bakan esnaf bize de baktı ama galiba hiiiç görmedi. Ellerinde bavullarla yürüyenler, bir kenarda saate bakıp bekleyenler, sokak arasında taburelerde oturmuş çay içenler, şapka, şemsiye ve pardesüyle kolkola yürüyüp sohbet eden beyefendi görünümlü yaşlı adamlar (ki içlerinden birisi adıyla sanıyla öyle bir küfür etti ki, cep telefonlu abinin yaşattığı şok hafif kaldı.)

Yol boyunca gördüğüm daracık sokakları, evler arasına gerilen ipe asılmış çamaşırları, aşağı doğru inen yokuşlarda oturanları da düşünerek, o karmaşaya meftun yürüdüm. Kim bilir kaçıncı defa... Sokakları ve İstanbul'u çok sevdiğimi bilerek.

İnsan sevdikleriyle ilgili genelde iki tutum izliyor. Ya sevdiklerinde hoşlanmadığın şeyleri (kusur diyebilirsiniz isterseniz, ben o kelimeyi sevmedim) görmezden geliyorsun, ya da onları da kabul ederek, onlara rağmen sevmeye devam ediyorsun. Ben sevdiklerimi kusurlarıyla, zorluklarıyla (adı herneyse) seviyorum. Kusurlarını sevmiyorum ama kabulüm. İstanbul'u sevmem de böyle. İtiraf etmeyim ki böyle sevdiklerimin sayısı çok değil...

Sonra üşüdüm. Ben de oturdum bir yere. Çay söyledim. Sonra bir tane daha.

Öğleden sonra yaşamın "gereklilikler" yüzüyle ilgiliydi. Bir iş görüşmesi. Bu yeni iş fırsatlarının bende açtığı kapıları da yazacağım sonra. Başka dünyalar, başka insanlar, başka düzenler... Bütün bunların bende yarattığı duygular. Yepyeni bir öğrenme oluyor benim için. Hem kendimle hem iş dünyasıyla ilgili...

Günün sonunda evime dönüp duşumu aldıktan sonra çoook yorgun yatağıma uzandım. Belli belirsiz bir sabun kokusu. Galiba bir de, sonunda eve dönmeyi çok seviyorum.

"Durumun anlaşılmasını kolaylaştırmak için adına "zaman" dediğim bir boyutta ilerledikçe ben, o boşluğun içinde kulağıma kelimesiz söylenen bu kopuk cümlelerle usul usul aydınlanarak yol alıyorum. Böylece bilmediklerim bir anda bildiklerim oluyor, birbirine eklenerek bir anlam bütünlüğüne doğru ilerlediğim bu parça parça bilgilerle ben bir biçim kazanıyorum. Biçim ya da geçici kesinlikler..." Geçici Kesinlikler Murathan Mungan/Eldivenler, hikayeler

Kitap: Murathan Mungan-Eldivenler, hikayeler (Mutlaka ama mutlaka !)
Elif Şafak-Kağıt Helva. (Meraklısına. Elif Şafak kendi kitaplarından alıntılar yapmış.)

14 Aralık 2009 Pazartesi

gecikmiş alacakaranlık yorumu

Unutmuşum yazmayı. Elbette filmin ikincisini (şimdilerde vizyonda olan) izledim. Konuya dahil olan bir başka yakışıklı ve fakat bu sefer vampir değil, kurtadam var. Yani aşk, yine epeyce imkansız.
Amaaaa kızımız da bende bildiğimizden şaşmıyoruz. Kurtadam falan kesmiyor. O çocuğumuzda hoş, yakışıklı, o da aşık. Üstelik o da bir başka alemden, o da güçlü, o da cesur... Yok, olmuyor. Varsa yoksa Edward.

Ölümsüz olmasına rağmen ölümü çağırıştıran, bembeyaz pudraya bulanıp kırmızı ruj sürülmüş olsa ve sürekli kızımızla yan profilden boşluğa bakarak konuşsa da vampirimiz karizmada rakipsiz. O'nun o marazlı halleri, aşkı uğruna çok uzaklara gidip yine de aslında hiç gidememesi, herşeyden vazgeçip bir aşkından vazgeçmemesi, hem cesur hem çaresiz olması benim pudrayı mudrayı gözümün görmemesine sebep. Tabii bir de o bakışları, duruşu...
Shakespear'in Romeo Julyet'inden bir şiir okuduğu sahne vardı ki orada "Edward olsun da, isterse vampir olsun" dedim (sanırım 150. defa)

Bir sonraki filmi (herhalde seneye) heyecanla bekleyeceğim.

Önemli not: Bu kurtadamlar sinirlenince kontrolü kaybediyormuş. Bizim tıfıl kurtadamımız pek dertliydi "ya ben de sinirlenir de sana (kızımıza) zarar verirsem" diye. Kızımız "merak etme" falan dedi.
Hayatımdaki erkeklerden kimsenin, kocamın kurtadam falan olmadığuna çok şükrettim. Yoksa şimdiye parça pinçik olmuştum vallahi. Ben epeyce sinirlendirebiliyorum da kendilerini...

bugün bu kadar

Güneşli ama soğuk bir gün. Soğuk ama güneşli...
Çakma ev hanımlığının sonuna yaklaştığım günlerdeyim. Ne zaman sona ereceğini yazacağım, neler hissettiğimi, bir de neleri özleyeceğimi. Neleri özlemeyeceğimi de belki.

Yarın tüm şehirlerin en güzeli İstanbul'da olacağım. Havanın yine güneşli olacağını umarak.

Haftanın ilk günü ve çakma ev hanımlarının sıkı günü olan pazartesi olmasına karşın yaşam enerjim düşük. Yapmam gereken işler bir sürü... Ama bugün, günün kurşun gibi ağır olduğu günlerden...

...
All day in the one chair
From dream to dream and rhyme to rhyme I have
ranged
In rambling talk with an image of air:
Vague memories, nothing but memories.

Broken Dreams-Yeats

Güzel bir hafta diliyorum.

11 Aralık 2009 Cuma

var mıyız?

Şu meşhur "Alacakaranlık" filminin ilkini seyrettim bu sabah, gecikmiş olarak. Filmi, kitapları çok meşhur, vampirli mampirli olunca nedense çok ilgilenmemişim. Pişmanım. Çok beğendim! Klasik bir imkansız aşk öyküsü. Aşk hem "çok" hem de "çok imkansız". O yüzden çok sahici, çok çekici. Hepimiz için...

Aşk...
Yasağı ölüm gibi seven...
Cem Mumcu-Sahici Aşklar Külliyatı

Tüm "teenage" kızlar gibi vampir kahramanımız Edward'a hayran olduğumu buradan cümle siber aleme ilan ediyorum. Bir vampir bu kadar cool, çekici, duyarlı ve cesur olur mu? Olmuş vallahi.

Günün öğleden sonrası bambaşka bir alem olacak ama hiç oralara girmeyeceğim.
Bugün bizim için böyle aşkla kalsın...


1.
bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğum,
bildiğim ancak aşıkken var olduğum...
işte bu yüzden, benim için aşık olmak;
çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.
'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalar hiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır, ' demiş La Rochefoucauld
benimse hep böylelerini severek başladı vurgunum...

2.
her durakta ölümsüz bir aşk edineceğim
bir bakıştan, bir duruştan,
çağrışımın sonsuz hızından
unutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımda.
belki de yaşanabilecek en güzel serüveni
terk edeceğim

Murathan Mungan/Ayaküstü Yaşanmış Ölümsüz Aşk Hikayeleri

Güzel bir haftasonu dileğiyle,

9 Aralık 2009 Çarşamba

yağmur

Tam bir evde olma havası var bugün. Çakma makma... Hava soğuk, kapalı, ince ince ama sürekli bir yağmur yağıyor. Evimde pencerinin kenarında kanepeye oturmuş, tam karşımda duran dağın tepesine inmiş bulutları, yağan yağmuru ve dışarıyı seyrediyorum. Evde kimse yok. Yağmurun tadını çıkarıyorum! Bir kaç gündür bana rahatsızlık veren hatta geceleri uykularımı bölen sıkı bir mide ağrım var. Keyfimi kaçırıyor. Dur bakalım...



Bugün evden çıkmayacağım. Öğleden sonra havuçlu kek yapacağım. Birazdan film seyredeceğim. Benim güvercinle karşılaşmadık henüz. Görünmüyor. Belki hava soğuk diye belki de yağmurdan... Kim bilir?

Havaya uygun bir aşk şiiri var bugün. Ben çok sevdim.



Bugün çakma ev hanımlığında 1 ay 9 gün...





derinliği, ağırlığı hacmi

geleceğe kalır

söyletir kendini.

Belki yaşar, hatırlatır

güzel öpüşmek iyi birşey değildir.



Hiç münasebeti yokken

aşk şiirleri yazdırabilir.

Şair olun veya olmayın fark etmez

yazdırmaya kalkar

nasıl yazacağınızı bilemeyeceğiniz

aşk şiirlerini...

...

Süreyya Berfe-Güzel Öpmeyin Geçiştirin



Dergi: Sözcükler

ya dışındasındır çemberin...

Neredeyse hiç birşeyin planlandığı gibi gitmediği bir gündü. Sabahın sürprizi kızımı geçirdikten sonra salondaki sehpanın üzerinde ödevlerini yaptığı iki kitabını bulmamdı! Onları evde unutmuş!!! Hemen kafamda iki ses konuşmaya başladı. "Bırak, kitaplar kalsın. Böylece unutmamayı öğrenir. Hem evin yakın olmayabilirdi, sen de evde olmayabilirdin." "Saçmalama! Evdesin, ev de okula yakın. Yetişebilirsin. Bütün akşam emek verip ödevlerini yaptı. Unutmuş işte. Çok insanca. Bunun için niye üzülsün? Hemen çıkarsan, derse girmeden yetişebilirsin." İkinci sesi dinledim. (Çok zor olmadı.) Pijamaları fırlatıp ne bulduysam giydim, koşarak çıktım. Arabam yoktu, taksiye bindim. Nefes nefese yetiştim. Kitaplarını unuttuğundan habersiz, kabanının sıkışan fermuarını açması için öğretmeninden yardım istiyordu küçücüğüm. Beni görünce şaşırdı, anlayamadı. Kitapları elimde görünce "onları düşürmüş müyüm?" dedi hayretle. Unutmuş olduğunu anlattım. Hemen verip sınıfın kapısına gidiyordum ki peşimden yetişti. "Hayatımı kurtardın anneciğim, çok teşekkür ederim" deyince doğru sesi dinlediğime emin oldum.
Sonrasında uzuuuun uzun yürüdüm. Sadece yürümüş olmak için... Kafamda başka konularda farklı şeyler söyleyen sesler konuşmaya devam ettiler. Hangisini dinleyeceğime bir türlü karar veremediğim konular...
Eve dönmek ve evdeki hiç bitmeyen işlere dalmak insanı bu kararsızlıklardan uzaklaştırıyor. Sesler susuyor, işler başlıyor. Evde yaşam her sabah yeni baştan kuruluyor. Tuhaf bir tekrar, hiç bitmeyen, azalmayan, eksilmeyen işler, başa dönen bir çember. Buna inanmak size zor gelebilir ama bu tekrarlar insana iyi geliyor.

...In life, each person can take one of two attitudes: to build or to plant. The builders might take years over their tasks, but one day, they finish what they're doing. Then they find they're hammed in by their own walls. Life loses its meaning when building stops
Then these are those who plant. They endure storms and all the many vicissitudes of the seasons, and they rearly rest. But unlike a building, a garden never stops growing. And while it requires the gardener's constant attention, it also allows life for the gardener to be a great adventure.
Garderners always recognize each other, because they know that in the history of each plant lies the growth of whole World.
Paul0 Coelho-Brida

Bu benim çok sevdiğim bir yazı. Bir Coelho hayranı olmasam da... Epeydir üzerinde düşünüyorum. Çook sevgili bir arkadaşımın dediği gibi "çiftçi olmaya öykünen bir inşaatçı"olarak kalacak mıyım?

8 Aralık 2009 Salı

sevdiğim küçük şeyler

Bugün günüm dopdoluydu(!) Dün akşama kadar evdeydim. Bugün sabah kızı okula bırakmak için çıktım ve onunla aynı zamanda eve girdim. Sabah kızımı okula bıraktıktan sonra evimin civarında bir yerlere park edip, sokakta bir börek/poğaça fırınında kahvaltı yaptım. Dışarı masalar konmuş, bir poğaça alıp çay söylüyorsun. Arada poğaçalarını falan paket yaptırmak isteyenlerden haşlanmış yumurta alanlar için tezgaha bir ip bağlanmış (bildiğiniz naylon ip), yumurtayı kesmek, dilimlemek için kullanılıyor! Sabah hava buzzz gibiydi. Oturup etrafı seyrettim. Her biri ayrı boyanmış balkon demirleri, kimi panjurlu, kimi panjursuz pencereleri, okula giden ellerinde kitaplar liselileri, uzunca yelek, kalın çorap ve terlikle bakkala inmiş teyzeleri, eşofmanlarıyla sıkı bir yürüyüşten dönen amca/teyzeleri, trafik ışıklarında dizilen, kimisi kırmızı ışıkta geçen arabaları... Sokakta olmak hep çok sevdiğim birşey. Bütün o kaos, hiç bir kalıba, standarda uymayan çeşitlilik... Bir kere daha (daha önce defalarca olduğu gibi) dünyanın bu tarafına ait olduğumu düşündüm. Sokağa, çeşitliliğe, keşmekeşe...
Sonra kalkıp hesabı ödemeye gittim. 1 liraydı. Bozuk param olmadığından bir başka klasik gerçekleşti. "Sonra alırız yenge" diyen adama teşekkür ettim. "Benim yerim burası, biliyorsunuz değil mi? dememek için kendimi zor tuttum.

Sonrasında ise bir kabul günündeydim. Kızımın sınıf arkadaşlarının anneleriyle birlikteydik. Bu benim ikinci tecrübem. İlki benim evimdeydi. Gerçek ev hanımlarının bu alemdeki yeri ikramların çeşitliliği ve lezzetine bağlı. Bir çeşit KPI (Key Performance Indicator). İkramlar enfesti. Bendeki ikramlar"beginner" seviyesindeydi. İkram performansım ne kadar ilerlerse ilerlesin ben bu evhanımlığında "çakma"dan öteye gidemeyeceğimi biliyorum. Hep biliyordum içten içe ama bugün fazlaca emin oldum. Nedenini anlatmam zor. Kendimi çok yalnız hissettim.
Aklım güzel havada, dışarıda olmaktaydı. Yaşamdan beklediklerim, hayallerim, sevdiğim şeyler ise sanki bu gezegene ait değilmiş gibiydi.

Yarın sokakta olacağım. Belki sinema, belki çarşı pazar, belki sahilde yürüyüş, belki sokakta çay ve gazete, belki zamanı gerçekten paylaşabildiğim nadir bulunan bir dostla buluşma...

"Kimse inanmayacak çünkü inanılır gibi değil" dedi. Çok saçma buldu düşündüğünü. "Söz konusu olan inanmaksa, inanılır gibi nasıl olur ki söz konusu şey" diye geçirdi aklından. İnanmak zaten tam bir kanıtın olmadığı, aklın aval aval bakıp birşey anlamadığı için ya şiddetle red ettiği ya da hantallaşıp yok saydığı bir durumu anlatmaz mıydı?
Cem Mumcu-Hayat Gerçeğe Perde

7 Aralık 2009 Pazartesi

yeni biri

Evin arka balkonunu kendine adres olarak benimsemiş bir güvercin var. Bıraktığı izlerin (!) epeydir farkındayım. Fakat kendisiyle yeni tanışıyoruz. Güvercinler genelde evlerin balkonlarını "çift" olarak mesken tutar. Tek eşli bilinirler. Gerçekten de genelde ya çift ya aile olurlar. Balkonlarda olmayacak yerlere yuva yaparlar, sonra yumurtalar olur, yavrular çıkar... Onları izlersin, beslersin, gitmelerini beklersin... Bu herkesin neredeyse bir kere başına gelmiştir.


Benimki hiiç öyle bildiğiniz güvercinlerden değil. Bir kere hep tek başına. Aile kurumuna fazla yüz verir bir hali yok. Pek cool bir edası var. Eve arkası dönük biçimde konuyor balkon demirine ve uzakları seyrediyor. Eğer camdan sessizce, fark edilmeden bakarsanız, onun o cool hallerini seyredebilirsiniz. Yok eğer sizi fark ederse, hemen uçup gidiyor. İnsanda "yazık, ürküttüm hayvancağızı" duygusu yerine "rahatsız ettim, ayıp oldu" duygusu uyandırarak...


Sabahları balkonumda olan bu tuhaf yabancıyı izlemeye devam edeceğim.

Benim yazarlığımdan daha önemlisi günlük yaşamımdır. O benim için daha önemli. Günlük yaşamımdaki bazı ilişkiler. Bunlar için yazarlığımı feda edebilirim. Zaten böyle olmasa daha çok yazardım. Yusuf Atılgan
(İnsan Ruhunun Haritası-Ahmet Ümit/Özgün Bir Türk Yazarı Yusuf Atılgan adlı yazısından alıntı)

Kitap: Nick Hornby-High Fidelity (Mutlaka!)

iyi haftalar

Yeni bir hafta daha... İşten ayrıldıktan sonra zamanı haftalar olarak izlemeyi unuttum. Kaçıncı haftada olduğunu bilmemek güzel. Günleri takip ediyorum (annem gibi), ayın kaçı olduğunuysa bilgisayarım olduğundan biliyorum.
İş insanları için p.tesi günleri zordur. "Monday blues" literatürde bilinen bir depresyondur. Çakma evhanımı içinse özlemle beklenen bir gün. İster ev hanımı olsun, ister iş insanı evin sahibi kadınlar bana kalırsa... Erkeklerin evde geçirebilecekleri bir maksimum süre var, raf ömrü gibi. Fazlası fazla... Etrafınıza şöyle bir bakın, anne/babanızı emeklilik sonrası falan aklınıza getirin ne demek istediğimi anlayacaksınız. Eğer evde bir kadınsanız (ister çakma ister hakiki)P.tesi evden herkesin gittiği bir güzel gün oluveriyor.

Çocuğu olan herkes bilir ki haftasonları doğumgünleri içindir. Bu haftasonu da öyleydi.
Uzun zaman görmediğim çocukları her gördüğümde hayrete düşmekten kendimi alamıyorum! İnsan zamanın geçtiğini bir çocukları aralıklarla görünce, bir de fotoğraflara bakınca anlıyor.

Zaman...
Henüz yaşlanmak aklıma gelmiyor. Geriye dönmeyi istediğim herhangi bir geçmiş "çok mutlu" dönem de yok hayatımda. Ne lise yılları, ne üniversite, ne şu ne bu... "Şimdiki zaman"dan memnunum. Fakat bazen"keşke geri gidip şu anı değiştirsem, düzeltsem ve sonra hemen şimdiye dönsem" diye aklımdan geçirdiğim oluyor. Pişmanlıklar mı dersiniz? Belki...
Peki, eğer bu mümkün olsaydı, geri döndüğüm "şimdi" hala şimdiki "şimdi" olur muydu..? Şimdiki zamandan memnunsam, geçmişte düzeltilecek birşey var mı?

Geçen hafta içinde bir iş görüşmesine gittim. 3 saat süren sıkı bir görüşmeydi. Uzun sürmesi, görüşenlerin gayet donanımlı ve kalabalık olması falan değil de beni sersemleten beklemediğim bir soru oldu. Bana "şimdi sizi bu masada oturtan hayatınızın dönüm noktalarını anlatır mısınız, ama sadece iş hayatınızı düşünmeyin, tüm hayatınızın kritik noktalarını" dediler. Görüşmede neler söylenecekse söyledim. Üzerinden günler geçti, neredeyse bir hafta oldu ya ben hala düşünüyor ve anımsıyorum. Kafamın bir tarafında her an bir film gibi hayatım ve bugün burada bu blogu yazmama neden olan dönüm noktaları... Herhangi birisi farklı gelişseydi ben yine burada bunları yazıyor oluyor muydum..?

Alice : Buradan gitmek için bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misin?
Cheshire Kedisi : Nereye gitmen konusunda iyi bir anlaşamaya bağlı bu.
Alice : Neresi olduğunun önemi yok!
Cheshire Kedisi : O zaman hangi yol olduğunun da bir önemi yok.
Alice : Sonunda herhangi bir yere varsın da.
Cheshire Kedisi : Elbette varacaksın. Eğer yeterince uzun yürürsen.
Lewis Caroll-Alice Harikalar Diyarında


Bu haftanın gündemi: 3. Egeart Sanat Günleri

Film: Aşkın 500 günü (Neden olmasın?)
2012 (Sakın!)

Güzel bir hafta diliyorum.

4 Aralık 2009 Cuma

haftasonu

Bu blog'a sebep olan şeylerden birisi benim haftasonu/hafta başı yazılarım olduğuna göre, haftasonu olup da yazı yazmamak olmaz dedim.

Okurları kıskandırmak gibi olmasın, neffis bir gün geçirdim. Çoook sevdiğim, bir de özlediğim bir canım arkadaşım uzaklardan gelmiş, biz sabahtan buluşmuşuz. Birlikte çalışırken hep hayal ettiğimiz gibi simitler, boyozlar almış Kemeraltı Kızlarağası Hanı'nında kahvaltımızı etmişiz. Çaylar kahveler içip fal bakmışız. Çok dedikodu, çok kahkaha, çok hayal, çok güzel hava... Bizim gibi çakma evhanımı olmamış dostları bir güzel kıskandırmışız! Ardından da bir başka klasiğe uzanmış Reyhan'da oturmuşuz! Yaptığımız sefaya kendimiz de inanamayarak...

Şu "evrene atma" işi nedir/ne değildir ben çok emin değilim ama, ben dileklerinin neredeyse hepsi gerçekleşmiş birisiyim. (Hatta "nasılsa asla gerçekleşmez" diyerek dilediğimi bile fark etmeden gönlümden geçirdiğim ama gerçekleşmiş şeyler var ki-bazen "gerçekleşmese miydi" diyorum...) Bu şa ha ne günde insanın dileklerinde "dikkatli" olmasına gerektiğine karar verdim. Gerçekleşiveriyorlar!

Bir de insanın kendisini çok iyi tanıyan can dostları olması ne güzel şey! Sevgili arkadaşımla iş alternatifleri, görüşmeler, bundan sonra ne yapacağım falan filan diye konuşurken bana "kararsızsın kızım kararsız" deyiverdi. Vallahi durumu bundan iyi özetlemek mümkün değil! Kararsızım, kararsız...

Haftasonu geldi. Kızım okulda bir ara karne aldı. Kocam 3 günlük seyahetten dönüyor.

Bugünkü alıntım bir başka dünya tatlısı arkadaşımın verdiği ilhamla, ben şahane bir gün geçirirken çalışanlara:
Arbeit mach frei-Hitler

Güzel bir haftasonu diliyorum. Söz, bir sonraki yazımda bu kadar sinir bozucu olmayacağım.

2 Aralık 2009 Çarşamba

içgörüler

Başı sonu 1 ay olan çakma ev hanımlığını dönemini değerlendirmeye bugün son vereceğim. İçgörü detaylarını tamamlayıp, okuyucu isteklerini de geri çevirmeden alıntılara devam... Blog'umda yemek tarifleri görmek isteyenleri de kırmayacağım elbet.

Hayatıma eklenenler: Ev işleri (gerçekten hiç bitmiyorlar ve gayet yorucular), yemekler, kekler, börekler (gittikçe ilerliyorum), diğer (gerçek)ev hanımı arkadaşlarla buluşmalar, meraklı/bazen endişeli bir bekleyiş (ne olacak bunun sonu?), internette surf, ve tabii blog'um.

Hayatımdan eksilenler: Kilo (Vallahi nedenini bilmiyorum. Ne spor yapıyorum, ne de yürüyüş... Ütünün etkisi midir acaba?), Topuklu ayakkabıyla yürüme becerisi (çakma ev hanımlığında bolca spor ayakkabı, düz bot falan giyiliyor, geçen gün topuklu ayakkabılar giydim, ilk kez giymiş gibiydim), Stres (ciddiyim, sürekli başıma bir felaket gelecekmiş gibi hissetmiyorum), çay (ne kadar az aklıma geliyor ben bile hayret ediyorum), alışveriş (meğer benim ne çok şeyim varmış!!! Önümüzdeki 2 yıl hiçbir şey almasam olur gibi görünüyor)

Hiç değişmeyenler: Küpelerimi takmadan kapı çalsa açmıyorum!

En güzel tarafı: İnsan birisini sevdiğini nasıl bilir? Ya da sevildiğini? Cevabı bilmiyorum ama tüm kalbimle sevdiğim ve sevildiğime inandığım dostlarımla mesafelere rağmen süren yakınlığımız bana sevildiğimi hissettiriyor. "Sesini duymak için aradım, naaber?" diyen uzaklardan bir eski arkadaşın sesini duymanın yaşattığı mutluluk... Bu çakma ev hanımlığında yaşadığım en güzel şey.

Dün geceyi fazla iyi geçirmedim. Huzursuzdum, uykusuz... Sabah uyandığımda hava bulutlu ve karanlıktı. "Benim gibi" diye düşündüm. Şimdi bir açıp bir kapatıyor.

Yeni bir değerlendirme dönemine kadar, çakma evhanımının gündelik hayatıyla devam edeceğiz.

"Çok yazık. Bizi biz yapan hep kusurlarımız, iyi niteliklerimiz değil"
Jose Saramago-Filin Yolculuğu

Film: Julia&Julie

çakma ev hanımlığında bir ay-II

Değerlendirmeye kaldığım yerden devam ediyorum.
Benim de yaşım olan 35 yaş (doldurdum aslında) zaten başlı başına bir değerlendirme noktası. Malum "tam ortasındayım yolun" duygusu... "Bu mudur?" sorusuyla "ya hayallerime geç kalıyorsam" kaygısı arasında bir yer burası. Hem kaybedecek çok şeyin olduğu hem de hala yeni bir hayat ihtimaline fırsat veren bir yaş... Belki biraz da o yüzden bu çakma evhanımlığı.
İşten ayrıldıktan sonra hemen bir başka işe geçme ile biraz "boş" kalma konusunu uzunca ve samimi bir keyifle tartıştığımız eski patronum (bir Alman) benden ısrarla bir süre hiçbirşey yapmamamı istemişti. Bana bu "boş" geçirilecek zamanın yaşamda bir kere sahip olabileceğim bir fırsat olduğunu ve kendimle ilgili kararlar için bu zamana ihtiyacım olacağını söylemişti. Bu boş zamanın içindeyken, "galiba haklı" diyorum.

Yaşamın başında çok fazla "seçim" şansınız olmadığını ya da yapacağınız seçimlerin sınırlı seçenekler arasından olmak zorunda olduğunu düşündüyseniz; yaşamı çoğunlukla görevlerden oluşuyor gibi algılayanlardan birisi olabilirisiniz. Benim gibi... Yani aslında yapmanız gerekeni yapmışsınızdır (yapacaksınızdır da) "seçim", hikayedir. Ben çok şeyi "yapmam gereken şey"olduğunu düşündüğü için yapanlardanım. O yüzden ne "istediğimi" bilemem. İstediğim şeyi buluna kadar bir sürü şey denemek yerine yerine yapmam gerekenleri yapıp, onları istemeyi öğrenmişim. O yüzden ben "hayır" diyemem. O yüzden liseyken "doğru xxx" derdi bana arkadaşlarım, sonrasında da "görev insanı". Şikayetçi değilim. Ama galiba beni sıkıcı bir insan yapan özelliklerimden birisi bu. Görev algıladığım şeyleri itiraz etmeden, sorgulamadan, sessizce, elimden geldiğince yapıp durmam... O yüzden kendime rağmen bir işi 11 sene sürdürebilirim.

"İyi de nasıl oldu da çakma evhanımlığına geçiş yaptın?" derseniz (dediğinizi varsayıyorum) sanırım görevlerimin bir kısmını tamamladığımı düşündüm (yani bunu hak ettiğime kendimi inandırdım), bir de işimde yaşadığım gönül yorgunluğunu daha fazla taşıyamaz oldum.
Yaşamı büyük ölçüde görevlerden oluşuyor gibi algılayıp, ne istediğimi bilemesem de ne istemediğimi bilebiliyorum. İsteklerinde epeyce korkak olan ben istemediklerimden vazgeçebiliyorum. En azından buna güç bulabildiğim için tüm kalbimle şükrederek... Birgün yapmadığım, cesaret edemediğim için pişmanlık duyacağım şeyler olabilir ama vazgeçtiğim için pişman olduğum hiçbir şey olmadı şimdiye kadar...

Çakma ev hanımlığı sayesinde çoook yıllar öncesinden beri bildiğim ama unuttuğum bir duyguyla tekrar buluşuverdik. Evde tek başına olmaktan duyduğum o tuhaf mutluluk... Önce taaa ortaokul yıllarımı hatırladım, sonra üniversitenin ilk yılını. Evden herkes gittiği benim tek başıma kaldığım, hatta tek başıma yaşadığım o eski günleri hatırlıyorum. Çook keyifliyim. Sonbaharla sararmış sokaklarda yürümüşüm, hava erken kararmış, üşümüş eve dönmüşüm. O sıralar çok sevdiğim müziği açmış evde ve tek başına olmanın keyfini çıkarmışım. Meğer ben hiç değişmemişim! Dinlediğim şarkılar değişmiş, okuduğum kitap, ama tek başına olmanın tadı aynı! Hep bildiğim ama unuttuğum birşey... Ben tek başına olmayı çok seviyormuşum. Hala! Sakin yanlış anlamayın, yalnızlık benim harcım değil, ben tek başınalığı çok seviyorum.

Seyahat etmeyi, uzaklara gitmeyi bir de... Yaşam gailesinin, hızının hatta zamanın akışının değiştiği uzaklara... Ağaçların üzerinde meyveler, tarlalarda ekinler, sokaklarda çocukların, tavukların olduğu uzaklara gitmeyi. Uzun uzun yürümeyi, durup oturmayı... Görmeyi, izlemeyi, dinlemeyi... Fazla söylemeden...

Çakma evhanımlığı sayesinde yaşamıma yeni eklenen keyif ise kızımla geçirdiğim zaman. Geçirilen zamanın niteliği önemli, niceliği değil laflarının ne kadar boş olduğunu yaşayarak görüyorum. Sabah yataktan zıplayarak ve sincap suratıyla kalkan kızımla saçlarını toplarken günü planlamak, akşam üzeri servisten indikten sonra asansörle eve çıkana kadar okulda olan herşeyi anlatmasını hayretle dinlemek (çünkü ben kızım okulda olan hiç birşeyi anlatmaz biliyordum), ödevlerini yaparken söylediği şarkıları duymak, benim normalde eve geldiğim saatlerde ödevlerini ve tabii şarkıları, günlük havadisleri falan bitirmiş kızımla akşamı televizyon kumandası kavgası ederek geçirmek, birlikte kek pişirip sohbet ederek geçirmek ne büyük mutlulukmuş!

Tüm bunlardan sonra hayat nasıl devam edecek? Çakma ev hanımı olmanın verdiği bu "derin" içgörü(!) ne işe yarayacak? Yani ne olacak bunun sonu?

Eylemle, gözlemle sınanmamış söylemlere fazla itibar etmemenizi şiddetle öneririm. Yine de merak ediyorsanız hepsi ve daha fazlası için bir sonraki yazımda olacak.

"Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür"
Mevlana Celalettin Rumi

Albüm: Makyaj Odası Şarkıları-Suzan Kardeş

30 Kasım 2009 Pazartesi

çakma ev hanımlığında bir ay

Bugün çakma ev hanımlığında birinci ay dönümüm. Böyle "dönüm"ler aslında birer değerlendirme zamanıdır da ya, ben de hayatımın bu "yeni" döneminin ilk değerlendirmesini yapacağım. Hem sorulara yanıt vermiş de olayım. Ennn merak edilen soruyla başlıyorum:
  • "Sabahları kaçta kalkıyorsun?"
Cevabım bir hayalkırıklığı yaratabilir. Aynı saatte, en fazla 15 dakika sonra... Yani 07.15'de, en geç 07:30'da. Yani çakma ev hanımlığında da sabah uykusu keyfi pek yok. (Gerçek ev hanımlarında durum nasıl, pek bilmiyorum. Herhalde "evine" ve "hanımına" göre değişiyordur) Okulun servisi sabah 08.30'da geliyor. Kızı uyandırmadan önce kalkıp toparlanmak, ardından da hızlı ve zorlu bir şekilde, gün ortası tam bir melek olan ama sabahları içine bir şeytan giren kızımı, servise yetiştirmek gerekiyor. Eğer kızımı okula ben bırakacaksam, bir de benim insan içine çıkacak kadar giyinmem, saçımı başımı toplamam falan da lazım oluyor ki o zaman kalkışı biraz daha öne almak şart!

İkinci çok sorulan sorumuza gelince;
  • "İşi özlüyor musun?" ya da "İşi özlemiyor musun?"

Sanırım bu soru içinde sorana göre içinde beklentiler taşıyan sorulardan... Kimisi "evet, çok özlüyorum" kimisi de "hayır, valla hiiiç özlemiyorum" gibi bir cevap umuyor. Fakat cevap ne olursa olsun, mutlaka sorunun devamı geliyor."Gerçekten mi?" ya da "Peki ama ... "gibi. Bıraktığım işi henüz özlemedim. Fakat işe yaramayı özlüyorum. İşimle ilgili en sevdiğim şey bir sürü irili ufaklı soruna çözüm bularak birilerinin hayatını kolaylaştırmaktı. Bir şeyin ucundan tutmak, bir yarar sağlamak... Bu duyguyu özlüyorum. Elbette arkadaşları her sabah görmek, duymak, konuşup gülmek, bir macerayı paylaşıp anılar biriktirmek falan da keyifli şeyler. Ama o tarafı bırakmış gibi hissetmiyorum. Artık maceranın bir parçası olmamaktan memnunum. Kesinlikle özleyeceğimi bildiğim birşey var. O da düzenli bir gelirimin olması!

  • "Her günün cuma hatta c.tesi olması nasıl bir duygu?"

Keyifli, ama sanılanın aksine bir çakma ev hanımının hayatı da fazlasıyla tempolu. Evde yapacak bir sürü iş var. Hayatınız sabah 09.30'da başlıyor ve akşam 16.30 bitiyor. Yani çakma ev hanımı olduğunuzda da işiniz çok zamanınız az! Hele ev dışında bir programınız varsa koştur koştur zor yetişiliyor. Yine de tüm işlerin sıralamasını istediğin gibi yapabilmek, pırıl pırıl havayı görünce ütüyü fişten çekip sokağa fırlayıvermek, evde boş boş oturup keyifle çay içebilmek, en favori hobim olan kanepeye yatıp tavanı seyretmeye fırsat bulmak, gün içinde sinemaya gidebilmek, imza günlerini takip etmek keyifli, hem de çok...

Bu bir ayda kendim ve hayatımla ilgili fark ettiğim bir sürü şey oldu. Bazıları hep bildiğim ama yıllar içinde unuttuğum, bazıları yeni fark ettiğim... Ama onları yazmayı bir başka güne bırakıyorum.

Yarın bir bayram tatili sonrası ilk işgünü olacak. İş hayatındaki dostlarım için bir sürü birikmiş mail, takip edilecek konu, gelecek ziyaretçi, çıkılacak seyahat, yapılacak iş olan yeni bir hafta başlayacak. Bir can dostum için ise yarın yeni bir işte ilk gün.

Benim gündemimde yarın sabah evimi toparlamak, bir arkadaşıma kahvaltıya gitmek ve pazardan kızıma pijamalar almak var.

Haftanın ilerleyen günlerinde çakma ev hanımlığıyla geçen bir ayın değerlendirmesini yazmaya devam edeceğim.

"Her şeyi bilmek için, belki de hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı." Suskunlar-İhsan Oktay Anar

Güzel bir hafta diliyorum.

29 Kasım 2009 Pazar

Başlangıç

Merhaba,
Daha önce yazdıklarım meğer bir blog değilmiş. Ama sonunda oldu. "Niye" blog yazmaya başladığımı bilmiyorum. Ama anlama/anlatma çabasına hiiiç girmeyeceğim. Daha çok "nasıl" yazacağıma odaklanmayı seçiyorum. ("Seçiyorum" güzel kelime oldu.) Seçim yapabilmek yaşamdaki en büyük lükslerden bana sorarsanız... Tüm yaşamımızı belirleyen seçimlerimizin ne kadarını gerçekten ve bilerek yapıyoruz dersiniz? Yaşamımızın başına dönsek aynı seçimleri tekrar yapar mıyız? Malum seçimlerin sonuçları var. Sonuçlardan memnun muyuz? Mesela bu blog sonuçlardan birisi. Benim 11 yıl çalıştığım gayet iyi bir şirketin, gayet iyi bir pozisyonundan ayrılmaya karar vermem ve ardından başlayan yeni hayatımın notları...

Detaylarla gireceğiz. Ama bugünlük bu kadar. Bakalım beni okuyan olacak mı, ben yazmayı sürdürebilecek miyim, başka seçimler, başka sonuçlar olacak mı?