16 Eylül 2012 Pazar

Fazla İyi!

Bu ara top yekün bir fikir değişikliği içindeyim. Hepimizin bildiği meşhur “sen bana/bize fazla iyisin" ya da "başka biriyle/bir yerde daha mutlu olabilirsin" laflarının aslı olabilir diye düşünüyorum.
Eskiden bunun en basit, en adi savuşturma yöntemi olduğunu düşünürdüm. Malum bu cümleler birini red edeceksen, terk edeceksen falan hem çıplak gerçeği söylememek hem de karşındakinin seni iyi hatırlamasını sağlamak için uydurulmuş adi bahaneler olarak hayatımızın klasiğidir. Yüreksiz, cesaretsiz bir tavır olduğunu bile bile bu cümlenin çeşitli versiyonlarını kurmuşluğumuz da duymuşluğumuz da olmuştur.


Ve fakat son dönemde tam da böyle hissetmenin, samimiyetle böyle hissetmenin mümkün olduğunu görüyorum!

Şimdi galiba şöyle oluyor: Birisiyle ilişkimizde (bu iş de olabilir) onca çabamıza ve iyi niyetimize rağmen karşımızdaki bize kendimizi kötü hissettiriyor. Bir biçimde değersiz, önemsiz, başarısız, yetersiz, eksik ya da hatalı hissediyoruz. Üzülüyoruz. Hatamızı anlamaya çalışıyoruz. O’nun gözüyle bakıyoruz. Empati(!) kuruyoruz. “Neyi farklı yapabilirim” diyoruz. İçimize tam sinsin, sinmesin ne anladıysak ona göre kendimizi düzeltmeye çalışıyoruz. Değil mi ki karşımızdaki kişi, yaşadığımız ilişki, her neyse bizim için değerli elimizden geleni yapıyoruz.

Derken yine aynı şey oluyor. Bir kere daha… Bu sefer sorgulamamız biraz genişliyor. Karşımızdakini anlamaya çalışıyoruz ama bir yandan da kendi değerimizi sorgulamaya başlıyoruz. Bu sefer hissettiğimiz sadece üzüntü değil, birazcık da haksızlığa uğramışlık duygusu ekleniyor. Kendinizin iyi hallerini hatırlamaya başlıyorsunuz. Ben o kadar da eksik, hatalı, yetersiz, düşüncesiz, anlayışsız (her neyse) değilim diyebilmek için, en azından kendinize, geçmişe yönelik bir tarama başlıyor. Konu işinizse bir önce işinizdeki başarılarınız ya da geçen yıl başardıklarınızı sayıp dökme ihtiyacı hissediliyor. Özel bir ilişkiyse yapılan fedakarlıklar hatırlanıyor, anlayışlı olmalar, tavizler, sürprizler, vazgeçilenler vs. vs. Öfke, kırkınlık hissediliyor. O kadar kötü, eksik, hatsız, vb. olmadığını karşı tarafa anlatmak hatta ispat etmek ihtiyacı hissediyor insan. 

Sabrınıza, vazgeçmemeye(!) ve kendinize verdiğiniz değere göre toplam süre değişse de galiba seyir çok benzer.

Önce bir hayalkırıklığı ve üzüntü, bir panik hali. Hatayı kendinde arama-bulma, düzeltmek için emek verme; sonraki tekrarda üzüntü, örtülü bir öfke (ama ben düzelmeye çalıştım, azıcık da sen ilerlesen…) hissederek emek vermeye devam etme; bir sonrakinde yine üzüntü, açık bir öfke (tek tek yaptıklarını sayıp dökme) ve emek vermeye devam… Sonraki faz üzüntü, öfke, kendini değersiz hissetme, değersiz olmadığını kendine hatırlatma çabaları ama yine emek vermeye devam…

Bu döngünün sürmesi için gerekli enerjiyi sağlayan şey her şeye rağmen o ilişkinin senin için iyi olduğu inancı. Onu korumak isteği…

Derkeeeen bu tekrarlardan birinde nefes almak için başını kaldırıp karşıya bakınca birden bir şey oluyor. Senin ufkunda o kişi, o ilişki, o iş, o her neyse görünmüyor!

Üstelik karşıdakinin bir günahı olmadığını görüveriyorsun! O sadece senin için fazla iyi!
Bu adi bir kaçış cümlesi falan değil. Öyle…

İşte özgürlük anı! Uğraşacağın bir şey olmadığını görüyor, O’nu mükemmel dünyasında bırakıp gitmeye karar veriyorsun. Üzüntü yok, öfke yok, haksızlığa uğradım ya da haksızlık ediyorum duygusu yok.

Paradoksal olacak ama tam da böyle olduğunda bunu söylemek zor. “Sen/burası bana fazla iyi” diyemiyor insan. O zaman başka bir bahane buluyor. İçindeki ses yine “iyi ki geçti!” derken…

“Endişelerimiz haindir ve içimize deneme korkusu salarak genellikle kazanabileceğimiz bir şeyi kaybettirirler.” William Sheakspeare/Kısasa Kısas



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder