31 Aralık 2014 Çarşamba

Hep güzel şeyler olsun...

Hayatı kontrol edebilme arzusuyla yanıt tutuşan insanoğlunun icadlarından birisi takvim. Başlayıp bitiyor. Halbuki yaşam döngüsel, hiç bir şey bitmiyor, baştan başlamıyor. Dönüşüyor. Hepsi birbirinin içinde...
Olsun, biz yine de bugün sanki bir şey bitiyor, her şey baştan başlıyormuş gibi kutlama yapacağız.
Hesap- kitap yapılacak. Artılar, eksiler. Yeni dilekler, yeni kararlar...

Ben de günün ruhuna uyup yılımı değerlendirdim. Yeni yıl dileklerimi hazırladım.

Bu yıl çok yoruldum. Çok güldüm, çok ağladım. Çok güzel, çok özel insanlar tanıdım bu yıl. Kendime, gönlüme yaklaştım. hayallerimi ciddiye almayı seçtim. Hayallerim de beni seçti! Birden bire gerçek oluverdiler. Yok, öyle rüya gibi bir yıldı demiyorum. Yüreğim hop etti, uykusuz geceler, hastaneler, kırıklar, endişeler, üzüntüler oldu. Ucuna kadar gidip geri döndüm, bakmadan atladım, bir sürü yeni yer gördüm. Eski arkadaşlarımla buluştum. Çok kitap okudum. Yine yürüdüm. Yağmuru seyrettim. Akan suya meftun, denize hayrandım, öyle kaldım. Sonra ben bu yıl 40 oldum. Geçen yıl aşıktım, bu yıl aşk oldum.

Şimdi yenisine hazırım. Yenisine, eskisine, hepsine... Beni bekleyen, benim beklediğim ne varsa...

Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor?
O vakit güzel bir şey söyle. 
Dilin mi dönmüyor?
Güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz.
Beceremez misin?
Öyleyse güzel bir şeye başla.
Ama hep güzel şeyler olsun...

Şems-i Tebrizi

7 Aralık 2014 Pazar

Görünmeyenler

Gölgelerimle buluştum. Üstüne kırk kilit vurduğum karanlık odaların bazılarına girip çıktım. Ne çok ağladım... İçimde çözülen, eriyen bir şeyler akıp gitti gözyaşlarımla. Bana kalanlara sabırla yaklaşıyorum. Kalanın da gidenin de var bir bildiği.

Bloggercanlarım,
Bir başka shadow work olursa, kaçırmayın! Bu yolculuk, bir başladı mı, bitmiyor. Yürekten inanıyorum ki, insan insana iyi geliyor. Çocukluk yaraları, utandığımız duygular, kendimizi kapattığımız karanlık odalar bir birine açılıyor. Sonunda hepsi aynı yere çıkıyor.

Eğitimden hem önce hem de sonra fena hırpalandım bedenen. Yağmurlar, soğuk, seyahatler, gitmeler, gelmeler. Öyle bir çakıldım ki yatağa kafamı kaldırmak eziyet geldi. Benim zavallı aşık yanım bir kere daha kraliçenin emirleri altında ezildi. Sonunda yatağa düştü. Olsun, ben ona artık iyi bakmaya kararlıyım. Toparlandım, ayaktayım. Bundan sonra aşığın yanındayım.

Duymadıysanız size şahane bir deneyden, bir kitaptan ve bir web sitesinden bahsedeceğim. "Invisible Gorilla." (Kitabın, deneyin ve web sayfası ın adı aynı.) Deneyi izleyin, kitabı okuyun, sonra bana yazın ne olur...
Şaşırtıcı, düşündürücü, müthiş! Kitabın Türkçesi de var. Görünmez Goril. Ama web sayfası İngilizce.

Kendinizden, gördüklerinizden, bildiklerinizden, yaptım zannettiklerinizden şüphe edecek ama belki de dünyayı daha çok seveceksiniz.

Telaş: Yeni evime yerleşmeye başladım. Çok hoşuma gidiyor.
Sevinç: Hala oluyoruuummmm! Yaşşaasssıııın!
Kitap: Us/Davis Nicholls
Kitap: Practically Shameless/Alyce Barry

"There's saying cited in popular song, that if you love somebody you must set them free. Well, that's just nonsense. If you love someone, you bind them to you with heavy metal chains" Us/David Nicholls


Not: Shadow Work'ten kalan sadece gözyaşları değil. Yeni dostlar, yeni hayaller, cesaret,güven, şiirler, rüya günlüğü, bir de aşk...

28 Kasım 2014 Cuma

Ateş Böceği

Düşünüyorum da,
Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Naif yönlerimizin keşfedilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması,
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
Deniz minareleri, midyeler,
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak,
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi,
Korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem,
Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup
Bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz, silahız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak. Yaralansak...
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu.
Denesek.
Risk alsak.
Yanılsak.
Fark etmez.
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.
Rabindranath Tagore
NE ÇIKAR ATEŞ BÖCEĞİ SANSALAR BİZİ

20 Kasım 2014 Perşembe

Bir gün

Soğuk, yağmurlu bir Kasım günü. Bir kafede oturmuş, düşen yapraklara bakıyorum.
İnsanlar kafeye geliyor. Tek başına, kalabalık gruplarla, iki arkadaş… Henüz sabah. Çay içip kahvaltı edenler, küçük bir toplantı yapanlar, sadece gazetelere bakanlar, çayını içip kalkanlar, karşılıklı oturup hiç konuşmayanlar,… Dışarıda hava gri, rüzgarlı, soğuk. Ben üşüyorum. Çok erken saatte yağmurdan fena ıslanmış haldeyim. Kurumuyor üstüm başım bir türlü! Neredeyse hiç uyumamış olmama rağmen uykusuz hissetmiyorum.

Sabah çok erken kalktım. Gece fazla uyumadığımdan sabaha karşı ayaktayım. Gök delinmiş gibi yağıyor yağmur. Şiddetli. Yüzümü yıkıyorum. Giyiniyorum sıkı sıkı. Makyaj yapmak gelmiyor içimden. Yapmıyorum. O kadar otomatik hareket ediyorum ki sanki bir uzaktan kumandayla hareketlerimi yöneten biri var. (Yoksa var mı???)

Gece beni uykusuz bırak bir iş-güç nedeniyle yollara düşeceğim. Melek kızım uyuyor yatakta. Sokuluyorum yanına. Nasıl iyi geliyor nefesi, sıcaklığı… Allah’a şükrediyorum.

Uçağa yetişmek için birazdan çıkacağım. Kapıdan arabama gidene kadar, sırılsıklam ıslanıyorum. Belim, kazağım, tişörtüm, en içime kadar. Hala kurumayan soğuk ıslakla arabaya biniyorum. Öyle çok yağıyor ki yağmur, önümü zor görüyorum. Yollarda dereler akıyor. Gözlerimi kısarak yola devam ediyorum. Belimdeki ıslaklığın bütün gün süreceğini düşünüp sıkılıyorum.

Daha önce defalarca yaptığım bir iş için yola çıkıyorum. Bazen daha kolay, bazen daha zor… Her seferinde bende bir iz bırakan…

Aklımda Cem Mumcu’nun sözleri… “Ama en temel arzun ne? Bu caddede bu sokakta o arzuna dair ne var?”

Rüzgar artıyor. Masanın arkasında, tepede asılı elektrikli ısıtıcıdan medet umuyorum. Aklımda bin bir konu, ben en fazla belimdeki ıslaklığa takılıyımmm.

“Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece.” Elif Şafak/İskender

Shadow Work

“Kendimi mutlu etmeyi seçiyorum.” diye bitirmişim.

Neyi seçtiğim gün içinde yapıp ettiklerimde görülür apaçık… Ne yapıyorsam, seçimim odur. “Aslında seçmek istediğim bu değil ama ah bu mecburiyetler” diye diye kendimi kandırabileceğim sınırı geçtim çoktan. Kaderin kurbanı olmanın da bir başka seçim olduğunu öğreneli beri, saklambaç oynamaya niyetlendiğimde ilk sobelenen ben oluyorum.

Yapıp etmelerime şöyle bir bakınca,seni ne mutlu eder diye sorsan söyleceklerimle arada baya bi fark var, neresinden baksan:)) Karışık mı oldu?

Şimdi şöyle:
Bütün günümü neyle dolduruyorsam, beni mutlu eden şeyler onlardır. Di mi?
(Gene neyi kaçırdım yaaaa???)

Enfes bir mutluluk tarifi okudum facebook’ta: "Mutluluk sahip olduklarını sürdürme isteğidir." demiş. İlişkini, evliliğini, işini, arkadaşlıklarını, yaşadığın şehirde olmayı, …
Ne basit, ne güzel tarif! 
"İşimde mutlu muyum?"  diye dertleniyorsun diyelim. Hap niyetine bir rehber soru: Bu işi sürdürmek düşüncesi sana nasıl geliyor? 
Evliliğim: Bu evliliğin sürmesini istiyor musun?
Cevap evetse, bitti. Oh be!
“İstiyorum amaaaa…” 
İşte sihirli cümle:  “Yes, but…” !!!
"Ama" kendisinden önce ne varsa hepsini silip süpürüyor. Şeytan burada gizli işte! 
Öyle yekten, pırıl pırıl bir evet çıkıyor mu?

Sabah 6 civarı kalkıyorum genellikle. Azıcık önce uyandığım da oluyor. Günüm gece yarısı dolayları sona eriyor. Araya sıkıştırdığım ne varsa, bir liste yaptım. Soru belli: "Sürdürmek istiyor musun?"
 Kaç tane pırıl pırıl “evet” var, görmek istedim. Bunlar benim seçimlerim. Evetler, evet ama’lar…!

Bir an huzursuz oldum listeye bakarken. Kontrolü kaybedecekmiş gibi...
Kontrol ihtiyacı ya da korku da birer seçim. 
Korku, içimizdeki karanlık tarafa giden, gönlümüzle bağımızı, akışı kesen akıl tutulması…

İşte tam da bu hafta karanlıkta kalanlara yakından bakmaya gidiyorum bloggercanlarım. Shadow Work’e gidiyorum. Heyecanlıyımmmmmmm…


“Garip değil mi? Böylesine sakin ve düzenli görünen bir yaşamda bile, geçmişte bir noktada mutlaka hayatın sekteye uğradığı bir zaman dilimi oluyor galiba. Yoldan çıkmak için ayrılmış bir dönem denebilir belki. İnsanoğluna mutlaka böylesi bir zaman dilimi gerekiyor herhalde.” Haruki Murakami-Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları

Mevsim sonbahar. Sabahları sis var çoğunlukla. Sisler arasında sonbaharı seyrediyorum yollarda. Doğaya, yaradana ve bu güzeliği görme şansıma şükrediyorum.

Sonbahar: Kaçırmayın!

12 Kasım 2014 Çarşamba

Tavsiye

Dün "nihayet yazmışsınız, oh be!" diyen bir tweet alınca bir sevinç, bir sevinç! Hemen yeni bir şey yazmak istedim. Mutlu oldum.
Her sabah uyandığımda güne bir niyetle başlıyorum. Unuttuğum çok oluyor ama unutmazsam bana iyi geliyor. Niyet ibadetlerin bile ilk şartı. Akibetin yolunu açıyor.
Bu sabah, gün bitmeden bir yazı daha yazmaya niyet ettim.

İçten bir nezaket, teşekkür, iyi dilekler insanı mahcup ediyor. Tuhaf biçimde layık olmaya çalışıyorsun.

Bugün yeni birşey değil , eski bir deftere 29.08.2011'de yazdığım bir notu yazacağım. Şimdinin duygularına bir selam olması niyetiyle...

29.08.2011

Karaburun'da, deniz kenarındayım. Hava kapalı bugün, hatta serin. Deniz buzzz gibi... Sadece hafif rüzgar ve dalga sesleri. Deniz bir gri, bir mavi. Kızım arkadaşıyla kanoya bindi, kumluğa gidiyor. Ben dünya tatlısı yavru köpekleri sevdim az önce. Dalgaları dinliyorum. Pansiyon bomboş neredeyse. Bir turist aile, bir de arkamda kahvaltı eden çift. Çimlerin üzerinde gencecik bir anne, galiba bebeğini uyutmaya çalışıyor. Burada olduğuma ne kadar da memnunum... Zihnim susmuş, ruhum dinleniyor. Ziyarete geldiğim arkadaşlarım keyifliler. İçeriği benimkine hiç benzemeyen ama ritmi aynı bir yaşam telaşı içinde... Aklımı sürekli gidip gelmekten yorulduğu, yorulduğu için de huysuzluk edip durduğu şeylerden uzak tutmaya çalışarak, dalgaların tadını çıkarmaya karalıyım. Burada her şeyden uzak, gerçeğe yakın olmayı seçiyorum. Gerçeğin tadını çıkarıyorum.
Bizim kızlar kanoyla gezerken kıyıda kanoyu sabırsızlıkla iki oğlan bekledi. Galiba kanoyu alasıları var.
Kızlar yanaşınca oğlanlardan biri seslendi: birlikte oynayalım mı? (Cesur girişim)
Bizimkiler bilmiş bilmiş "kaç yaşında olduğunuza bağlı" diye cevap verdiler, iyi mi?! (Bak bacaksızlardaki afraya, tafraya) İki çocukta tek tek cevap verdi. Neyse ki denk geldi yaşlar, sınıflar... Kızlar kabul etti ama kıyıya çıkmadı. Oğlanlar yüzdü kanoya kadar. Birlikte idare ediyorlar derken kızlar galiba bir şeye kızdı. Oğlanları bırakıp kıyıya geldiler. Ne oldu sorusunun cevabı "hiiiç, oğlanlar işte..."
Haklısınız, kadınlar, erkekler, kano, deniz, hayat... Böyle işte!


Mutlaka: Şiir

"bana ne mail ne de telefondan mesaj at
otur insan gibi, uzun çok uzun 
bir mektup yaz." Küçük İskender

Niyet: Bana iyi gelen şeyleri daha çok yapacağım. Kendimi mutlu etmeyi seçiyorum. (Tavsiye ederim.)

9 Kasım 2014 Pazar

Kırk kere

Şanslıyım. Öyle piyango falan çıkmaz bana (hala umudum var, ayrı), oyunlarda da fena yenilirim. Aşkta kazanma tesellisiyle bu yaşlara geldim. Neyse ki, kumarda kaybettiğime üzülmedim çok şükür:))
Şansım kaderimden yana bloggerlarım. Yoluma çıkanlardan yana. Seçtiğim yolların çıktığı yerlerden yana... Ama en çok yolda bulduklarımdan yana... (Maşşallah)

Blogger canlarım, bu yıl ilk defa okyanusu aştım ve Amerika'ya gittim. New York'a. Yeni dünyanın ışıklar şehrine bayıldım. Seyahat sever çakma evhanımınız gezmelere bayılır ya, en sevdiği dönme hissidir, malum. Artık "dönme hissiydi" diyeceğiz. Çünkü New York'tan dönmek istemedim. Hayatımda bir ilk!
Neyi bu kadar sevdiğimi anlatmak zor. Sokaklar, yeşillik, hem her çeşit farklılık, hem huzur, hoşgörü, sokaklardaki hareket, bisikletler, bir blok ötede tümden değişen başka dünyalar, sincaplar, gülümseyen insanlar, nezaket, sadece çay satan, kasket satan, harita satan şahane küçük dükkanlar, rüya kırtasiyeler, Soho, mahalle hayatı, avm olmayan bir mega şehir, sokaklarda tamirciler, çantacılar, küçücük butikler, plakçılar, ... Turist merkezlerinden, küçücük ara sokaklara, caz çalan enfes restorantlardan sokak sosislerine her şeyi çok sevdim. New Yorker'ların sokakta yiyip içmesine, mont altına parmak arası terlikle gezmesine, kimsenin gömlek, kazak içine birşey giymeyip hiç üşümemesine, sağlıklı beslenmenin takıntı olmuş olmasına hemen alıştım. Yazın cehennem gibi sıcak, kışın buz gibi soğuk olur tehditlerine aldırmadan, sonbaharın nefis havasının tadını çıkardım. Parklarda uzandım çimlere, gazete alıp, köşelerdeki diner'larda kahvaltı yaptım, Brooklyn'e, kırmızı tuğlalara, Manhattan manzarasına, şehir içinde küçük köylere, şehri böyle koruyup sevme fikrine bayıldım, özendim, kıskandım.

Sokaklarda ne kadar şanslı olduğumu düşünerek yürüdüm. Bir kere daha...

"Maşallah" diyeceğim, siz de deyin arada. Nazar diye birşey var bloggerlarım. Bana güvenin.

Yolumun engebeli bir kısmındayım yine. Şikayetçi değilim. Nereye çıkacağımı merakla, heyecanla bekliyorum.

Bu arada; her bunaldığımda gözlerimi kapatıp hayalini kurduğum, tepede, denize bakan, küçük beyaz evi buldum. Hatırlar mısınız beyaz ev hayalimi? Hani Narnia Günlükleri'ndeki gibi bir dolabın kapağı arkasından geçip saklandığım paralel dünya hayalimi... Kimsenin kaçıp saklandığımı fark etmeyeceği, döndüğümde sadece bir sn geçmiş olacak olan paralel dünyayı...
Henüz beni saklayacak dolap kapağı bulamadım ama hayalimdeki evi buldum. Hayalime o kadar çok benziyor ki inanmak da zorlanıyorum. Küçücük bir apartman dairesi. Bir tepenin üzerinde. Sanki denizin üstünde...

40 kere söyleyince, hayal edince, oluyor bloggerlarım.  Şu 40 mühim sayı...

Niye yazmıyorsun diye sitem eden bloggercanlar; inanın cevabı bilmiyorum. Bu ara, daha çok kaçıp dolabın arkasına saklanasım var.

Kitap: Renksiz Tsukuru'nun Hikayesi/Haruki Murakami (Mutlaka)

"İster inan, ister inanma, benim için fark etmez. Çünkü er ya da geç, bu anlattıklarıma inanacaksın. Sen de nasıl olsa öleceksin. Ölümle karşılaştığında, ne zaman nasıl bir ölüm olur bilmem, mutlaka bu konuşmayı anımsayacaksın. Sonra benim anlattıklarımı olduğu gibi kabul edip, buradaki mantığı baştan sona kavrayacaksın. Gerçek mantığı... Ben sadece bunun tohumunu ektim."






21 Eylül 2014 Pazar

Sezon Sonu

Sokaklarla buluştum dün. Sabahın körüydü, kızımı dershaneye bıraktım. Sonra arabamı park edip pasaporta yürüdüm. Serin, sessiz sabah... Oturdum denize karşı. Üşüdüm. Bir çay söyledim, sonra bi daha. Denizi seyrettim, köpükleri, gemileri, kedileri. Ne çok turist varmış şehirde! Gazetemi okudum, gelip geçeni takip ederek. Ne çok sevdim sabah şehirde olmayı!
Sonra uzun uzun yürüdüm. Sabahın erken saati olunca, daha dükkanlar yeni açılıyor. Pek havalı butiklerin kapısında duran, jilet gibi, çok cool, çok slim fit tezgahtarların birbirine en alaturka halleriyle; "abi, hayırlı işler, bol kazançlar" seslenmeleri arasında yürüdüm.

Aaa, piyanolarda sezon sonu büyük yaz indirimi! Piyanolar kışın iyi ses vermiyorsa demek...

Sonra saatlerce sokaklarda dolaştım. Bacaklarım sızladı. Her köşede başka bir dünya görmeye bayılarak, aklımı kapatıp, gönlümü açarak dolaştım.

Ağaçların altında, sessiz bir kafede oturdum. Tam karşımdaki Comic Books Shop' a giren çıkan var mı diye takip edip, hayaller kurdum.

Mutluydum eve geldiğimde. Hayaller, niyetler....

"Neye niyetli olduğunu bir düşün. Birçok şey isteyebilirsin, istemelisin de. Ama en temel arzun ne? Bu caddede, bu sokakata o arzuna dair ne var? Yaşın kaç? Neden yaşıyorsun? Ne için yaşıyorsun? Aslında nasıl biri olmak istiyorsun? İsteklerin asıl arzuna ne kadar hizmet ediyor?

Her yerde kendin varsın. Baksana. Görsene. Düşünsene, hissetsene... Canının yanmasına izin versene. Ne iyi gelir sana!" Cem Mumcu/Kendine Bakma Kitabı

Daha çoook yazacağız bu kitaptan.

Başka kitaplar: Jose Saramago/Bilinmeyen Adanın Öyküsü-Şahane
                        Romain Puertolas/Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakirinin Olağanüstü         Yolculuğu-Komik

Psikeart/Samimiyet



3 Eylül 2014 Çarşamba

Milat

Koca bir yaz geçti. Geçti derken, tamamen takvime bakıp boş konuştum. Yoksa hava fena halde. Ama hadi itiraf edeyim, akşamları pencere kapalı olmazsa pike iyi geliyor. Ennnn sevdiğim kıvam...

Aylar var ya yazmayalı, "tekrar yazsam mı" diye düşündüm. Du' bakalım....

Yazdan geriye seyahatler, çok koşturma, çok çalışma, klasik başlayacak derken annemin düşüp kolunu kırmasıyla travmatize olan yazlık faslı, bir bayram, güzel kitaplar, filmler, kendime sorular, görüp çok beğendiğim yerler, çok değişen, hep aynı şeyler, tabii ki rüyalar, ...

Ama milat can kızımın toplu taşımayla tanışması oldu! Dershane girdi hayatımıza (ki başlı başına bir yazının konusudur)ve dershaneye kendi başına gidip gelmeye başladı benim akıllı bıdık. Otobüs kartı, otobüslerin numaraları, eve anahtarla girme, arkadaşlarla dershane çıkışı kahve içmeye gitme...
Çok acaip! Oldu vallahi! Kuzuyla sabah kalkıyor, giyiniyor, atıştırıp çıkıyoruz. Ben işe, o otobüs durağına. Güzel kızım, koşup yakalıyor otobüsü, kulakta kulaklıklar ...

Evet, biliyorum. Gayet normal bir şey, aya gitmeye uzay mekiğine binmiyor da bana ööle geliyor. Tadını çıkarıyorum.

Belki üstümde değişik bir iz bırakan bu yazı sonra yine yazarım.

Bizim kiraladığımız yazlık satılığa çıktı. Seneye gitmiyoruz büyük ihtimalle. Nasıl rahatladım... Böylece yeni bir karar kendiliğinden gerekli oldu. (Bak, Allah'ın işine!)

John Green'le tanıştım. Teenage dünyasının en popüler yazarlarından. Ben çok sevdim.
Elif Şafak'ın İskender'ini okudum. Nasıl atlamışım... İçime dokundu.
Lucy'yi izledim. O ne sert öyküydü...
Memlekette seçim oldu, rezil şeyler oldu, sonra hepsi anı oldu.

Mamografi çektirdim, saçımı kestirdim. Üstelik ikisinin de tekrar zamanı geldi.

"Yaz geçer" Murathan Mungan


11 Haziran 2014 Çarşamba

Sevdiyse Döner

Hasbinallaaahhhh... bir gün geçirdim bloggerlarım.  Sabah haftalar önceden kayıt yaptırdığım, işimi gücümü ayarladığım, merak da ettiğim bir toplantıya gideceğim. Kahvaltılı falan bir toplantı. Sabah çıktım yola. Ben işten eve, evden işe otobandan gelip gitmeye alışmışım. Trafik... Atlattım, tam geldim otelin önüne, telefon... Bugünkü toplantı. Benlik birşey var mı? Yok. Ya olursa... Eeee... E si, haydi geri döndüm. Yine trafik. Derken öğlen mamografi randevusu. Yaş 40, mutlaka dediler.  10 kere niyet ettim, nihayet randevu aldım, bugün gittim. A! Meğer bugün uygun değilmiş. Nassı yani..? Yeniden randevu alındı. Herşey kısmet tabii.
Mamografi randevu almakla olmuyor. Doktorun istek yapacak. Öğle vakti istek yapacak doktorla laboratuar arasında gidip gelirken sıcak, sokaklar, kalabalıklar, 5 tl'ye tişört, Karaburun midye,  sandaletler, elele gençler, koşturan teyzeler, tost-ayran, sıcak... Yarabandı satışı artsın diye icat edilen babetlerin yarattığı yara hemen yerini buldu, bandımı aldım.
Her "şehir" insanın derdi malum, park yeri ve zaman büyük kısıt(!) Epeyce koşturdum. Sonunda mamografi çektirebileydim, iyiydi...

Bu ara her plan en az iki kere değişiyor. Hangi gezegen geri gidiyorsa gene...

Öğle yemeği de yemeden arabama bindim, istikamet Manisa. Ara sokaktan geçerken  gördüğüm dönerci günün özetiydi: Sevdiyse Döner. (Yalan mı?)


"Not all those who wander are lost." Tolkien


Bugün okullar kapandı. Tatlı kızım yarından itibaren tatilde.
Bir fırsat bulayım saçlarımı kestireceğim. Heyecanlıyım.



8 Haziran 2014 Pazar

Yıldızların Aksi

Rüyalarım pek canlı, pek heyecanlı yine. Üstelik üst üste gördüğüm rüyalar var. Rüya ne değişik bir deneyim. Bazıları hepten gerçek gibi. Uyanınca bir süre adapte olamıyorsun. Öfkeliyim rüyalarımda. Silahla ateş ediyorum kimisinde, kimisinde birden dökülüyor ağzımdan sözcükler... Sonra, rüyada birden bire yaşadığım bir pişmanlık! Bir de rahatlama! İki duygunun ikisi de! Aklını oynatır insan uzun sürse... Hem korku, endişe (galiba pişmanlık dediğim bu) "Eyvah, ne yaptım ben... Şimdi ne olacak?"  duygusu, hem bir "ohhh be, nihayet! İşte bu!" hali.
Sonra uyanıyorum. Daha fenası, kendimi bu ara pek rahat, pek sakin sanıyorum. Karanlıkta kalmış yine bir şeyler. Olur ya öyle, insan en apaçık olana kör olur illa ki...
Pilatese verdim kendimi. İyi geliyor hem bedene hem ruha. Yürüyüşler yapılmaz oldu. Ondan mı ruhumun kararsızlığı acaba? Geçen gün katıldığım bir kongrede söylediler bilimsel olarak da ispatlanmış yürüyüşün asıl ruha iyi geldiği. Ben kalkıp yürüyeyim azıcık. Belli ki vakittir.

"Şu deredeki su kaç kere değişti, biliyor musun? Ama yıldızların aksi hep yerinde." Rumi

Not: Teraziler için mutlu günleri müjdeli Susan Miller. Bekliyoruz, heyecanla.
Haftasonu nefis bir Çeşme sonrası fena bir mide hasarı, toparlanmaya çalışmaca.
Planlar, programlar...
Yaz...


4 Haziran 2014 Çarşamba

Yaradanın var bir bildiği

Çok gülerim ben. Kolay gülerim, yüksek sesle gülerim. Kızım (tabii ki) utanıyor benden. Ben güleceğim diye ödü kopuyor.

Çok zamandır üzerinde bir gölge olmadan, kahkahayla gülmek zor. Yas, öfke, çaresizlik, acı hakkında yazmayacağım. Hepsinin hakkıyla yaşandığı bir yerde, bir zamandayız. Ben olana değil, olmayana öfkeliyim. Ben değişmeye direnmeye, öğrenmemeye ama en çok bu düzene öfkeliyim.

Hakikatin görünenle görünmeyen arasında bir yerde olduğuna inancıma sıkı sıkı sarılmış, olanda da olmayanda da hikmeti aramaya gönüllüyüm. Yine de babasının mezarı başında hıçkıran bir dünya güzelini görünce ardındaki hikmeti göremedi gönül gözüm... Dünya gözüm de iyi görmez benim. Öyle bir karanlıkta kaldım. Sabır, tüm erdemlerin en önde gideni, nerede biter, nerede aymazlığa döner...

Sonra... Sonrası malum. Elbette,  "hayat devam ediyor" klişesiyle, pek bir arsız, yüzsüz kaldığımız yerden...

Hayat dediğimiz Mine Kırıkkanat'ın yeni kitabı, bir pazartesi-bir cuma, Maleficent, yaz tatili planları,      dünyanın ennnn önemli işleri, tükenmişlikle- ha bi gayret, okulun sonu, ...
Arada bir kediden, bir balıktan, bir karıncadan farkım olmadığını unuttuğum anlar. Öyle ya, çok mühim işleri, dertleri, telaşları olan biriysem elbet fasülyeden mühim bir şeyimdir. Ööleyim. Diil miyim?
Nası yani? E o zaman niye bu  telaş?  Bu kalıcı hasar ne zaman oluyor? Yok mu bi çaresi?

Kızım piyano çalıyor evde, her fırsatta. Öyle güzel çalıyor ki...

Etrafta her şey hem tümden değişiyor hem hep aynı. Bu şizofrenik hale kapılıp gidiyorken her şey yolunda. Bazen uykudan uyanmış, nerede olduğunu bilememiş gibi, bazen nefis bir rüyanın tam ortası, bazen mevsim değişmiş, fark etmemişsin ayazda kalmışsın sanki... Bazen baharın en aydınlık günü. Mevsimlerin hepsi, gölgelerin her tonu, güneşin sıcağı, yağmurun ıslağı, gökkuşağının her rengi...

Var gönlümün bir muradı. Yaradanın bir bildiği de var... Benim bildiğimle yaradanın bildiği bir olsa... O da kısmet olsa, en güzeli olsa...

Olur belki...









27 Nisan 2014 Pazar

Naapsam?

Pazar günlerini sevmiyorum. Bir son duygusu. İçimde ne yapsam, yapmadıklarım eksik kalacak paniği... Hele öğleden sonra!
Evde yalnızım, aşkım kızım babasıyla. Hava bir güneşli, bir bulutlu. Tam bahar havası... Sabahtan beri miskinim. Yüzümü yıkamadım, akşamlar oluyor nerdeyse...

Yataktan kanepeye, oradan başka kanepeye tembelliğin kitabını yazmaktayım. Tek icraatım çay demlemek oldu. İçimden bir ses; "yav, kalk bi yürü, açık kuaför bulursan, manikür, pedikür yaptır" diyor. Başka bir ses "amaaan boşver, halledersin kendin, boşver" deyip durduruyor. "Yürüyecen de ne olacak?".
Akşam yemeği düşünülse, hatta pişirilse, market alışverişine gidilse falan ne güzel olacak. Miskinlik ruhumu tümden ele geçirmeden kalkasam mı? Yoksa sessizlikte tavanı seyretmeye devam mı?

İnanır mısınız bloggerlar, böyle aylarca evden çıkmayasım var. Tavana nasıl hasretsem artık...
Şu içimdeki ses yok mu vicdan azabı gibi....Bir sussa...

Kısa yürüyim bari, hem dün yediğim 5000 kalorinin suçluluğu hafifler (mi?)

Bu hafta sonu tam olmadı bence. Baştan alsak..?

"I wish, as well as everybody else, to be perfectly happy; but, like everybody else, it must be in my own way." Sense and Sensibility/ Jane Austin

26 Nisan 2014 Cumartesi

Bir nefes

Sabır, sürpriz, ihanet, sadakat, haklı, haksız, suçlu, masum, bencil, ...

Televizyon seyredenlerdenim ben. Bir aradan sonra Muhteşem Yüzyıl'ı seyretmeye başladım yeniden. "Hürrem dermansız bir hastalığa yakalandı" dediler. Hemen yakaladım kaldığım yerden. Ölüm her şeyi, herkesi eşitleyen emin olduğumuz ama yok saydığımız tek mutlak gerçek. "Acaba" dedim "Hürrem nasıl geçecek bu iğne deliğinden?"

Ahlak karar verme sistemimizdir ya malum. Bir karar anı yoksa ahlakımıza dair bilgi de yoktur. İşin özü karar anıdır. İngilizce'de çok güzel söylendiği haliyle; The moment of truth. Gerçeklik anı.
Öncesi sadece lafttır. Boştur. Yalan değildir belki sadece umuttur. Olmak istediğimiz haldir. Olduğumuzu  sandığımız  ya da...  Masumdur palavralar eni konu. Hadi yine İngilizce söyleyelim: Wishful thinking derler.  İnsan kendisi de inanır. İnanmak ister.

"Büyük söz söyleme" nasihatı, bekara karı boşamanın kolay olması hep bundandır.

Böyle olunca sıfatların muteber olanı değer kaybediyor, yargılayıcı olanı düşündürüyor adamı. Cesaretsiz değil de aslında sabırlı mı? Güçlü değil de aslında yalnız mı? Umutsuz değil aslında sadık mı? (Tersinden okumak da mümkün.) Yargılamadan anlamaya çalışma işi adımı perişan eder. Dünya genişler. Kimi nerede bulacağını bilmez olur insan. Benden uyarması.

Sıfatlar işi bloggerlarım, çakma evhanımını düşündürmeye devam ediyor. Hürrem'i ve hayata vedasını izliyorum. Merakla bekliyorum. Fani olmak gerçeğiyle nasıl yüzleşecek? Biz ona nasıl bir son layık göreceğiz? İlahi adaletle merhamet arasında nerede bir yol bulacağız?

Günler haftaları kovalarken, veli toplantısı, disiplin kurulu derrken annemin hastalığı. Basit bir gripmiş gibiyken gözünü açamaz oldu akşamdan sabaha, hastaneye zor yetiştik. Toparlanıyor yavaştan ama gözleri hiç açılmadı iki gün. Kızım 23 Nisan'da bandoda çaldı. 25 Mayıs'ta Tübitak fen projesinde yarıştı ( tabii ki gururlanıyorum) arada ergenliğin dehlizlerine yuvarlandı. Ağlamaktan gözlerinin kıpkırmızı olmasıyla, komik suratlarla evde çılgın danslar birbirini izledi. Haftaya drama festivaline gidiyor Almanya'ya. Hiç hayal ettiği gibi bir anne değilim. Sıkıcıyım ama bazen işe yarıyorum. Yine de en büyük korkusu büyüyünce bana benzemek(!) Ben ortada yığılı pijamalara, koridorda bulduğum çoraplara meftunum. Aşkından ölüyorum. "İmdaaat" diye bağırmak istediğim anlar çok sık ama kucağıma kıvrılınca kalbim sıkışıyor, unutuyorum.

Ağustos için yazlığı tuttum.

Sabırla cesaret arasında bir nefes alımı mesafedeyim.

Bahar insafsızca güzel. Ağaçlar, çiçekler, arada yağmur, kokular, ....

Sabah uyanınca bir kuştan, bir kediden farkım olmadığını unutmamaya karar vererek başlıyorum. Şükrederek. Şansıma, yoluma, can yoldaşlarıma, aşka, aşkıma,...

Derin nefes. Hepsi sadece bir nefes...


"Hiç birşey ummuyorum. Hiç birşeyden korkmuyorum. Ben özgürüm.." Kavafis.

Film: The Grand Hotel Budapest (nefis)
Kitap: Gaiz Kahraman/İhsan Oktay Anar (bu sefer daha iyi)

Psikeart-Özgürlük





6 Nisan 2014 Pazar

Havaalanı

Her gün bir şeyler oluyor memlette. Günlük heyecanlarımız  bunlar. Sabaha yeni bir gündem, yeni bir heyecan. Yer yerinden oynadı sanıyorsun, yarın artık başka bir gün olacak. Yooo ... Sabah baştan başlıyoruz. Dün dünde kalıyor cancağızım. Biz her gün yeni bir şey söylüyoruz. Ya da hep aynı şeyi söylüyoruz. Belki de bir şey söylemiyoruz. Ya da sadece söylüyor, söylüyoruz da, bir şey yapacak zamanımız yok(!) malum bizimki meşgul insanların ülkesi. Çok meşgulüz. Kendisi ve kendine dair ne varsa hepsi çok önemli insanların ülkesi.

Havaalanları bloggerlar, benim için bir hazine. Eskiden belki öyle değildi ama ucuzlayan uçak biletleri ve her yere uçak seferleriyle artık toplumumuzun gerçek bir kesiti sanki. Elbette havaalanı, adı üstünde "havalı" bir yer. Pek bi ecnebi. Kurallar, kontroller, nizam, intizam, sıralar hep batıdan. Mimari, pırıl pırıl zeminler, üniformalar, ekranlar, anonslar, ... Buraya sonradan kondurulmuş, belli. Çalışanlar da öyle "havalı". Meslek "havacılık" olunca, mecburen.

Havalaanalarının sahibi havasında olan bir grup vardır. Havaalanı elitleri. Mekanın sahibi gibidirler. Kurallar ezbere bilinir, havaalanı muhtarı olabilecek kadar kenar-köşe mekana tümden hakimdirler. Belli ki buralara çoook girip çıkmışlıkları vardır. Düzene hakim olduklarından pek rahattırlar. Tabii ki aceleleri vardır. Onların çok önemli işleri, toplantıları, seyahatleri vardır ve ömürleri yollarda geçmektedir. Haliyle çok tahamülleri de yoktur. Laptoplar çantalardan otomatik çıkar, çekçekli bavullar, çantalar hızlıca hareket ettirilir, saat kontrol edilir, telefonlar eldedir. Ekranlar okunur, etrafta kimseyle gözgöze gelinmez. Kararlı ve emin adımlarla kontroller tamamlanır ve havaalanının en iyi kahvesi alınmak üzere ilgili cafeye yönelinir. Havaalanı sahiplerinin pek azı kendileri için "uçar". Havaalanı sahipliği iş hayatının bir ödülü ya da vebalidir. Nasıl isterseniz...  Genelde tek tek gelir ama bir yerde kendi gibilerle ya buluşur ya karşılaşırlar. Etrafta başka kimse yokmuş gibi konuşmalarından onları tanıyabilirsiniz. Gündem iş değilse, farklı şehirlerin havaalanlarıdır. Bir gözleyin, bana hak vereceksiniz. Ayrıcalıklı kartlar, lounge'lar, ...

Gidip gelmeler hayatının bir parçası olmuş olanlar vardır. Onlar sessiz hakimleridir alanların. Sık seyahat ederler. Belki de çocukluklarından beri. Sessizdirler, çoğunlukla da çift. Kolayca fark edilmemeleri, belki de insanların bir ömrü havaalanı görmeden geçirdikleri zamanlarda bile seyahat eden bir grupta olmalarındadır. Tedbirlidirler belki o yüzden. Sakin ve yavaş hareket ederler. Spor ayakkabılar, eşofmanlar, rahat kıyafetler ve azıcık eşya.

Hayatında ilk defa havaalnına gelenler vardır. Çantalar, poşetler, elde bilet. Daha ilk güvenlik sırasında başlar stresleri. "Burası Ankara sırası mı?"

İşte orada başlıyor insanları tanıma anı. Duymamış gibi yapanlar. Bir tahmülsüzlük, bir eda "burası güvenlik sırası" diye çemkirip, kafasını çevirenler. Bazen samimiyetle durumu anlatanlar, ...

Geçen hafta İzmir'deki yeni iç hatlar terminalinde  ilk kez havalanında olduğundan emin olduğum bir amca eşini kaybetmişti. Perişan bir halde oradan oraya koşturup, önüne kim gelirse, yolcu, temizlik görevlisi "hanımı kaybettim, nereden bulacağım" diye sorup duruyordu. Öyle panik öyle divaneydi ki hali! Kendisine soru sorulanlar adamı sanki hiç görmedi!!! Deli gibi oradan oraya savrulan, "hanımı kaybettim, okuması da yok, ne olur yardım edin allah aşkına" diyen adam sanki yoktu!
Amca, üniformalı görünce, bir yer hizmetleri görevlisinin önünü kesti. Tabii ki oğlan çok meşguldü ve işi kayıp bir kadından, çırpınan bir adamcağızdan çok çok önemliydi. Geçip gitti amcanının yanından İnanamadım önce. Şizofrenik bir hal aldı işler saniyeler içinde. Acaba ben halüsinasyon mu görüyorum derken, yanımdaki adamla göz göze geldik. Adam "ben gideyim amcanın yanına, siz teyzeyi görürseniz, yukarı getirir misiniz, polisin oraya" dedi. "Olur" dedim.
Gitti adamcağız amcanın yanına, sakinleştirmeye çalıştı. Birlikte polisin yanına çıktılar.

Ben teyzeyi etrafta görmedim. Ekranları henüz çalışmayan, kapı numaraları her dakika değişen, anonsların özellikle anlaşılmamak üzere ve sanki anons edenin kafasına silah dayanmış gibi bir tonla yapıldığı, yepyeni, gıcır gıcır havaalanında uçağımı bekledim.

Havaalanlarını sevmiyorum. Bana sevmediğim çok şeyi hatırlatıyor.

"Hakikaten de insanlar iki sınıfa ayrılırlar. Yapanlar ve yaptıranlar. Para, yaptırtmanın bir yolu idi ve bir kadına kendisine cilve yaptırtmak, bir şarkıcıya şarkı söylettirtmek, bir dansöze göbek dansı yaptırtmak, garsonlara hizmet ettirtmek ve oradakilere kendisine  saygı duydurtmak isteyenler buranın müşterisiydi. İnsan olmanın diğer yolu ise, aşık olmak, şarkı söylemek, dans etmek, kendi işini kendi görmek ve kendine saygı duymaktı." İhsan Oktay Anar/Galiz Kahraman


17 Mart 2014 Pazartesi

Öze Dönüş

Kadınlar için hazırlanmış, kadın kadına bir programa gittim. Öze Dönüş. Coming Into Your Own.
Dolu dolu üç buçuk gün geçirdik. Baharın serinliğinde, çiçek açmış badem ağaçları arasında, kadınlar, gölgeler, göz yaşları, şaraplar, şarkılar, şiirler, eski ve yeni dostlar arasında ... Sabah erkenden kalkıp yogayla başladık güne. Hem öğle, hem akşam yediğimiz tatlılar kesmedi. Çaya taze naneler kopardık, güneş batışında yürüdük. Öyle kadın kadına; en insan, en öz halimizde, hayır duaları ettik birbirimize. Hayaller kurduk. Sarıldık sıkı sıkı.
Aşktan, sevgiden, anneler, anneannelerden, kuzlarımızdan, geçmişten, gelecekten konuştuk.

Ben gelirken, bir şeyler eklemiş değil, bir şeyler bırakmış döndüm. Daha hafif... Melek kartında yazdığı gibi; fazla yüklerimden kurtulmuş.

Gece ateşlendi güzel kızım. Can arkadaşım "babamı kaybettik" yazdı. Sımsıkı sarıldım ikisine de. Sarmak üzere...
Kalbim neredeyse bedenimle orada olmayı seçtiğim için kutladım kendimi.

Ben bu yıl şükrediyorum. Benim için olmuş, olmakta olan, olacak her şeye. Yolumu yazan kadere ve bu yolda yürümeye cesaret eden kendime bayılıyoruummmm....

Sevgili Burcu Yalman ve İpek Arcan'ın lider olduğu CIYO programını bulun ve sakın kaçırmayın!

Ben doğanın sesiyle söylenen ve tekrarlanan bir sözcüğüm ;
Ben mavi çadırdan yeşil halıya düşmüş bir yıldızım.
Ben Kış’ın gebe kaldığı, İlkbahar’ın dünyaya getirdiği elementlerin kızıyım.
Ben, Yaz’ın kucağında yetiştim ve Sonbahar’ın yatağında uyudum.

Şafak vaktinde rüzgarla birleşirim, ışığın gelişini duyurmak için.
Akşamları kuşlara katılırım, ışığın vedasında.

Düzlükler en güzel renklerine bürünmüştür
Ve hava benim kokuma karışır.

Uykuyu kucakladığımda,
Gece’nin gözleri olur üzerimde ve
Uyandığımda, günün tek gözü olan güneşe bakarım.

Şarap diye çiğ içerim ve kuşların sesini dinler,
Otların ritmik salınışıyla dans ederim.

Ben sevgilinin armağanıyım; ben düğün çiçeğiyim;
Ben bir mutluluk anının hatırasıyım;
Ben yaşayanın ölüye verdiği son armağanım ;
Ben mutluluktan bir parça, hüzünden bir parçayım.

Ama yukarılara sadece ışığı görmek için bakarım,
Gölgemi görmek için bakmam aşağılara.
Bu insanın öğrenmesi gereken bir bilgeliktir.

Kahlil Gibran

9 Mart 2014 Pazar

Mutluluk

Yağmurdan sonra gökkuşağı, yol kenarındaki gelincikler
Bahar gibi...
Sabahın kokusu, yatağından yıldızları seyretmek gibi
Öyle bir telaş, bir heyecan, bir sevinç
Bu dünya yeni kurulmuş gibi...
Hep hayal, hep umut
Öyle de, böyle de olur
Olan da kabul, olmayan yine olur
Bir parçası eksik sandığın yap bozu
Nihayet tamamlamış gibi...


Yakamoz

Ahmet Kaya'dan Yakamoz  dinliyorum. Ne kadar güzel söylüyor...  Kum gibi'yi dinledim, Mahur, Vur Beni, ...
Nefis bir albüm "Bir Eksiğiz". Yine de her şarkıyı Ahmet Kaya söyleyince başka güzel. Tam kalbime dokunuyor. Gözlerim doluyor. Kadife gibi ama insana deyen bir tutkuyla söylüyor.

"Bırak ay gitsin, sen kal bu gece
Umudumsun sen"

Her şarkısını ezbere söyledim. Ne zaman bu şarkıları dinlerdim..? Yine;  "ne çok zaman geçmiş" şaşkınlığıyla "daha dün gibi" arası...  Bir haliyle hiç birşey değişmemiş sanki. Bir yanıyla her şey artık bambaşka. Benim gibi.

Herşeyin hep aynı akıp gittiğini sandığın, hiç bir olağanüstülüğün olmadığı günlerden bir gün,  bir sebeple 1 aylığına bir yerlere gidersin. Mesela yazlığa diyelim. Dönünce birden fark edersin, sokakta bir tabela değişmiş, manavın önüne bir saksı eklenmiş, yan blokta bir daire boşalmış, ... Şaşırırsın!
Bazen roller değişir bir anda. Evde emekleyen bebeğin dünyasını merak eder, emeklemeye başlarsın. Birden bütün ev değişir! Halıların, kapıların, eşikler, çekmeceler, dolaplar bir başka olur birden! Bizimki böyle bir ev miydi???
Bileğini burkar, 3-5 gün topallayarak yürürsün. Belki bir destekle. Birden yollardaki tümsekleri, çukurları far edersin. Kaldırımlara çıkılamaz, belediye otobüsleri meğer atletlere göre tasarlanmış. Dünyan değişir.
Dünya tatlısı yeğenini 2 ay görmezsin, görünce ne çok değiştiğine hayret edersin. Dişi öyle miydi?  Saçlar?

Bazen birisi detaylar hakkında soru sormaya başlar. İlk defa gördüğü şeyleri anlamak için... Sorulara cevap vermeye başlayana kadar fark etmediğin detaylar arasında, bir de eskiden şöyleydi" demeden durmadığını fark ediverirsin! Meğer ne çok şey değişivermiş...
Bazen gerçekten dünya değişir. Öyle küçük küçük değil, her şeyi yerinden oynatarak. Baştan başlamış gibi hisseder insan. Belki gerçekten baştan başlayarak...

Bir zamandır değişimlerin her çeşidiyle iç içeyim. Hayatımında, işyerimde, memlekette her şey değişiyor. Küçük küçük değil, devrim gibi. Günlük hayata dair sorulara cevap verirken, hayatımı başka bir gözle görüyorum.

Her gün yeniden başlayan hayatı hep aynıymış gibi kabul ederek korkularımızı uzak tutarız. Sanal bir güvenlik duygusu hissederiz. Kuru kahveyi marketin aynı noktasında bulmak isteriz. Kek şu dakikada kabaracak, bildiğimiz marka çay güzel demlenecek,  haberler aynı kanalda, aynı saatte başlayacak... İnsan güvende hissediyor.

Herşey değişirse ne hissederiz? Heyecan, kaygı, enerji, yorgunluk, umut, cesaret, merak, ... Kolayca alışır mıyız? Nihat Sırdar artık Show Radyo'da mesela.

Kartopu gibi bu iş bloggerlar... Bir başladı mı, ardı arkası gelmiyor. Yuvarlandıkça büyüyor. Ben iflah olmaz bir  umutvarım. Sonunda her şey tam da olması gerektiği gibi olacak. Mutlaka!

Kendimi ilk defa Yakamoz dinlediğim günkü halimle hem aynı hem de tümden bambaşka hissediyorum. Öyle...

"İnsanım. İnsanca olan şeyler bana yabancı değildir." Karl Marx







1 Şubat 2014 Cumartesi

Kazak

Bloggercanlar,
En sevdiğim filmlerden birisi Truman Show. Yalnız olmadığımı tahmin ediyorum. Bazen etrafımdaki herşeyin böyle bir düzenin parçası olduğunu düşündüğüm olur. Ne zaman tükeniyormuş gibi hissetsem, beni yoranın harcadığım çaba değil bulamadığım anlam olduğunu fark ederim. Yaptıklarına bir anlam katmaya çalışmak yapıp ettiklerimden daha yorucu gelir.

Geçen akşam omuzu sökülmüş kazağımı dikerken hayatta becerebildiğim şeylerin değerinin ne kadar  "göreli" olduğunu düşündüm. Mutlak değil.

Becerdiğim şeylere karşılık bana ödenen karşılıkla fena olmayan bir yaşam sürüyorum, çok şükür. Buradan bakınca değerli becerilerim olduğu düşünülebilir. En azından Truman Show'un bu bölümünde geçerli. Bir para ediyor.
Peki sahne değişse, Survivor Adası'na düşsem mesela. Ya da daha fenası bir nükleer savaştan sonra geride kalan 3-5 kişiden biri olsam. Peki, hayal gücümüzü o kadar zorlamayalım. Bir köye yerleşmeye karar versem. Bildiğim, becerdiğim kadim dünyaya ait ne var?

Mevsimlerin dilinden anlar mıyım mesela? Hayvanların, bitkilerin, böceklerin? Buğdaydan un, undan ekmek yapabilir miyim? Doğum yapan bir koyuna yardım edebilir miyim? Bir komşuya peki? Rüyaları yorumlayabilir, bahçemi çapalayabilir, duvarımı boyayabilir, perdelerimi dikebilir miyim?

Erkek ya da kadın olmanın yaşam pratiğindeki tek farkının kavanoz kapaklarını açmada olduğu mevcut show'umuzda idare edip gidiyoruz işte.

Annemi düşünüyorum. Neredeyse bütün ağaçları, otları tanıyan, dikiş dikebilen, örgü örebilen, oğlunu evde bir ebe ve komşularıyla doğurmuş olan, undan hamur, hamurdan ekmek yapmayı bilen, yoğurt mayalayabilen ama internet bankacılığını kullanamayan. Bilanço okumayı bilip, blog yazarken annemi takdir eder buldum ya kendimi!

Düpedüz yaşlanıyorum bloggerlarım. Nasıl hoşuma gidiyor bu durum!

Bakarsınız şimdi çıkar bir çift şişle, yün alır bir kazak örmeye başlarım.  Laf aramızda potansiyelime güveniyorum:))

"Happy are they that can hear their detraction and put them to mending." Sheakspeare/Much Ado About Nothing

Kitap: What Got You Here Won't Get You There-Marshall Goldsmith

Psikeart'ın kaygıbunaltıanksiyete sayısında kendimi bulduğum yerleri yazacağım.

30 Ocak 2014 Perşembe

Sayıklamalar

Karar sorusu: Haklı mı olmak istiyorum yoksa mutlu mu?
Hangisi için emek harcasam?

Biri olmadan diğeri olur mu?

İkisi birden olamaz mıyım? Mutlu olmakta haklıyım. Haklı olduğumdan mutluyum.
Hem haklı hem mutluyum. (Çok saçma oldu.)

Bırak herşeyi birden fazla herhangi birşey hayal etmeye bile karşı bir annenin kızı, sonu gelmeyen ihtimallerin sahibi bir kızın annesiyim.

İşim zor bloggerlarım. Ya da belki sadece bana öyle geliyor?


Hep taşar mı yaşadıklarım
Aşamadıklarım hep taş.
Hiç yaşar mı taşıdıklarım
Aşırdıklarım hep yaş

Oruç Aruoba/Sayıklamalar

26 Ocak 2014 Pazar

Kaç çıktı?

Bir şeyi bırakmanın zamanı geldiğini nasıl anlar insan, ne zaman "biraz daha gayret" zamanıdır? Her başlangıç, her yenilik içinde bir fırsat mı taşır? Yoksa doğrusu sabırla devam etmek midir? Bir hayat kaç kere baştan kurulur?

Kelimelerin anlamı, o kelimeyi söyleyene göre değişir mi?

Sorulardan yana fakir olanları kıskanıyor muyum yoksa? "Asıl" sorulara cevapları bulduğum bir dönemdeyim. Karar vermenin eyleme geçmek olduğunu öğrendim. Yolların, yola çıkmaya gönül koyana açıldığını öğrendim. Mucizelere inanıyorum artık.

 Ofis insanları için senenin yıllık sonuçlar, performans değerlendirme, hedef belirleme, yıl planlama, geri bildirim alma-verme dönemi...
Okul dünyasının sömetr tatili. Karneler alındı, ödevlere, sınavlara ara verildi.
Herkesin ölçülüp biçildiği, bütün yapıp etmeleri sonuçlara, rakamlara çevirip, sonra o rakamların yapıp etmelere nasıl karşılık geldiğini anlatma çabası...
Durup düşününce; yapmayı bildiğim şeylerin tamamını yukarıda cümle özetliyor diyebilirim. Yapıp etmelere bir değer biçme, bu değeri başka yapıp etmelere çevirmeye çalışma. Amacımız; bir sonraki ölçüm bir öncekinden büyük (bazen küçük) olsun. "Daha" olsun.

Başarının olma değil de yapma ile ölçüldüğü bu dünyanın bayrağını taşıyan ben, kendi başarımı neyle ölçüyorum? Ne yaparsam mı başarılı olurum? Kim olursam mı?

Yaaaa...

Yok, belli oldu. Ben sorulardan yana fakir olanları kıskanıyorum düpedüz.

Yağmur duasına çıkılan, gereğinden fazla sıcak, fazla yumuşak bir kış geçiyor. Bugün nihayet yağmur yağmaya başladı. Kar da başlamış çok şükür.

Yapıp etmelerimiz kim olduğumuza sebep midir,  kim olduğumuzun sonucu mu? Ne dersiniz?

"Those who tell their own story, you know, must be listened to with caution." Sandition/Jane Austin

Nefis bir sürü defter aldım. Bir tanesi Jane-a-Day.  365 güne bir Jane Austin alıntısı. Her güne bir Jane. Bir de uykusuz defterim var. Ondan da yazarım bir kaç satır. Dergilerim, kitaplarım ve  de kindle'ım!!!

Aşk... Sebeplerin ve sonuçların en güzeli.













5 Ocak 2014 Pazar

Niyet

Blogger'larım,
Yazacak çok şey birikti yine. Bir özet yapalım, devamı kısmetse...
Yılbaşını bahane edip, çoluk çocuk Almanya'ya gittik. Şansımıza hava da  iyiydi. Çok gezdik, çok yürüdük, çok yedik, çok güldük, çok eğlendik...
Kızlar, anneler, canlar, ... Şehirlerin, sokakların, uykunun, günün, gecenin, kafelerin, mağazaların, kahvelerin tadını çıkardık.

Elif Şafak'ın yeni kitabını yazacağım daha. Psikeart'ın yeni sayısını, kızların Amsterdam anılarını, tatilin sonunda yakalandığım nezleyi, yeni yıl niyetlerini...

Amsterdam'da kilise karşısında kırmızı fener, waffle yanında fantastik kostümler, bisikletler, kanallar, çiçek pazarı, nefis binalar ve şehri saran kokular arasında kaybolurken bu kadar açık, dürüst olunabilmesine hayranlık duydum, ama gizliden. Amsterdam hayatın kendisi gibiydi. Öyle tüm curcuna bir arada. İyi, kötü, doğru, yanlış ne varsa. Saklamayınca, sakınmak mümkün olur mu bilemeden, sokaklarda yürüdüm. Sakınmayıverilsin diyemedim...

Uzun uzun yazasım var Elif Şafak'ın son kitabını. Ustam ve Ben. Çok sevdim. Çok da beğendim. Ennnn sevdiklerimden Jose Saramago'dan esinlenmiş mi, sorusuna kendisi cevap vermiş. Esinlenmiş. Bambaşka bir roman yazmış yine de... İçinde bir sürü popüler gündemden iz varsa da, ben keyifle okudum. En sevdiğim satırları yazacağım.

Yeni yıl niyetim: Bu yılı şükredeceğim.

Bir insan hayatını kaç kere baştan kurar? Çocukluk kısmı da sayılır mı?

Ben bu yıl şükredeceğim.

"O zaman rotanı yeniden çiz. Yol değil, yolcu değişir." Elif Şafak/Ustam ve Ben