30 Eylül 2012 Pazar

Neysem o

Bugün Çeşme'de deniz sefasıyla yazı kapattık. Bonus oldu. Hafta ortası birden yeniden yaz geldi!

Çok şey birikti ya, yazmaya başlamak zor o yüzden... Nerden başlasam?

"Ben insanların hayran olduğu kişilere galiba hiç benzeyemeyeceğim"diyen bir arkadaşım beni düşündürdü geçen hafta. "Ben kime hayranım acaba?" diye başladım düşünmeye? Kimseyi bulamadım desem... Hayranlık zor kelime, aşk gibi. Kime aşık olursun sorusuna da cevap veremez ya insan, onun gibi.... (Verebilen var mı yoksa?) Epeyce düşündüm, sonra bir liste yaptım. Artık siz de biliyorsunuz bloggerlarım, karşımda görünce hayran ya da sinir olduğum ne varsa aslında benimle ilgili. Dünya bizim aynamız. Ve hepsini hatırlamak her zaman yeni bir öğrenme! Ya da her yeni öğrenme bir hatırlama...
 İşte listem:
Ben tutkulu insanlara hayranım. Hayallleri olanlara... Savaşçılara... Korkusuzca değil, korkularına rağmen, korkularıyla birlikte yol alanlara. 
Ustalığa hayranım. Her ne yapıyorsa onun erbabı olanlara. Uzmanlığa...
Duyarlı insanlara hayranım. Şefkatten başka birşey söylemeye çalıştığım, kendine rağmen, kendisiyle birlikte bir gerçeği olanlara. Bir bütünün parçası olanlara.
Derin insanlara hayranım. Entellektüel derinliğe, onun içindeki bilgeliğe. 
İçten ve dürüst insanlara hayranım. Yalan söylemeyen, kimseyi kandırmayan falan değil herkesin yalan söyleyebileceğine, insan olmanın her olasılığı içinde taşıdığının farkında olan bir dürüstlüğe.
Komik insanlara hayranım. Bir de kolayca birlikte gülenlere.
Tevzuya hayranım! galiba hepsinden fazla...
Yaratıcılığa bir de! 
Dostları, hiç kopmamış bağları olanlara, kalbinin en derinini açma cesareti bulmuş olanlara,
Kendisi gibi olanlara, herkesin kendisi gibi olmasına ilham ve cesaret verenlere,
Bir de gürültüsüz olanlara. Sessiz, az konuşan falan değil söylemek istediğim, gürültüsüz.

Geçen hafta bir toplantımızda konuşan Cem Tarık Yüksel'e hayranım mesela. Epeyce anlı şanlı bir profesyonel ve aynı zamanda fütürist olan Cem bey ilham verici konuşmasıyla, derinliğiyle falan gerçek bir hayranlık sebebiydi ama beni asıl etkileyen O'nun mezun olduğu okulda öğrenci olan bir genç kendisini tanıtınca ilk sorduğu soru oldu: Hala çok zor mu? diye sordu. Heyecandan nefes alamayan çocuğun hemen yüzü güldü! "Valla, ben de çok zorlanıyorum" dedi. Karşılıklı gülüştüler. 
İki insan bir bağ kurdular. Kendileri gibi oldular... Ben hayranlıkla izledim. 

Geçen hafta hatırlama haftasıydi. Evlilik yıldönümü, kızımın doğumgünü... Ve haftasonu ne zamandır gerçekleşmesini heyecanla beklediğim eğitim oldu. Ben de asistandım. 
Bir de koçluklarımdan kapananlar oldu.  Küçücük hayallerimin gerçekleştiğini gördüm. Mutlu oldum, çok! 

Yarın doğum günüm bloggerlarım. 38'i bitiriyorum. 
Kendi yolumu bulmayı, yol açanlardan olmayı seçtim. Neysem o olmak üzere yollardayım! 

"Dünya senin onu düşlediğin gibidir; o bir aynadır. Dışarıda kendi dünyanı bulursun, yarattığın, düşlediğin dünyayı." Tanrılar Okulu/ Stefano D'Anna.




16 Eylül 2012 Pazar

Miyop

Sevgili Bloggerlar,
Bu depo yazılarımdan bir tanesi. Nedense yayınlamamışım. Okul açıldı. İşte hareketli, değişikliklerin olduğu, olacağı yorucu ve heyecanlı bir dönem. Hastanede yatan aileden birisi, kuzenim eşinin doğumunu beklerken bebeğini kaybettiği haberi...
Kendime "nasıl yine aynı tuzağa düştüm" dediğim şeyler, "herşeye değer" dediğim teşekkürler, mailler, önümüzdeki hafta yine nefessiz... Sıcak bir pazar. Kızımın doğum günü geliyor....


Uzaklarda bir arkadaşımla yazışıyoruz. Yeni hayatına uyum sağlamaya çalışıyor. Atlattı sayılır. İçinde bulunduğumuz yaşın gereği galiba, hepimiz hayatımızı sorguluyoruz bir biçimde. Kimimiz isteyerek, kimimiz yaşamın dayatmasıyla… "Bir arkadaşım; hayat sana verdiklerini biriktirmeni ve hazır olduğunda bir değişim adımı atmanı bekler. O adımı sen atamazsan arkandan iter seni "demişti. Haklı olduğunu düşünüyorum.

Bazen biz istemesek, gönüllü olmasak da piyangodan çıkıyor sınavımız. Sorular çok zor yerlerden geliyor, çalıştığımız, ezberden bildiğimiz cevaplar işe yaramıyor. Ama diyoruz; “ben tüm soruları cevaplamıştım”. Haksızlığa uğramışlık duygusu içimizde… "Kim karar veriyor doğru cevaplara?!!"

Çaresiz olduğumuza ikna olana kadar direniyoruz. Sonra, yeni dersler öğreniliyor, yeni cevaplar bulunuyor.
Öyle bir yaştayız ki, önümüzde hala zamanımız var (varsayıyoruz) ama artık boşa geçirecek kadar çok kalmadı. İçimizde hem bunun güveni, hem endişesi kaldığımız yerden devam etmek için, baştan başlıyoruz.

“Farkında olmak” günümüzün en muteber meziyeti. Bir “farkındalık”tır ki hep beraber peşindeyiz. Bir aydınlanma, erme, bilme hali. Bir ayrıcalık. “Farkında” olan vaaaar, olmayan var.
"Daha çok şeyin farkında olucam” hedefiyle hayatımıza bakıyoruz. "Vaay, meğer ben bunu önemsermişim, demek şunun ardındaki buymuş, bu da olabilirmiş aslında, kendimi nasıl da ksıtlamışım"… Fakat bu fark etmeler neye yarayacak? Öyle ya amaçsız farkındalık zehirleyici bile olabilir.
Gönlümüzün muradı kolay: mutlu olmak!

Gel gelelim, “farkında” olmak mutlu olmaya yetmiyor! Mutluluk bilmeden çok gönül işi. Gönül gözüyle görme işi. Onca farkındalığa rağmen; gönül gözü bazen kendinden öteyi zor görüyor. Bu gönül gözü dediğin de ileri derece miyop olabiliyor.
Gönül gözünüz miyopsa iş zor! Onca farkındalıktan(!) sonra yine de gideceğin yol bulanıksa mesele farkındalık markındalık değil. Miyopi!
Farkında oldun, karşındaki yol birken beş oluyor belki ama ne fayda… Kaldın mı başladığın yerde! Gönül gözü miyopisi lazer cerrahisi, gönül gözü gözlüğü, lensi tedavileri için uğraş dur şimdi…

Yoksa olduğumuz yerde kalsak mı? Göz görmeyince gönül nasılsa katlanır hesabı…

"...pusulasına bakıp, hızla ilerlediği yönün gitmesi gerekenden çok farklı olduğunu ama bu gidişi durdurabilecek güçte olmadığını, geçen her dakikanın onu asıl izlemesi gereken yönden daha çok uzaklaştırdığını ve doğru yoldan ayrıldığını kabul etmenin, ölümü kabul etmekten farksız olduğunu gören bir denizcinin hissettiğine benzer bir duygu uyandırıyordu." Anna Karanina/Tolstoy

Kitap: Anna Karanina (Hakkında syfalarca yazabilirim. Haddim değil. Muhteşem X 1000!)
Yüzüklerin Efendisi: Her p.tesi cnbc-e'de. İlki geçen haftaydı. Görümü kırpmadan izledim. İlk defa seyrediyormuş gibi.




Fazla İyi!

Bu ara top yekün bir fikir değişikliği içindeyim. Hepimizin bildiği meşhur “sen bana/bize fazla iyisin" ya da "başka biriyle/bir yerde daha mutlu olabilirsin" laflarının aslı olabilir diye düşünüyorum.
Eskiden bunun en basit, en adi savuşturma yöntemi olduğunu düşünürdüm. Malum bu cümleler birini red edeceksen, terk edeceksen falan hem çıplak gerçeği söylememek hem de karşındakinin seni iyi hatırlamasını sağlamak için uydurulmuş adi bahaneler olarak hayatımızın klasiğidir. Yüreksiz, cesaretsiz bir tavır olduğunu bile bile bu cümlenin çeşitli versiyonlarını kurmuşluğumuz da duymuşluğumuz da olmuştur.


Ve fakat son dönemde tam da böyle hissetmenin, samimiyetle böyle hissetmenin mümkün olduğunu görüyorum!

Şimdi galiba şöyle oluyor: Birisiyle ilişkimizde (bu iş de olabilir) onca çabamıza ve iyi niyetimize rağmen karşımızdaki bize kendimizi kötü hissettiriyor. Bir biçimde değersiz, önemsiz, başarısız, yetersiz, eksik ya da hatalı hissediyoruz. Üzülüyoruz. Hatamızı anlamaya çalışıyoruz. O’nun gözüyle bakıyoruz. Empati(!) kuruyoruz. “Neyi farklı yapabilirim” diyoruz. İçimize tam sinsin, sinmesin ne anladıysak ona göre kendimizi düzeltmeye çalışıyoruz. Değil mi ki karşımızdaki kişi, yaşadığımız ilişki, her neyse bizim için değerli elimizden geleni yapıyoruz.

Derken yine aynı şey oluyor. Bir kere daha… Bu sefer sorgulamamız biraz genişliyor. Karşımızdakini anlamaya çalışıyoruz ama bir yandan da kendi değerimizi sorgulamaya başlıyoruz. Bu sefer hissettiğimiz sadece üzüntü değil, birazcık da haksızlığa uğramışlık duygusu ekleniyor. Kendinizin iyi hallerini hatırlamaya başlıyorsunuz. Ben o kadar da eksik, hatalı, yetersiz, düşüncesiz, anlayışsız (her neyse) değilim diyebilmek için, en azından kendinize, geçmişe yönelik bir tarama başlıyor. Konu işinizse bir önce işinizdeki başarılarınız ya da geçen yıl başardıklarınızı sayıp dökme ihtiyacı hissediliyor. Özel bir ilişkiyse yapılan fedakarlıklar hatırlanıyor, anlayışlı olmalar, tavizler, sürprizler, vazgeçilenler vs. vs. Öfke, kırkınlık hissediliyor. O kadar kötü, eksik, hatsız, vb. olmadığını karşı tarafa anlatmak hatta ispat etmek ihtiyacı hissediyor insan. 

Sabrınıza, vazgeçmemeye(!) ve kendinize verdiğiniz değere göre toplam süre değişse de galiba seyir çok benzer.

Önce bir hayalkırıklığı ve üzüntü, bir panik hali. Hatayı kendinde arama-bulma, düzeltmek için emek verme; sonraki tekrarda üzüntü, örtülü bir öfke (ama ben düzelmeye çalıştım, azıcık da sen ilerlesen…) hissederek emek vermeye devam etme; bir sonrakinde yine üzüntü, açık bir öfke (tek tek yaptıklarını sayıp dökme) ve emek vermeye devam… Sonraki faz üzüntü, öfke, kendini değersiz hissetme, değersiz olmadığını kendine hatırlatma çabaları ama yine emek vermeye devam…

Bu döngünün sürmesi için gerekli enerjiyi sağlayan şey her şeye rağmen o ilişkinin senin için iyi olduğu inancı. Onu korumak isteği…

Derkeeeen bu tekrarlardan birinde nefes almak için başını kaldırıp karşıya bakınca birden bir şey oluyor. Senin ufkunda o kişi, o ilişki, o iş, o her neyse görünmüyor!

Üstelik karşıdakinin bir günahı olmadığını görüveriyorsun! O sadece senin için fazla iyi!
Bu adi bir kaçış cümlesi falan değil. Öyle…

İşte özgürlük anı! Uğraşacağın bir şey olmadığını görüyor, O’nu mükemmel dünyasında bırakıp gitmeye karar veriyorsun. Üzüntü yok, öfke yok, haksızlığa uğradım ya da haksızlık ediyorum duygusu yok.

Paradoksal olacak ama tam da böyle olduğunda bunu söylemek zor. “Sen/burası bana fazla iyi” diyemiyor insan. O zaman başka bir bahane buluyor. İçindeki ses yine “iyi ki geçti!” derken…

“Endişelerimiz haindir ve içimize deneme korkusu salarak genellikle kazanabileceğimiz bir şeyi kaybettirirler.” William Sheakspeare/Kısasa Kısas



15 Eylül 2012 Cumartesi

Sevdiğim Şeyler

Büyük bir otoparkta arabamı hemen buluvermek
Kuru köfte ve karışık kızartma
Gitmek
Deniz (seyretmek, kenarında yürümek, kokusunu duymak ama en çok içinde olmak)
Gecenin sessizliği
Sıkıca sarılmak
Kotun tammm istediğim gibi durması
Sabahları Nihat Sırdar
Kısa tırnaklar, kırmızı ojeler
Aklımdan geçen yemeği evde buluvermek
Çok özlediğim bir arkadaşımdan haber almak
Anneler-kızlar buluşmaları
Kitaplar
Çikolata
Dire Straits'den Romeo&Juliet
Yoğurt
Uzuuun mektuplar, maillar almak, sonrada cevap yazmak
Kendisine çay almaya giden birinin bana da çayla gelmesi
"Şimdi bir aradayız seni özledik, sesini duymaya aradık"  diyen telefon
Kocaman sofralar
Uyurken yüzümde hissettiğim hafif rüzgar
Küpeler ama illa ki halka küpeler
Sade Türk kahvesi
Mağazada beğendiğim daracık pantalona girmek
Aynı pantalonun indirimde olduğunu görmek
Trafikte ışıkların hep yeşil olması
Kapıdan çıkınca asansörün bizim katta olduğunu görmek
Uzun yürüyüşler
Yeni dergilerin kokusu
Kanepede uzanıp tavanı seyretmek
Kanepede uzanıp eski Türk filmlerini seyretmek
Bacaklarımı toplayarak oturmak
Ocağın üzerinde çaydanlık
Evde kek kokusu
Yanındayken sessizce huzur bulduğum dostlarım
Yanında en sansürsüz olduğum dostlarım (aynı 3-5 kişi)

Başka?

“Ben denize gittim mi, tayfa olmalıyım; baş kasaraya inen, ana direğin tepesine çıkan düpedüz bir tayfa” Moby Dick/Herman Melville





2 Eylül 2012 Pazar

Mühimmm2

Yaz yaz bitmiyor bloggerlarım.  En mùhim kısımlar niyeyse sona kalıyor bu ara!
Efendim, tatilde alınan kilolar verildi. Kilo polemiklerine açığım. Tabii tercihim olan yorumlar; manken gibisin, aaa ama bu kadar zayıf olma, bir kaç kilo al, daha da mı zayıfladın sen, vb olabilir.

Okul 10 Eylül'de açılıyormuş. Yeni bir kitap, defter kaplama kabusu beni bekliyor! Acaba Nazlı'ya deveredebilir miyim ki bu yıl. Tabii öncelikle iş saatlerinde gidip kitapları almak ve okula "annelerin hepsinin evde oturmuyor" diye çemkirmek  işim var. Bu haftaki yapılacaklar listesi kalabalık.

Bu yıl pek düğün yoktu ki bu konuda duygularım ayrı bir yazı konusudur. Bugün sanırım bu sezonu kapadık.

Veee İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı raflarda: Yedinci Gece.

Son olarak sevdiğim tüm polisiyeler ve yeni sezon big bang theory cnbc-e'de.

"Yavaşlık hep aldatır, hızlılık ise unutturur." Milan Kundera

Sonbaharın gelişi

Hala gündüz çok sıcak. Ama geceler serinledi. Eylül geldi.
Okullar iki haftaya açılıyor. Yeni okul kıyafetleri alındı. Sokaklarda sarı yapraklar, yollarda en sevdiğim ayçiçekleri... Sonbahar geliyor.

Yıllık izinler bitti, toplantılar, seyahatler, yeni başlangıçlar, seyahatler,...

Sonbaharı seviyor muyum, emin değilim. Renklerine, ayçiçeklerine, serinleyen havaya, ışığın kırılmasına, yağmurlara bayılıyorum. Ama yazı geride bırakma duygusunu sevmiyorum. Tüm sıcağa, göz açtırmayan ışığa, başlamayan geceye rağmen yazı seviyorum. Yalınayak dolaşmayı, incecik giyinmeyi, geç saatlere kadar sokakların canlılığını, derin masmavi denize atlamayı, derinlikten ürpermeyi ama bir yandan hayranlıkla suyun içinde olduğuma şükretmeyi, sahilde yatıp yıldızları seyretmeyi...

Ayçiçeklerinin ve yol kenarlarına serilmiş üzümlerin, kızımın doğumgününün tadını çıkarma zamanı!

2013 içinde ACC olacağım. Kış için hayalim bu.

"İki sonsuzluğun, geçmiş ve geleceğin birleştiği yerde, tam olarak şu anda kalabilmek için her şartta, günün her saatinde anı uzatmak ve aklıma kaydetmek için çalıştım." Henry David Thoreau

Vazgeçmeme tabusu

Vazgeçmemenin ne büyük bir erdem olduğundan büyük çoğunlukla hemfikiriz. Kararlı olmak, istediğin şeyin peşini bırakmamak, sonunda onu elde etmek... Çocuklarımıza da öğütlüyoruz ısrarla. "Kolayca vazgeçiyorsun" diye eleştiriyoruz. "Oysa, hiç birşey kolay elde edilmiyor. Vazgeçmeyeceksin. Amacına ulaşana kadar uğraşmalısın! Sahip olduklarının değerini böyle bileceksin."

Öyle mi gerçekten? Ne zamana kadar vazgeçmeyeceksin? Vazgeçmeyi bilmek de bir erdem değil mi? Vazgeçme zamanı geldiğini insan nasıl bilir? Bu konuda düşünüyorum.

Hiç konuşulmayan şeyler üzerinde düşünüyorum bir de. Tabular. Bir ilişkide hiç konuşulmayan, hiç girilmeyen, yasak bölgelerden bahsediyorum. Anne-evlat, ast-üst, kadın-erkek, iki arkadaş, iki kardeş, ... Bazen olur. Bir ilişkinin bir yerinde bir düğüm olur. Bir yara. Dokununca canın yanar. Dokunmazsan, iyileşmez. Canın yansın istemezsin. Dokunmazsın. Üstünü örtersin. Yanından geçersin. Görmezden gelirsin. Bir zaman sonra yakınına da fazla yanaşmamaya başlarsın. Böylece yasak bölge, emniyet şeridiyle birlikte genişler. Bir süre sonra dikenli tellerin etrafını bitkiler kaplar, herkes yasak bölgeye alışır. Etrafından dolaşarak geçmek yadırganmaz olur.

Tabu olan konu her neyse o ilişkinin içinde sanki hiç yokmuş gibi devam etmek herkesin işine gelir. Sanki hep böyleymiş gibi yaşanır. Evet, bu bir oyun, bir kandırmaca elbette ama herkesin kandırılmak işine gelir. Böylece herşey olduğu gibi devam eder. Eksik, yaralı, yarım, ... Ama madem ki kimse bunu dert etmez, idare edilir. Yasak bölgeye girilmedikçe potansiyel çatışmalar, kanamalar, acılar, kopmalar ya da rahatlamalar, çözümler imkansız hale gelir. Konuşulmayan, yaklaşılmayan konuya teyet konular ufak ufak yasak bölgeye eklenebilir. Bazen bambaşka bir konu daha tabulara eklenir. O zaman etrafından dolaşılacak, görmezden gelinecek bir açık yara daha olur. İlkine alışan bünye ikincisini daha kolay taşır belki de.
Bir ilişki kaç açık yarayla kangren olur? Kaç yarayı iyileştirmeden yaşayıp gidebilir? Bir ömür ne kadar böyle harcanır?

Nedir bizi bazı şeyleri konuşmaktan alıkoyan? Kaybetme korkusu mu? Vazgeçememek mi?
Peki ama ya iyileşme umudu? Korkularımız ne zaman, nasıl umudumuzdan daha güçlü hale gelir?

İnsan neyden vazgeçmemeli bloggerlarım? Sahip olduklarını korumaktan mı?
Ne için elinden geleni yapmalı? Elindekileri kaybetmemek için mi? Sahici ve bütün bir hayata sahip olmak için mi?

Artık biliyorum, doğru olan diye bir şey yok. Seçimlerimiz var. Ve seçim yapmak, hepsini birden istemekten vazgeçmek demek. Bana sorarsanız isteklerin için vazgeçebileceklerini bilmek, hiç vazgeçmemekten daha büyük bir erdem.

"Mutluluğun anahtarı, bırakmayı öğrenmektir." Buda.

Maviay

Aynı ay içinde iki defa dolunay görülmesi çok nadir olurmuş. Bugünlerde gördüğümüz Ağustos ayının ikinci dolunayı. Çok nadir, ismi "bluemoon".  Maviay.

Bizdeki kırk yılda bir lafına karşılık gelen "once in a blue moon" daki blue moon, işte bu blue moon. Evde yatağımdan seyredebiliyorum dolunayı. Nasıl güzel bir ayrıcalık!
Geceler serinledi. Pencereyi açıyor, pikemi üzerime örtüyorum. Yatağımın kenarında kitaplarım, dergiler, karşımda dolunay ve esen rüzgar. Hala en sevdiğim şeyler aynı.

Bir süre önce "oturunca yazacak birşey bulamıyorum" yazmıştım. Sanki yazacaklarım birikmiyor gibiydi. Bu ara çok birikti! Aklıma düşenleri kaydetmeye yetişemiyorum.

Bu yaz uzun süre ailemle birlikte kalınca, aniden, hiç hazırlıksız bitti, geçti-gitti sandığım  çocukluk, ilk gençlik dertlerimin içine düştüm ya yeniden; aklımın bir kısmı sürekli oralarda dolaşıyor. Sonra elinde unuttuğum ya da unuttum sandığım şeylerle şimdi zamana dönüyor!
Çocukluğum boyunca evde yalnız kalmayı ne çok sevdiğimi hatırladım mesela! Üniversiteye başladığım yıl değilmiş meğer miladım. Daha Şafak bile yokken, tek başına, yalnız bir odada yatar, aslında çok korkar ama buna bayılırdım. Tek başına olmayı meğer ne kadar eskiden beri severmişim. Hiç değişmemiş. Evde herkesten geç yatardım, çünkü herkes uyuduktan sonra evde tek başınaymış gibi hissedebilirdim.
Hiç bir zaman pikniğe gitmeyi sevmedim! Hatırlıyorum, tüm pikniklere bir mazeret bulup gitmediğimi. Hala sevmem. Kalabalık, mahremiyet alanının olmaması, ...
Kapıların, pencerelerin açık olması sevmem. Mahremiyet ararım ben. Sokak kapının açık olup, gelen geçenin selam vermesi, evin taa içine kadar görülmesi beni rahatsız eder. Taaa çocukluğumdan beri.

Çözdüm yazlığı niye sevmediğimi böylece! Bir saniye bile tek başıma olamıyorum orada. Kapılar hep açık. Herkes bir arada. Ben neye ihtiyaç duyuyorsam, tamamından mahrumum!

Babamla bir hafta yalnız kaldığımız zamanları hatırladım. Ya annemle Şafak Kıbrıs'ta olurdu, ya İzmir'de. Ne keyifle vakit geçirdiğimi hatırladım. Ortalığın düzenli olmasına takıntım, durmadan balkonların yıkanması, çamaşır yıkanması, evde durmadan iş çıkarmam, evi kendimce derleyip toplayıp sokaklarda dolaşmanın büyüsü de taaa o zamandan... Çakma evhanımlığından 20 yıl önce!

Uzun yürüyüşler de çoook eskiden. tek başına deniz kenarında oturmalar da. Deniz yoksa göl. Ödemiş'in yaylası olan Gölcük etrafında saatlerce dolaşmalarımı hatırladım. Hacı karakterim de! Aynı yere tekrar tekrar gitmeler, aynı şarkıyı, şiiri özlemeler, aynı filmi bir daha izlemeler... Cher ve Winona Ryder'ın oynadığı Denizkızları filmine 3 kere gitmiştim galiba. Hem de sinemada. Pretty Woman'a da öyle... Her iki filme de bayılmıştımmmm!

Buradan bakınca görüyorum ki ben hep cesur kahramanlara hayranmışım! Denizkızları'ndaki anne Cher'i hatırlıyor musunuz? Deli, çapkın, eserikli, kendi gibi, kimseye benzemeyen bir anne.
Küçük kızının babasının kim olduğundan emin olmayan, şehirden şehire taşınan, gideceği yere banyoda harita üzerine parmağını rastgele koyarak bulan, bu seçimi yaparken hep aynı şarkıyı söyleyen çatlak kadın!
Pretty Woman'daki Julia Roberts'ı anlatmayacağım. O'na hayran olmayan yoktu. Benim durumum hayranlığın kalıcı olması. Beyaz tişört, dar kesim bir kot ve siyah ceket kombinasyonu hala ennn şık bulduğum kombindir. Üstüne şıklık tanımam. Bir de puanlı tek parça elbise. Tam bugünlerde hala her ikisini de giyiyorum. Herkes operaya giydiği kırmızı elbiseyi hatırlar ama benim favorim yemek için giydiği siyah kokteyl elbisesidir.

Ben kendimi unutmuşum! Unuttuğumu da unutmuşum! Şimdi hatırlıyorum. Aslında hatırlamayı seçmediğim, kendiliğinden saklandığı yerden çıkan annemle çatışmalarım sayesinde!
Onlar gün yüzüne çıkmasaydı, bunca hatırladığım şey de örtülü kalır mıydı..?
Bunların ardından neler gelecek acaba?

Bütün kahramanlarım mutlu sona ulaştı. Ben oldum olası "hanım" kadınları sevmemişim meğer. Delileri seviyorum. O yüzden hiç evlat rolünü de sevmemişim. Ya da o rolü algılayış biçimimi. Bunca rolüm içinde en oturtamadığım o olmuş.

"Gerçekte kimse kimseye bir şey öğretemez. Siz ona yalnızca kendi içindeki keşfetmesi için yardımcı olabilirsiniz." Galileo

NOT: Kızının okul işleri nedeniyle Nuray hanım artık bizim evde değil. Allah'ın beni sevdiğinin bir başka göstergesi olan bu duruma sevinirken hayatımıza Nazlı girdi. İyice emin oldum ki, Allah beni gerçekten seviyor. Nihayet evimizde bir tertip, bir düzen, bir temizlik kokusu. Nuray hanım'dan kalan hasarın giderileceği umudu...