9 Kasım 2014 Pazar

Kırk kere

Şanslıyım. Öyle piyango falan çıkmaz bana (hala umudum var, ayrı), oyunlarda da fena yenilirim. Aşkta kazanma tesellisiyle bu yaşlara geldim. Neyse ki, kumarda kaybettiğime üzülmedim çok şükür:))
Şansım kaderimden yana bloggerlarım. Yoluma çıkanlardan yana. Seçtiğim yolların çıktığı yerlerden yana... Ama en çok yolda bulduklarımdan yana... (Maşşallah)

Blogger canlarım, bu yıl ilk defa okyanusu aştım ve Amerika'ya gittim. New York'a. Yeni dünyanın ışıklar şehrine bayıldım. Seyahat sever çakma evhanımınız gezmelere bayılır ya, en sevdiği dönme hissidir, malum. Artık "dönme hissiydi" diyeceğiz. Çünkü New York'tan dönmek istemedim. Hayatımda bir ilk!
Neyi bu kadar sevdiğimi anlatmak zor. Sokaklar, yeşillik, hem her çeşit farklılık, hem huzur, hoşgörü, sokaklardaki hareket, bisikletler, bir blok ötede tümden değişen başka dünyalar, sincaplar, gülümseyen insanlar, nezaket, sadece çay satan, kasket satan, harita satan şahane küçük dükkanlar, rüya kırtasiyeler, Soho, mahalle hayatı, avm olmayan bir mega şehir, sokaklarda tamirciler, çantacılar, küçücük butikler, plakçılar, ... Turist merkezlerinden, küçücük ara sokaklara, caz çalan enfes restorantlardan sokak sosislerine her şeyi çok sevdim. New Yorker'ların sokakta yiyip içmesine, mont altına parmak arası terlikle gezmesine, kimsenin gömlek, kazak içine birşey giymeyip hiç üşümemesine, sağlıklı beslenmenin takıntı olmuş olmasına hemen alıştım. Yazın cehennem gibi sıcak, kışın buz gibi soğuk olur tehditlerine aldırmadan, sonbaharın nefis havasının tadını çıkardım. Parklarda uzandım çimlere, gazete alıp, köşelerdeki diner'larda kahvaltı yaptım, Brooklyn'e, kırmızı tuğlalara, Manhattan manzarasına, şehir içinde küçük köylere, şehri böyle koruyup sevme fikrine bayıldım, özendim, kıskandım.

Sokaklarda ne kadar şanslı olduğumu düşünerek yürüdüm. Bir kere daha...

"Maşallah" diyeceğim, siz de deyin arada. Nazar diye birşey var bloggerlarım. Bana güvenin.

Yolumun engebeli bir kısmındayım yine. Şikayetçi değilim. Nereye çıkacağımı merakla, heyecanla bekliyorum.

Bu arada; her bunaldığımda gözlerimi kapatıp hayalini kurduğum, tepede, denize bakan, küçük beyaz evi buldum. Hatırlar mısınız beyaz ev hayalimi? Hani Narnia Günlükleri'ndeki gibi bir dolabın kapağı arkasından geçip saklandığım paralel dünya hayalimi... Kimsenin kaçıp saklandığımı fark etmeyeceği, döndüğümde sadece bir sn geçmiş olacak olan paralel dünyayı...
Henüz beni saklayacak dolap kapağı bulamadım ama hayalimdeki evi buldum. Hayalime o kadar çok benziyor ki inanmak da zorlanıyorum. Küçücük bir apartman dairesi. Bir tepenin üzerinde. Sanki denizin üstünde...

40 kere söyleyince, hayal edince, oluyor bloggerlarım.  Şu 40 mühim sayı...

Niye yazmıyorsun diye sitem eden bloggercanlar; inanın cevabı bilmiyorum. Bu ara, daha çok kaçıp dolabın arkasına saklanasım var.

Kitap: Renksiz Tsukuru'nun Hikayesi/Haruki Murakami (Mutlaka)

"İster inan, ister inanma, benim için fark etmez. Çünkü er ya da geç, bu anlattıklarıma inanacaksın. Sen de nasıl olsa öleceksin. Ölümle karşılaştığında, ne zaman nasıl bir ölüm olur bilmem, mutlaka bu konuşmayı anımsayacaksın. Sonra benim anlattıklarımı olduğu gibi kabul edip, buradaki mantığı baştan sona kavrayacaksın. Gerçek mantığı... Ben sadece bunun tohumunu ektim."






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder