31 Mayıs 2010 Pazartesi

Küçük ölçekli parçalar

Günlük yazmaya ilkokuldayken başlamıştım. İlkokul 4'de. O zamanlar Eskişehir'de otururduk. Okula uzunca bir yoldan yürüyerek giderdim. Yolda en sevdiğim yerler kırtasiyelerdi (hala çok severim). Günlük tutmaya karar verip, bir defter beğenmiştim. Harçlıklarımı biriktirip almıştım. İlk günlüğüm olsun diye beğendiğim defter romantik fotoğraflarla süslü pek arabesk bi'şeydi. Hergün yazdım. Üniversiteyi bitirene kadar, arada boşluklar olsa da, günlük yazmaya devam ettim. Son günlüğüm evde bir yerde hala duruyor. Diğerlerini attım herhalde. Arada uzun mektuplar da yazdım. Artık ne defterlere yazıyorum ne de kağıtlara. Blog bunların yerine geçiyor.
Betul Mardin'in genç hanımlara öğütleri dolaşmıştı geçenlerde. Bir forwarding mail. Günlük tutmayı önermiş. Babasının günlüğünü okurmuş hala. Ben başkasının günlüğünü okumadım. Ama yazmak bana iyi geliyor.

Geçtiğimiz hafta hareketliydi. Alışık olmadığım kadar, alışık olmadığım içerikte. Her akşam bir aktivite vardı. Çarşamba akşam Toplum Gönüllüleri Vakfı toplantısındaydık. İbrahim Betil'in enerjisi ve karizmasına hayran olmamak mümkün değildi. Perşembe akşamı bir toplantı sonrası kaçamağı yaptık. Çok gülerek, şaraplar, pizzalarla, nefis bir havada, gün batımında deniz kenarında... Cuma akşamı için de bir başka güzel plan varken kötü, çok kötü bir haberle birden dünya değişti.

Birini kaybetme konusunda insan tecrübe kazanamıyor. Ölüm her seferinde fena sarsıyor.

O sarsıntının ardından yaşam sinsice, arsızca boşluklardan içeri sızıyor. Önce sokaktan geçen arabaları fark ediyorsun, çalan telefonunu, sonra yetişmen gereken yerleri. Günlük telaşın cazibesine kapılıveriyorsun. O aptal telaşlar en etkili uyuşturucu oluyor. Herşeyin önüne geçiyor, duyguları hissetmiyorsun. Acı, yaşamın anlamsızlığı, içindeki sızı uykuya yatıyor. Yaşam, sanki hiç ölüm yokmuş gibi.

Haftasonu Cuma akşamından sonra, cuma akşamına rağmen, son zamanlarda bana en iyi gelen haftasonuydu. Güzel insanlarla, güzel zamanlar. Hala dayanılabilir sıcaklıkta Alaçatı, kadın kadına uzun ve keyifli sohbetler, kadın kadına çarşı-pazar, kadınca, dostça sırlar...
Sonra kardeşten öte arkadaşlarla Kordon, planlar, biralar...

En sevdiklerimi daha çok sevmeye, çok sevdiklerimi hiç terk etmemeye içimden yeminler ederek; bana verdiği her sevgi için Allah'a defalarca şükrederek, sevdiklerini özleyenlere sabır vermesi için dua ederek...

"Ve Tanrı aniden bir zihin aydınlanmasıyla yatağından fırladı. Anladı ki kendisini küçük ölçekli parçalar üzerinden yaratan her şey, aynı parçalar tarafından tüketiliyordu." Ölçekler-Ve... David Eagleman

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Mavi Ay

Bir başka havaalanı yazısı… Eve dönüyorum.
Tam karşımda bir çift keyifle tavla oynuyor. Ne güzel!

Hafta sonu bir telaş, bir yorgunlukla geçti… Evdeki boya, sonrasında bitmeyen işler, oradan oraya eksilmeyen gidip gelme de olunca, dün akşam yorgunluktan ailece telef olmuştuk. Böyle zamanlar evliliğin sırat köprüleridir. Ya aşarsın ya düşersin. Şükürler olsun bir kere daha atlattık.

Cumartesi öğlen evin her yeri her yerde, mutfak masasında kahvaltı kalıntıları, her odada bir boyacı falan varken ben kısa bir mola için çayımı alıp televizyon karşısına geçtim. Malum CHP Kurultayını seyrediyordum. Kızım babasıyla piyano kursuna gitmişti. Reklam başlayınca diğer kanalları gezerken birden bir mucize oldu! Televizyon’da Mavi Ay!
Herkesin hayatında yer eden unutulmaz bir dizi var mıdır, bilmem. Benim için Mavi Ay başlı başına bir tutkudur. İlk seyretmeye başladığımda ortaokuldaydım. Gecenin bir yarısı başlardı, Cuma geceleri. Tek başıma oturup beklerdim. O yaşta neye bayılıyordum bilmiyorum. Ama tek kelimeyle bayılıyordum. Hiç bir bölümünü kaçırmadım. Bir sürü bölümünü videoya kaydettim. ( O zaman videoya kayıt yapma diye bir şey vardı). Bruce Willis benim için sadece David Addison’du ve ben hayalimdeki adamı bulmuştum. Bir de Maddie Hayes vardı. Gerçek bir sarışın.
İlle de kot pantolon olmadı yine de pantolon giyen biz genç kız özentilerinin hayatına etekler, elbiseler, kısa topuklu stilettolarla giren; tüm kıyafetleri açık, uçuk pembeler, kremler, maviler olan; bir kere bile siyah, kahve, lacivert falan giymeyen güzel kadın… Hep hızlı hızlı yürüyen, uyandığı bile kirpikleri rimelli.
Bir de sevgili kardeşimle birlikte izlediğimiz bir gün bana dönüp “ne kadar güzel, değil mi?” dediğini hatırlıyorum. Herhalde henüz ilkokula gidiyordu.

Bu cumartesi yayınlanan ilk bölümdü. Henüz tanışmışlar. O zamanlar David Addison sandığımız Bruce Willis’in hala saçları var. Çok güzel bakıyor, çok güzel gülümsüyor, çok komik, çok çekici!
Bugünkü gözle baktığımda da Maddie hala muhteşem! Enfes elbiseler, kruvazeler, yırtmaçlar, ipek ya da saten gömlekler, ojesiz tırnaklarla benim için tek stil ikonu.
Bir de o unutulmaz iç çamaşırları. İlk defa görüp gözlerimizi alamadığımız, “büyüyünce” Maddie gibi sadece onlardan giyeceğimize çok inandığımız eflatun, gri, mavi babydoll’ler, saten gecelikler, … (Bu konuda gençken kurulan hayaller ve gerçeklerle ilgili enfes bir bölüm High Fidelity’de vardı. Okurken gülmekten kendimi alamamıştım)
Sıkıcı, kuralcı, kontrollü görünmeye çalışan, kendini bir arada tutup karizmasını (aman ha) kaybetmemeye çalışan çok güzel ve aslında çok komik bir kadın.

Seyrettiğim bunca film, dizi falan içinde hala aşık olunası tek karakter David Addsion!

Bir de o aralarındaki elektrik, aşk, …

Kafiyeli konuşma ustası, gamlı baykuş bayan Topesto ve diğerleri de var.
İşi-gücü bırakıp, başka ne varsa unuttum. Oturup seyrettim. Her ayrıntının keyfini çıkararak…
Haftaya yine yayınlanır mı, ben yakalayabilir mıyım? Vallahi elimden geleni yapacağım. Tüm yayınları da takip eder oldum. Olur ya, belki bir başka gün, bir başka saatte de yayınlanıyordur…

Kardeşim demişken; O, yıllar içinde tarzını hiç bozmadı. Maddie tadında sarışın hatunlardan şaşmadı. Bir tanesiyle de evlendi.

Ben, David’den başka bir hayali kahramana aşık olmadım. David Addison’a benzer birine de rastlamadım. David Addison’dan sonra hayallerimin aşkı olabilecek tek kahraman Shrek oldu.

"Sen neye hazırsan, o da senin için hazırdır." Marc Victor Hansen

16 Mayıs 2010 Pazar

Uzak, hayal

Evde rüzgar tam kapanmamış bir kapının çarpıp durmasına sebep. Hava rüzgara rağmen güneşli. Hafta sonu başından itibaren plansız sürprizlerle bir keyifli, bir keyifsiz... Pazar günün tam ortası. Hani en depresif saatler... Dün sabah kızım hafif bir ateşle uyandı. Günün planı değişiverdi. Planı değil de rutini demeliyim aslında. Piyano dersi iptal edildi, doktordan randevu alındı, kanepe yatak haline getirildi, vs. Bir gece önce de alt dışı azıcık kırılmıştı, bir randevu da dişçiden alındı. Ateş düştü, doktorlara gidildi. Akşam gözaltları mor mor yatağa yatıldı. Ama sabaha yine bir hafif ateşle uyandı. Pazar planı olan eski iş yerinden eş-dostla birlikte yapılan program askıya alındı. Evde, kanepe/yatak, televizyon/bilgisayar arasında gidilip geliniyor.

Değil uzaklara gitmek, yakınlara gitmek de pek mümkün değil bu ara.

Tatlı kızım pijamalarıyla bana yapışık, şimdi de cep telefonuyla oynuyor. Aramızdan rüzgar bile geçemez şu anda. Hastayken hepten minicik oluyor. Bir de uyurken...
Böyle sessizce yatarken aklından geçenleri merak ediyorum. Sonra da buna hakkım olmadığını düşünüp kendimi terbiyeye davet ediyorum.

Aklımızdan geçenleri tam olarak bilen hiç kimse olamaması konusu derin...

Bazen benim aklımdan geçenlerin tümünü bir bilen olsa diye düşünmeye başlıyorum... En yakınlarımdan başlayarak ilişkilerim neye dönerdi acaba diye bir hayal kuruyorum. Ucu bucağı olmayan yerlere varıyor insan. Sonra da "aaa, iyice delirmeye başladım"deyip, bir kahve bir parça da çikolatayla fani aleme dönüyorsun. Buna "kendine gelmek" diyecektim ama kendine geliyor musun, kendinden geçiyor musun karar veremedim.
Kendi aklımdan/gönlümden geçenleri düşününce, en iyi bildiklerimi bile ne kadar az biliyorum kim bilir diye düşünüyorum. Birini bilmek, birine kendini bildirmek nereye kadar mümkün ...

Şimdi kızıma ballı ıhlamur, kendime sütlü bir neskafe ve portallı kek hazırlayarak haftasonunun kalanına döneceğim. Kızım gözleri yandığından televizyon dahi seyredemiyor. Ayakları kucağımda yatıyor öylece.

Haftaya okulda 1 hafta ara, haftanın ortasında 19 Mayıs molası ve benim evimde boya badana var. Evin içinde yapılacak ufak tadilatların detayı, kızımın ateşi, yapılacak bir sürü iş...
Yaşamı evin tadilatı, işi gücü ve sorumluklarıyla dolduran herkes gibi bazen tüm bunların benden önce ve benden sonra da böyle devam edip gideceği gerçeğinde kayboluyor, bazen de bu akışta sürüklenemenin konforuna bırakıyorum kendimi.


Yaşadım da yoruldum, bir ağır işçi gibi,
Uyudum da uyandım, binlerce kişi gibi.
Bana düşünmek vardı, payıma onu aldım,
İşledim de işledim bir hüner işi gibi.
Horlandı, beğenildi; inandım, alınmadım,
Yolun geleceğini çizdim, geçmişi gibi.
Zor dönemler olmadı-değil, olsundu, oldu,
Ne koştum ne de durdum kaçak gidişi gibi.
Bu konuyu burada bırakıyorsam birden,
Olmasın diyedir birşeyin bitişi gibi.

Özdemir Asaf/Poetika

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Hindistan

İçimden pek bir şey anlatmak gelmiyor. Keyifsiz desen, değilim.Keyifli de değilim. İçimden geçen, ne zamandır, uzaklara gitme isteği... Şöyle taaa Hindistan'a mesela!

"Geçmiş ve geleceği birbirinden ayıran tek çizgi, içinde bulunduğumuz andı ve biz, çizginin kendisinden çok, onun birbirinden ayırdıklarıyla ilgileniyorduk. Belki de hep o çizginin üzerinde durduğumuz için, o bizden bir parça gibi oluyordu. Oysa geçmiş uğurladığımız bir misafir, gelecek ise henüz tanımadığımız bir yabancıya benziyordu. İkisi de bizden değildi. Bizden olmayanlar ise bizim dikkatimizi her zaman daha fazla çekmişlerdi." Büyü Dükkanı/Yeşim Türköz

6 Mayıs 2010 Perşembe

Hıdırellez

Sen ve ben farklıyız. Bunu bilinç olarak adlandırmak istemiyorum. Tanımış olduğum insanların yarısı senden daha bilinçli değildi. Ve buna özgür irade demek istemiyorum, çünkü beni güden seçim de değil. Yaşamın damla damla bedenimden akıp gittiği duygusunu görmezden gelmeyi seçemem. Yaşamın, benim için sadece bir gülümseme gördüğüm ya da elimin içinde başka bir el hissettiğim zaman bir anlam taşıdığı gerçeğini göz ardı edemem. Genesis/Bernard Beckett


Yaz geldi iyiden iyiye... Ben yine, yeniden geceyarısı uykusuzuyum. Sabaha karşı bir saattte açılıyor gözlerim. Hepsi yaşlanıyor olduğumdan mı acaba diye düşünmeye başladım. Yüzümde belirginleşen mimik çizgileri, gece yarısı uykusuzlukları...

Bu ayın ortasında kızımın okulunda 1 hafta ara tatil varmış. Kızıyordum bu özenti aranın arası tatil işine ama iyi olacak galiba. Yorulmuş tatlı kızım. "Anne, yarın tatil değil mi?" diye uyandı bu sabah. "Değil annişim" dediğimde yüzünün aldığı hali görünce içim parçalandı. Büyük, küçük cuma özlemiyleyiz. Nihayet yarın cuma. Günlerin ennnn güzeli.

Dün akşamki standart kırtasiye ziyareti dönüşümüzde, bir de baktık ki sokaklarda ateş yakma hazırlıkları! Yaşşassınnn Hıdırellez!
Ateşten atlamaya cesaret edemedik ana-kız ama hemen dileklerimizi gül dalına bağladık. Sabahın ilk ışıklarında üşenmedim, indim apartaman bahçesine, aldım dileklerimizi gül dalından. Henüz güneş dileğimizin üzerine çıkamadan...(Malum, bu ara kör saatlerde uyanığım) Bir rivayete göre sonra da denize atmalıydım ama o saatte deniz kıyısına kadar gitmeyi gözüm kesmedi (üstelik kızımı da evde tek başına bırakamazdım). "Nasılsa denizi bulur" diyerek sifonu kullandım. Bakalım işe yarayacak mı?

Dileklerimiz gerçekleşmezse seneye mecburen denize bizzat ulaşacağım artık. Yine de şansımı denedim.

2 Mayıs 2010 Pazar

çağrışım

Hafta sonu: Yazın daha güzel, daha hızlı, daha kısa

Pazar : Okulda bahar şenliği

Eğlence : Sevdiğim insanlarla birlikte olmak, nerede olursa

Kurutulmuş domates: Karbonhidrat olmadığı halde mutluluk veren (Kavun, peynir, rakı üçlemesi her zaman zirve!)

Mutluluk : Kızımla birlikte sokaklarda dolaşmak. Bir kafede oturup birlikte alışveriş dergisi karıştırmak

Annem : Bana hiç benzemeyen

Pazartesi : Sadece ev hanımları için özlenen, bugünlerde "blue"

Karar : Vermek iş değil, uygulamak cesaret.

Dilek : Bir sürü...

Hayal : Eric Clapton-Steve Winwood Konseri

Heyecan : Ailece yaz tatili planı

Şans : Hep benimle

Tavsiye : Kitap. Ormanda Ölüm Yokmuş/Latife Tekin

UNUTMAK: İnsan hergün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi, sesinin ulaştığı genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutmak gerekir, unutmak, insan için bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır, bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ormanda Ölüm Yokmuş/Latife Tekin