26 Aralık 2010 Pazar

Gecenin Yıldızı Siz Olun!

Yılbaşı yaklaştıkça gazetelerde, dergilerde standart bir cümle: Gecenin yıldızı siz olun!

Olun valla.

Ben bol seyahatli, bol aktiviteli, pek sosyal, pek telaşlı bir haftaya giriyorum. Yılbaşı gecesini(aslında yıl sonu gecesini) her gecenin yıldızı olduğum kanepemde geçirmeyi düşünüyorum. Ne yıldızda ne gecede gözüm yok.

Herhalde bu yılın son yazısını yazıyorum.

Yılbaşı planı temalı yazılardan okuyup da çok beğendiğim şahane bir Metin Üstündağ alıntısıyla en parlak yıldızın siz olduğu bir gece, yıldızlardan daha parlak bir yıl diliyorum!



Amsterdam'da herşey serbestti
ama
mutsuz insanlar gördüm!
Paris muassır medeniyet
seviyesine ulaşmıştı ama evsiz
insanlar gördüm!

insanın gönlünü etmek zor ve
ölümlü olan hiçbir hayat da uzun
değildir!
tüm keyifler günah yasak
veya sağlıksız değil mi zaten!

tek kişilik kararlar yetmiyor
karar almak da hiç bitmiyor!

ayrıca akşam aldığın kararlar
sabah ....

herkese mutlu yıllar!


Metin Üstündağ

Film: Siyah Kuğu (mutlaka!) Bembeyaz kalmak için çabaladıkça içimizdeki siyah kuğuya olanları fark etmek için...
Ateşle Oynayan Kız (En az ilki kadar rahatsız edici. Seyretmek zor)

19 Aralık 2010 Pazar

Cazip yeni

Pazar günü menüsü artık neredeyse klasik olan makarna, salata ve şaraptı. Ben diliyle blog yazan, hafif nevrotik, beyaz Türk, orta yaşlı bir kadına yakışan bir menü bu söylediğim. Zaten fazlası için aşçılığım malum. Geçenlerde bloglarla ilgili bir sınıflamada kendimi buldum. "Ben diliyle yazıp kendinden bahseden nevrotikler" sınıfındayım. Tanımda yanlış birşey yok. Sokakta yürüken birden karşı vitrinde kendini görmek gibi.

Yılın son günlerindeyiz. Yılın sonu ve karşımızdaaaa "yeni" yıl.

Bu sabah kahvaltıya anneme gittik. Sonra kızım, ben ve annem alışverişe çıktık. Annem bize yeni yıl için armağanlar aldı. Kızımınkiler bir sürü tayt. Benimki; çok beğenip "ne gerek var" diye almayacağım şık bir çift ayakkabı. Annem hediye anlayışını yıllar içinde değiştirdi. Eskiden ihtiyaç kapsamında hediyeler alırdı. Pijama, terlik falan gibi... Sonra ihtiyaç işini terk etti, kendine almayacağın ama almak isteyeceğin neyse onları alıyor. Benim de hediye felsefem tam da budur. Hediye dediğin sadece mutlu etmek için olmalı. Hediye aldığın kişi o mutluluğu her yaşadığında seni hatırlasın diye... Kızım da ben de çok mutluyuz.

Yeni yıl...

İlk bakışta öyle görünse de aslında herşeyin yenisi makbul değildir. Mesela dostların eskisi muteberdir. Anıların, aileden kalan mücevherlerin... Fotoğrafların da öyledir mesela. Sonra komşuların... Galiba evliliklerin de...
Zamanla sınanmış olmanın değeri belirlediği şeyler vardır böyle.

Gel gelelim, "yeni"ler karşı konulmaz bir enerji taşır. Ortada bir çift yeni ayakkabı varsa insan ille de yeni ayakkabılarını giymek ister.
Yeni eşyalar, yeni ev hatta yeni bir arkadaş! Bunlar henüz yeteri kadar güven telkin etmez ama insanoğlunun ennn zayıf tarafına hitap eder; merak uyandırır. Heyecanlandırır!
Yeni arkadaşlar mesela. Merak ettiğiniz yeni bir arkadaşla buluşmak için çekinmeden eski dostunuzu ekersiniz. "Aaaa, hiç yapmadım böyle birşey" diyenleri (eğer varsa) vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum. Ya yalancı onlar ya da hiç eski/yeni arkadaşları olmamış!

Yeni herşey merak uyandırır. Bir de umut. Daha iyi bir hayat umudu. Merak ve umudun enerjisi yeni olan ne varsa onu belki en muteber değil ama mutlaka en cazip hale getirir. Yeni olan herşey acımasızca çok cazipdir!

Bu yeni yılda beni burcumda hala Satürn bekliyor. Valla bu Satürn terbiyesi önce benim yükselen burcumdaydı, şimdi de gerçek burcumda. Önümüzdeki yıl hala buralarda olacakmış. Bu gelişme ve öğrenme fırsatından(!) memnuniyet duyduğumu söyleyemeyeceğim. Ben geliştiğim kadar kalsam iyiydi aslında.

Doğum yılımdan "yeni" yılı çıkarınca 37 oluyor. Varsa gerçekten böyle yıllar, "yeni"leri, "eski"leri falan, yeni yılda 37 yaşındayım dolu dolu.

İnsan yaşını farketmiyor. Mesela gece uykudan uyanıp su içmeye giderken ya da bir haftasonu sabahı üzerini değişmeden, eşofman üstüne paltonu giyip gazete almaya giderken, kanepede gözde gözlük, pijamalarının üstüne hırkanla oturup televizyon seyrederken, portakal yerken suyu akmasın diye ısırmadan bütün dilimi ağzına tıkıştırıp sonra bir türlü çiğneyemezken kendini bildiğin o rakamsız yaştasın.

Derken mesela kızının okuluna gidiyorsun. Karşıda kızının sınıf arkadaşı ve annesi. İyi de o çocuğun annesi koskoca bir kadın!
Ya da işyerinde gayet iyi bildiği bir konuda konuşan adam akıllı bir adam. Bir öğreniyorsun ki, o koca adam senden 7-8 yaş küçük! Orada burada duyuyorsun, falanca okul arkadaşın şu, bu hastalıkla mücadele ediyor. İşte o zaman matematiksel hesaba bakıyorsun. Tuhaf bir duygu bu. Sen hala bakkala pijama üstü paltoyla giden ama artık orta yaşlı bir insansın. İyi tarafı özgürlük duygusudur. Kahvenin yanına bir sigara yakarsın, annen söylenmez. Balığın yanına rakını söylemen normaldir. Evden istediğin saate çıkarsın, bindiğin kendi arabandır.

Henüz "Allah seni inandırsın, ne kadar az yersen ye, kilo alıyorsun" tarafına geçmedik çok şükür. Yıllara rağmen eş/dost hep birlikte ilk gençliğimizden bile zayıfız.

"Kendinize mutlu olup olmadığınızı sorarsanız, mutluluğunuz sona erer." John Stuart Mill.

Blog'um bir yılını doldurdu. Mutluyum, gururluyum. Kitaplar, filmler ve diğerleri üzerinde yazacağım. Bir kere daha Kaan Sezyum!

1 Aralık 2010 Çarşamba

gücün karanlık tarafı

Önce yazmayı tutkuyla sevdiğimi düşünüyorum sonra blogu kapatmayı... Şehirleri seviyorum ben, kalabalığı, kaosu, enerjiyi ama bazen sessiz sakin bir bahçede oturma fikrine kapılabiliyorum. Bazen "artık saçlarımı uzatmayayım" diyorum bazen de uzun saçlarımı özlüyorum. Yıldönümlerini, doğumgünlerini, kutlamaları falan hiç önemsemem derken doğumgünümde sabahtan başlıyorum arayanları saymaya.

Kıskançlık... Hani yazmaya niyet etmiştim ya.
Bir röportajında "yazmaya niyetliysen soyut kavramları tarif etmeye cesaret edeceksin" gibi bir şeyler söylemişti Çetin Altan. Soyut kavramları tarif etmeye bir örnek olsun diye mutluluğu tariflemişti. "Mutluluk zamanının farkında olmamaktır" dedi. Çok beğeniyorum bu tarifi. Ben kıskançlığı tarif edemem böyle. Sadece kendimi tarif edebilirim, belki.

Adımları karışmayanları kıskanıyorum ben. Yollarını şaşırmayanları. Yıllar, yollar geçerken "ben nereye gidiyorum şimdi?" sorusu sormayanları. Ya da cevabı şıp diye bilenleri. Kafası karışık olmayanları. Kapanan her hesapta alacaklı olanları, her alacağını tahsil edenleri. Bir uçtan bir uca savrulmadan ortadan gidebilenleri kıskanıyorum. Dengeyi bulanları. Aklıyla gönlü çekişmeyenleri kıskanıyorum. Bildiklerini bilmediklerine yeğ tutanları, düzenleriyle ama en çok kendiyle barışık olanları... Hayır demeyi bilenleri, herşeyden vazgeçse de kendisinden vazgeçmeyenleri kıskanıyorum.

Kıskanmak deyince ifade ettiğim kötü kelimeye yüklenmiş süslü,şirin bir anlam değil. Düpedüz fesat bir duygu benim ki. Hani "ah, keşke ben de öyle bilsem ama değilim işte" tadında masum bir özentiden uzak, karanlık tarafa çok yakın! Hani gözleri kısarak baktığın, görmezden gelip başını çevirdiğin, dudaklarını ısırdığın, aldığın nefesin yetmediği o duygu! Dünyanın küçücük geldiği, hiç bir yere sığmadığın, güneşin bile gri olduğu duygu.

Ennnn çok sürekli bir karar vermek zorunda hissetmeyenleri kıskanıyorum!

Aralık'la birlikte hayatıma yılsonu etkinlikleri giriyor. İşim ancak nefes almama fırsat veriyor. Ama hepsinden epeyce keyif alıyorum. Bir de blogumla ilgili bana cesaret veren yorumlar aldım. Mutluluğum tarifsiz.

Ümitlerin kaderi, biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır. İşte bu yüzden onca hayalkırıklığına rağmen dünyadan silip gitmemişlerdir. Jose Saramago/Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.

21 Kasım 2010 Pazar

Kaldığımız yerden

Blog profilimde bir sonbahar fotoğrafı var. Oraya 1 yıl sonra neredeyse aynı tarihte, aynı insanlarla gittik. Çoook güzel bir sonbahar. Burayı ilk kez üniversitedeyken görmüştüm. Yine böyle nefis sonbahar görüntüleri. Aynı renkler, benzer fotoğraflar, ben 16 yaş falan daha gencim. Başka bir hayat, başka bir ben...

Hayatımızdaki en önemli ilişkiler ve seçimlerimiz üzerine yazmayacağım (yine). Yalnızlık üzerine de yazmayacağım. Kıskançlık üzerine yazacağım. Ama sonra.
Bugün öfke üzerine yazılmış güzel bir kitap önereceğim. Öfke Dansı. Kadınlar üzerinde yazılmış. Böyle kitaplar kadınlar için. Çünkü hayaller, hayalkırıklıkları, sevilinesi olma fantazileri, hayır diyememe, saklı öfke kadınlar için... Öfkeye saklanan bütün korkular da.

Bayram bol yemeli, içmeli, eşle, dostla ve hızla geçti. Yarın kaldığımız yerden devam.
Sahi, biz nerede kalmıştık?

"Sana herkesin birer öyküsü olduğunu söylemek istiyorum. Ama insanın kendi öyküsünü anlatması çok zor. Başkasından dinlemesi de bir o kadar kolay ve güzel...
Bilmediğin bir yolda giderken kaybolduğunu düşünürsen, haritalar ve pusulalarla vakit kaybetmeden geldiğin yoldan geriye dön. Bildiğin bir yere, bildiğin yollardan gidiyor olmak seni huzurlu kılacaktır. Yaşamında yolunu kaybettiğinde de aynı şeyi yap ve olabildiğince geriye dön. Söz gelimi çocukluğuna, aramıza..."
Şebnem İşigüzel/Öykümü Kim Anlatacak?

14 Kasım 2010 Pazar

Bayram hayali

Nihayet beklenen bayram tatili geldi! Bundan sonraki tek anlamlı tatil taaa 19 Mayıs'ta. Kasım ayı olmasına rağmen hava nefis. Tişörtle dolaşıyoruz. Tatil uzun, herkes bir yerlerde. Geri sayım başladı bile.

Geçtiğimiz haftaları epeyce hareketli geçirdim. Hepsini yazamam. İki şeyden bahsedeceğim. İlki geçen haftaki bayii toplantısı. Belek'teki devasa golf otellerinden birinde oldu. Devasa dediysem abartmıyorum. Otelde anahtarla birlikte harita veriyorlar, kaybolmayasın diye. O kadar büyük!
"Hiç sevmem böyle otelleri" der dururum ama ihtişamdan etkilendiğimi inkar edemeyeceğim. Tüm oteli çevreleyen havuzlar, nefis manzara, bordo duvarlı odalar,... Benim gibi zayıf bir ruhu hemen kandırıverdi. Bayıldım!

Özetle; otele bayılındı, böyle organizasyonların klasiği olduğu üzere yeme-içme konusunda ifrata varıldı, deniz kenarında yıldızlar seyredildi, gala gecesinde oynandı, vs.

Gidiş ilginç oldu. Uçağımız rötarlıydı. Son dakika kararıyla karayolundan gittik. Birbirini çok tanımayan 3 iş insanı (arkadaşı desem doğru olmazdı) bir arabadaydık. Samimi görünümlü imaj çalışmaları...
Hem yol hem bayii toplantısı boyunca aklımda her an bir başka şey, kendimi yabancı, şanslı, keyifli, ayrıcalıklı hissettiğim; yalnız kalmak istemekle sosyalleşmek zorunluluğu arasında gidip geldiğim iki gün geçirdim.

Asıl iz bırakan bir önceki hafta izlediğim bir filmdi. "Aşka bir şans ver" gibi saçma bir isimle vizyonda olan bir Fransız filmi. Orjinal ismi "L'age de reison". Akıl Yaşı.
Bir yatırım şirketinde tam bir köpekbalığı ve aynı zamanda pek de güzel olan kahramanımız 40 yaşına geldiği gün, kendisinin 7 yaşındaki halinden mektuplar almaya başlıyor. Meğer o zaman kendine mektuplar yazmış ve 40 yaşına geldiğine gönderilmek üzere bir notere bırakmış.
Mektupları almaya başlayan kahramanımız tüm yaşamını gözden geçiriyor. Neler hayal etmişti, ne oldu, mutlu mu, ne istiyor?
Bunları keyifle, büyük bir incelikle anlatan çok güzel bir filmdi. Seyrettikten sonra üzerinde düşünmeye devam edilen filmler vardır ya, öyleydi...

Film bittikten sonra benim için bir düşünmedir başladı:
- Ben çocukken ne olmak istemiştim?
- 7 yaşımdayken kendime mektuplar yazsaydım, ne yazardım?
- Neler hayal etmiştim?
- Hayallerimi gerçekleştirdim mi?

O yaşta çok hayalim yoktu. Ya da hiç birini hatırlamıyorum. 7 yaşında çok mutlu değildim. Kendimi değerli hissetmediğim, görünmez hissettiğim zamanlardı. Yalnızlık ve hüzün hatırlıyorum. Hayallerim daha sonraydı.

Sonra bir sürü hayaller kurdum. Öyle dizi film gibi devam edenler bile vardı. Hala hayal kurmayı severim. Hayal kuramadığımı fark edersem, yaşlandığımı düşünüp üzülürüm. Tavan seyretmenin en sevdiğim hobim olduğunu keşfetmem hayal kurma yıllarıma rastlar!

Hatırladıkça fark ettim ki, ben hayallerimde hep tek başıma yaşıyordum! (1-Artıl eminim, ben bir ayrıkotuyum.)
Tek başınayım, dünyanın farklı yerlerinde ve çoğunlukla büyük şehirlerdeyim... (2-Ben bir şehir insanıyım!)
Hiç bir meslek hayali kurmamışım. Yani ne prenses, ne astronot... (3-Demek bu yüzden ev hanımı da olamıyorum, köle kadrosunda çalışıyorum ve şikayet edip dursam da bundan memnunum.)
Kısacık bir dönem arkeolog olduğumu hayal etmiştim. Belki o yüzden, kendimi en mutlu hissettiğim yerler antik şehirler hep! Eski kalıntılar... (Kesinlikle!)

Farklı şehirler... Kendi kendime yettiğim, baştan başlayabildiğim, tek tabanca bir hayat.

Fark ettikçe şaşırdım! Galiba insanın hayallerini küçük yaşta yazıp kendine postlamasına gerek yok. Biz unuttuğumuzu zannetsek de hayaller bizimle kalıyor.
Bir bakınca görüveriyorsun!

Hayatımızın bir türlü dahil hissedemediğimiz, uyum sağladığımız, bir ömür harcayıp sürdürsek de dışında kalıp uzaktan izlediğimiz parçaları var. Onların hayallerimizde hiç yeri olmamış. Sebebini bilmediğimiz tercihlerimiz var, öyle kutsal mutluluk anlarımız... Onlar hayallerimizin izleri.
Bir de vazgeçemediklerimiz var. Herşeye rağmen istediklerimiz, "hata"larımız var. Perişan olsak da pişman olmadıklarımız...
Hepsi için hayallerimi hatırladım. Çok şaşırdım!

Hepimizin iki hayatı var;
Sahici olan, yani çocukluğumuzda hayalini kurduğumuz hayat.
Sahte olan, yani yetişkinliğimizde başkalarıyla paylaştığımız hayat.
Fernando Pessoa


Bayram: Efes'te Teras Evler ziyarete açılmış. Rüya gibi. Mutlaka!
Kitap: Jose Saramago-Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş
Dilek: Yazarsak gerçek olma şansı artarmış. O yüzden yüzlerce yıldır yazıp ağaca bağlar,denize atarmışız. Ben bu sefer Meryem Ana'da mum yaktım.

24 Ekim 2010 Pazar

Beklenti

Çocukken sıkı terbiye edilmiş olanlar hayattan fazla bir şey talep etmemeyi öğrenir. Terbiyeli çocuk dediğin hayatı etrafındakiler için kolaylaştıran çocuktur. Herkesin ne beklediğini bilir, ona uygun davranır. Kurallara uyar, yapması gerekenleri bilir ve yapar. Yapmaması gerekenleri daha iyi bilir, kesinlikle yapmaz. Kimseden birşey beklemez. İstemez de. Herşeyi hak etmesi gerektiğini iyice öğrenmiştir. Kendinden beklenenleri yerine getirmeye odaklıdır. Aksi durumda sevilmeyeceğini bilir. Sevilip onaylanması beklentileri karşılaması şartına bağlıdır. Mutluluk yapılması gerekenleri yapmanın huzurunda saklıdır. Ya da o öyle sanır.

Bu dünya düzeni çocuk büyüse, ailesinden ayrılsa da ondan ayrılmaz. Bu terbiye artık derinin altındadır. Terbiyeli terbiyeli hayatını etrafın beklentisine ve yapması gerekenlere odaklı yaşar. Öyle ya, sevilmesi ve mutluluğu buna bağlıdır.
Eğer "Hayır" derse, kendi beklentilerini önemserse, kurallara uymak istemezse sevilmeyeceğini bilir. Ya da o öyle sanır.

Seçimlerini gelen talepler içinden yapar. Kriteri "en uygun olan"dır. Kendisi kimse için seçenek olmaz. Talep etmez. Hayat, hala etrafındakiler için kolaydır. Fakat bu terbiyeli çocuklar sıkıcıdır eni konu. Ne kadar terbiye olmuşsa o kadar sıkıcı. Öyle ya, hayatın tadını çıkarmak için kuralları esnetmek şarttır. Haz bencillikte, enerji kaosta gizlidir. Terbiyeli çocuklar öfkelidir. Öfke ifade etmeye hakları olmadığını da bilir. Susar ve suçlu hissederler. Onlar hep hatalıdır.

Ye, dua et, sev adlı filme gittim. Bugünlerde bu filme gitmeyen kadın yok. Ben yaşlardaki Amerika'lı kahramanımız görünür hiç bir problemi olmayan evliliğini bitirip, ara sıcak bir çıtır sevgili sonrası hala derin mutsuzluktan çıkamayınca kendini aramaya çıkıyor. Hayatın tadını çıkarmayı öğrenmek için İtalya'ya, vazgeçmeyi öğrenmek için Hindistan'a ve tüm öğrendiklerini dengelemek için Bali'ye gidip oralarda yaşıyor. Sonunda önce yaşamdan keyif almaya hakkı olduğunu sonra kendini affetmeyi ve en sonunda yaşamı dengelemeyi öğreniyor.Bir de aşk buluyor, kendi gibi örselenmiş bir başka ruh... Dünyanın neresine giderse gitsin boşanmanın en büyük hata olduğu ve mutlaka birisini bulması gerektiği mesajı sabit.

Tam 21.yy dertleriyle dertli, batılı hatta fazlasıyla Amerikalı bir kadının gözünden yeterince samimi ve gerçekçi filmdeki duygular.

Dünyanın bu tarafında bir kadınsanız hamurişi yemenin keyfine varmak için İtalya'ya, kendinizden vazgeçmek için Hindistan'a ve dünyanın güzelliğini keşfetmek için Bali'ye gitmenize gerek olmadığına şükredebilirsiniz. Yemeğin her çeşidi ile sefahat, sefaletin ve vazgeçmenin katmerlisi ile terbiye, imana yönelik çeşit çeşit ibadet ve dünyanın güzelliğini keşfetmek için envai çeşit manzara memleketimizde mevcut. Üstelik boşanma kararının kibarca/kabaca, açıkça/üstü örtülü biçimde kınanması ve bir an önce mutlaka bir eş bulma gerekliliği mesajını etrafınızdaki herkesten kesintisiz olarak alırsınız. Bizim memlekette kendini aramaya niyetli bir kadın için her imkan var. Ama böyle bir beklenti için Amerikalı terbiyesi gerek. İstemeye, talep etmeye dair cesaret...

Bu pazar evdeydim. Darmadağın haldeki evimi topladım. Kışlıkları çıkarıp yazlıkları kaldırdım. Benim kışlığa geçiş miladım geleneksel olarak 29 Ekim'dir. Bu sefer azıcık önce oldu. Ütü yaptım uzun uzun. Ütü duygu yüklü bir iştir. Ya nefret edilir ya sevilir. Ben sevenlerdenim. Zihnimi dinlendiriyor. Tekrar edip duran bir iş. Zamanı unutuyorsun. Sonunda yoruldum. Yemek öncesi nescafe ve tatı yedim. Üstelik yemekte de makarna vardı. Karbonhidrat bayramı! Bu ara öyle... Bu ara yeme içme konusunda filmdeki kahramanımızın İtalya dönemindeyim. Umrumda değil.

Dün Hızlı Okuma eğitimine başladım. "Neden buradasınız?" sorusuyla başlayan klasik açılışın sonunda eğitmenimiz şöyle dedi: Her ne yaparsak yapalım tek bir amacımız vardır. Mutlu olmak. Tüm çabamız bunun içindir.

Terbiyeli, onaylanmış beklentisizlerin genelde "hayal"leri olur. "Kader"leri olur. Kendileri gibi terbiyeli, cesaretsiz ve sıkıcı çocukları olur. Risksiz seçimleri, renksiz hikayeleri olur.

Ya da; Büyük hataları olur herkesin bildiği... Büyük hayalkırıklıkları olur kimsenin bilmediği...

You can avoid the reality. You can not avoid the consequences of avoiding the reality. Ayn Rand

20 Ekim 2010 Çarşamba

güneşi bekliyorum

Öfkeyle yorgunluk birbirinin içinde. Bende öyle. Hangisi hangisinden önce acaba? Yorgunluk mu öfkemi tetikliyor, öfke mi beni yoruyor? Velhasılı hem yorgun hem öfkeliyim. Kime öfkeliyim sayamayacağım. Etrafta ne varsa, kim varsa...
Gayet bilimsel bir makale okudum bu hafta. Hava kapalı, yağmurluyken insanoğlu daha toleranssız, daha katı oluyormuş. Havadan benim bu hallerim, hep havadan...

İş-güç, hani klasik bir klişe olacak ama, çığ gibi, üzerime üzerime geliyor. Bir de evde kadın yok.

Bizim ezberlenmiş düzen bozuluverdi! Düzen dediğin evin günlük, dandik, hiç umursamadığımız işlerinin yapılması olsa da, etkisi büyük!
Bir kere evi toparlayan bir kadın olmaması ile ilgili her birimizin algısı, buna tepkisi ve birbirinden beklentisi başka.
Ben; herkesin bu gerçeği aklında tutmasını ve ev içi önlemler alınmasını (!) bekliyorum. Mutfakta lavabo kenarına dizilip bırakılan bulaşıklar nedeniyle ev halkına düşmanım, onları intihara sürüklemek amacıyla durmadan söyleniyorum. Kızım konuyla çok ilgili değil, maksimum fayda arayışında. Her okul çıkışı bir arkadaşının evine gitme peşinde. Çamaşırların balkondan toplanması ya da asılmasının sohbetlerimizde yeri var.

Hayatım dediğin şey, karşılıklı beklentileri bir dengede tutan işte böyle alışkanların, bir ezberin ta kendisi!
Bu ezberi bozan en ufacık değişiklik herşeyi değiştiriveriyor. Yaşadığımız her duygu, bu ezberin çıktısı. Farkında olmadığımız bu ezber, ilişkilerimizi belirliyor. Evde kızı karşılayacak birisi olmadığını bile bile yarın kendine bir program yapmış olan anneme öfkeleyim. Tabii bunu ifade edemiyorum. Bu durumda daha da öfkeleyim. Muhtemelen o da bunu fark edip fark etmemiş gibi yapmak zorunda olduğu için bana öfkeli. Sabahın köründe kaldırılıp anneannesine götürülen kızım öfkeli, falan filan.
Yarattığımız rutinle içine sığacağımız bir kalıp oluşturuyoruz. Birbirimizden beklentilerimizin sınırlarını belirliyor, bir orta yol buluyoruz. Ezber bozulunca, günlük hayata dair kalıp bozuluyor. O küçük gördüğümüz, basit beklentiler bile karşılanmaz oluyor. Veee bu hayalkırıklığı hepimizin içinde sakladığı ne varsa yüzeye yaklaşıyor. Kalıba sığmak için vazgeçtiğimiz herşey aklımıza gelmeye başlıyor, bir bir...
Eğer ezber tutturulursa yeniden, hayat sürüp gidiyor. Ezber kalıcı olarak bozulursa pandoranın kutusu açılıveriyor!

Ezberimizi bozan değişiklik çoğu kez minnacık bir ayrıntıymış gibi görünse de...

Allah'tan, yeni kadın başlıyor hayırlısıyla. Sular yükselecek denizin dibindeki kayaların üstü örtülecek. Teknemiz yoluna devam edecek.

Tekrarlardan bıkıp usanmakla tekrarlara mecbur olmak arasında bir hayat. Eyvallahsız olmak için tek tabaca kalmaya mecbur bir hayat. Orta yollar hep "eyvallah"lardan geçiyor.

Hep havadan oluyor bunlar. Açmadı ki güneş!



"Hiç bir zaman geç kalmadınız,
Kaç kere yoldan dönmüş de olsanız,
Kaç kere döndürülmüş de olsanız,
Dünyanın bütün günahını taşıyor da olsanız,
Hayatınızdaki her şeyden kendinizi suçlu hissediyor da olsanız,
Kendinizin “Yüreğiniz” tarafından kabul edileceğine inanmıyor olsanız da
Siz yine de “kendinize, yüreğinize” yürüyünüz....
Hiç kimse size inanmasa da, siz kendinize inanın."

Mevlana 


KİTAP: Arkadaşlar, Aşklar ve Çikolata (Pazar Felesefe Klübü'nü okuyup sevdiyseniz)
FİLM: Ejderha Dövmeli Kız (Beni çok rahatsız eden sahneler olsa da, son zamanlarda beğendiklerimden)

17 Ekim 2010 Pazar

önemsiz

Yazacak çok şey var. Yazmak, herşey gibi yaptıkça yapmak istediğin birşey. Yapmayınca insanın isteği azalıyor. Nerden başlasam, bilemiyorsun... Hangisi daha önemliydi?
Neyin önemli olduğu bilmek hayatın amacını bilmek gibi. Bunu şıp diye bilenlerden olabilsem... "Önemli" olmanın kendisi de ayrıca önemli hayatta. Herşey, herkes önemli olmak istiyor. Daha önemli, daha az önemli. Öyle ya, önem bir seçim sonuçta. Ve her birimiz "seçilmek" istiyoruz. Seçilmek için harcadığımız çaba seçmek için harcadığımızdan daha az fazla, çoğu zaman.

Galiba içinden çıkamadığımız ne varsa bu seçme/seçilme denklemi içinde.
Hangisi, ne, kim daha önemli? Vazgeçilebilir olan ne?
Hadi daha da zor soralım: Vazgeçilmez olan ne?

İyi de vazgeçemediklerimiz en fazla önemsediklerimiz mi?
Bilmiyorum. Vallahi, bilmiyorum.

Bu hafta, yıllardır bizim evde çalışan kadını işten çıkardım. Daha önce defalarca yaşanan bir sebep yüzünden. Üstelik çok daha vahimleri yaşanmıştı, hepsini alttan almış, idare etmiştim. Ne oldu da ennn olmadık günde, saattte, öyle birden bire "sen artık bize gelme" deyiverdim. Bilmiyorum. Kadının kendisi de anlayamadı. Benim hayatıma yakın olmayan, beni tanımayan hiç kimsenin anlayamayacağı gibi...

Böyle olmak istemesem de, böyleyim. Bir son var içimde.Geri sayan bir saat gibi. Duruyor. Tık diye. Son ana iyice yaklaştığımı ben de fark edemiyorum. Saat tam sıfırladığında, öyle kendiliğinden bitiveriyor. Yapıverdiğim şeye ben de şaşıyorum. O kadar hazırlıksız oluyorum ki! Üstelik açıklanabilir de olmuyor. Herkese göre herşey çok yolunda görünüyor o sırada! Bir ben, bir de içimdeki o saat. Duruyoruz. Bitiyor.

Mide ağrısıydı sıkıntımız bu hafta. Bir önceki haftanın başdönmesi yerini mide telefiyetine bıraktı. İyi tarafı; günlerce birşey yemedim. Kötü tarafı; haftasonu hepsini telafi ettim!

Bugün, can arkadaşımın doğumgünü. O'nun için "iyi ki" diye başlayan onlarca satır yazabilirim. Ama "iyi ki" artık birşey ifade etmez.
Varsa bir can arkadaşınız, bilirsiniz. Sizin değildir o. Sizdendir. Bir parçanızdır. Eliniz gibi, kolunuz gibi... Tıpkı öyle varlığını fark etmezsiniz. Vardır hep. Yokluğunu bilirsiniz. Yoksa eksik olusunuz. Sakat kalırsınız. Tamam olmazsınız. Özensiz davranır, incitirseniz canınız yanar. Başkası incitirse, yine sizin canınız yanar. Dahası, bilirsiniz ki siz de ondasınız.

Sınanır ya herşey. İnsan dediğin en çok kendisiyle... "Mizacım" sandığın her şey, gün gelir sana uzak kalır. Hiç bilmediğin yollar fark edersin sana çıkan, hiç bilmediğin sokaklar... Girer içinde kaybolursun. Karanlıktır bazıları, çok korkutucudur. Korkmadığına şaşarsın.

İnsan kendini seçemiyor. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, değiştiremiyor. Bırakıp gidemiyor. Ama yol arkadaşlarını seçebiliyorsun.
Ben yoluma, bana iyi gelmeyen, gerçek olmayan ne varsa, kim varsa bırakıp devam edeceğim. Önemli olan gerçek olsun.

Zor biliyorum. Ama öyle istiyorum. Eyvallahsız.


'Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var" diyor sırf iyilikten yana açılan aydınlık bir ağız, sevgili Yunus! "Duru" demek istiyor yani, eğilip bükülmemiş, sistemin pespayeliklerine, kalabalığın domuzca değerlerine katlanmak, uyum sağlamak için eksilip bulandırılmamış hissiyatlar Mutluluk, acı, öfke, aşk, gitmek, dönmek, karşı çıkmak Neyse ne, bulandırmadan yaşanmalı demek istiyor. ECE TEMELKURAN/EYVALLAHSIZ

4 Ekim 2010 Pazartesi

sessiz

Sabah uyanıp kalkamadım. Çaresiz... Başım dönüyordu.
Şimdi daha iyiyim. Yine de dönüyor başım. Yarın annem geliyor.
Yorgunum. Sadece bedenim değil...
Uzaklara gitmek, bir de susmak istiyorum...

"Arza hacet yok halim sana ayandır...
Dile gerek yok, sessizliğim sana beyandır...
Söze lüzum yok, suskunluğum sana kelamdır...
Kelama ihtiyaç yok, aşk sana figandır" Aşkın Gözyaşları/Sinan Yağmur

2 Ekim 2010 Cumartesi

Yokluk

Hayatımda değişiklikliklerin mevsimi, sonbahar... Doğumgünüm, evlilik günüm, kardeşimin doğumgünü, işe başlama, işten ayrılma zamanlarım ve hayatımda artan biçimde kayıplar...
Babamı kaybettiğimde Ağustos'tu. Çok sevdiğiniz birini kaybettiyseniz bilirsiniz, acısı yanık gibidir. İzi geçmez. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin yara ısınırsa, kaldığı yerden yanmaya başlar.
Annem sevgili teyzemi kaybetti. Geçtiğimiz hafta. Acısını zihnimde canlandırmaya cesaret edemedim. Kardeş kaybetme duygusuna ortak olmaya hazır değilmişim. Teyzemi kaybetme acısını tercih ettim. Uzaktaki kaybı, günün telaşına karıştırmak kolay oldu. Bir hafta olmadan, kayınvalidemi kaybettik. Anne kaybetmenin acısı o kadar gözle görülür, o kadar somut ki... İnsan çok sevdiğinin, eşinin yaşadığı üzüntüyü seyretmeye dayanamıyor. "Yarabbim, mümkün olsa" diyorsun, "üzüntüsünü azaltabilsem". "o duygunun yarısını ben alabilsem". Mümkün olmuyor. Herkes kendi acısıyla kalıyor.
Doğumgünleri, ölümler birbirine karıştı. Başsağlığı ve doğum günü kutlama mesajları...

Günler günlere eklendikçe, öyle çok gün geçmese bile, içi boş hacmi kocaman telaşlar, gündemler, konular yeniden hayatımızın baş köşesindeki yerlerine yerleşiyor, fark ettirmeden...
Uğruna, ne zaman biteceğini hiç bilmediğimiz, bize hiç bitmeyecek gibi gelen hayatımızı harcadığımız saçma sapan ne varsa.

Bir çocuk yetiştirirken neyin önemli olduğunu öğretmeli? Aile mi, kariyer mi, doğruluk-dürüstlük mü, çalışkanlık mı, fedakarlık mı? Mutluluğa götüren yol hangisi?

Bir varmış, bir yokmuş
Yokluğu söylemesi zormuş...



Kitap: Kül Mevsimi

13 Eylül 2010 Pazartesi

Devr-i daim

Bir varmış,bir yokmuş
Devridaim eden zaman
Gelip aşkta durmuş...


Ayşegül Çelik/Kağıttan Gemiler

12 Eylül 2010 Pazar

gerçek dünya

Bayram tatilinin son günündeyiz. Canlı olarak tekneden yazdığım yazıda da söylediğim gibi, tekne gezisi benim için muhteşem bir sürpriz oldu. Yer deniz gök yıldız!
Gitmediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum! Bir tekneyle çıkın, bir kaç günlüğüne. Bana sorarsanız dünya'nın en güzel yeri olan Marmaris kıyılarını gezin. "Teknede yapamam" demeyin. Ben yıllarca yapamam sandım. Ne salakmışım. (Kim bilir böyle ne salaklıklarım var başka...) Bu güzelliği ıskalamayın! Denizin rengine her görüşte hayran olun, atlamaya yüzmeye doyamadan bir başka renge bakakalın! Akşam olurken her yer eflatun rengi olsun. Sevdiğiniz tüm CD'ler, bir de dostlarınız yanınızda olsun. Çantaya, bavula gerek yok. Mayo, tişört, havlu bir de eşofman altı yeter. Fazla bile gelir. Uçsuz bucaksız mavi, yeşille karışmış mavi, bir de gecenin laciverdi. Gün doğarken uyanıp, günü, geceyi, saati falan bilmediğin bir keyif. Bir de gelsin buz gibi biralar, gitsin çerezler şeklinde hizmet var ki, ne desem boş...

Son gece kızlar sarmaş dolaş, üzerimize çiğ yağan güvertede yıldızları seyredip bir ömre sığacak muhabbetin içinde uyuyakaldık. Sabaha karşı uyandım. Yer deniz, gök yıldız!

Yarın fani dünya düzlemine dönüş! Bugünden başladık dünyaya dönmeye. Maillar kontrol edildi, oy verildi, kişisel bakım detaylarına girildi, okul kitapları defterleri kaplanacak, vs.

Hangisi gerçek, önemli olan ne, öncelik nerede, kimde, ıskaladığımız kaç hayat var, denenmediği için kaçan kaç muhteşem zaman, sonunda ulaşacağımız ne?

Bir sonraki araya kadar yeniden gerçek dünyanın fani öncelikleri. Ya da fani dünyanın seçitiğimiz öncelikleri... Hangisi?


Denize açılır bu yürek şimdi
Yelken, kürek fark etmez
Bir sevda sarar başına geceler
Dost düşman olsa fark etmez
Değişir düzenin herşeye rağmen
Bir rüzgar eser de dağılır gidersin
Bir kuru yaprak gibisindir artık
Nereye eserse oraya gidersin?


Hatırladınız mı? Çok güzel bir Grup Gündğarken şarkısı. Zamanıdır!

Kısa saçlar : Alışmaya çalışıyorum.Çeşitli yöntemler, modeller deniyorum. Yolunu bulacağım. Fotoğraf isteyenlerden birazcık sabır rica ediyorum. Önemli not: Hala pişman değilim!
Kitaplar : Sil Baştan'ı beğendim. Yeni bir öykü kitabındayım.
Filmler : Bu ara uzağım. Özlüyorum.
Alışkanlıklar/korkular : Tuhaftır, cesaretle deniyorum!
Zaman : Sonbahar. Hayatımdaki herşeyin mevsimi. Doğumgünüm, evlilik tarihim, kızımın doğumu, başlangıçlar-bitişler...

10 Eylül 2010 Cuma

teknedeyiz

Denizin deniz, gökyüzünün yıldız olduğu bir yerdeyiz.
Anladım ki mutluluk buymuş! Yapabilir miyim, bilmiyordum teknede... ŞA HA NE oluyormuş. Tek bikiniyle tüm gün. Duş dediğin güvertede. Şampuan yok, jöle yok, terlik yok, giyinmek yok. Balık, rakı, fonda MFÖ. Gece yıldızlara bakarken uyuyakalıyorsun. Duyduğun dalga sesleri, sabah gün ışığı gözüne gelinceye kadar denizin üstündesin. Uyanınca sadece elbiseni çıkarıyorsun, yine denizin içindesin!

Şimdi denizle gök aynı grilikte, en sevgili dostlar etrafta, denizin deniz gökyüzünün yıldız olduğu yerdeyiz.

Bir sürü haller içinde halim
Seni sevmeye hüküm giydim

8 Eylül 2010 Çarşamba

kararımı verdim

Yaptım! Saçlarımı kestirdim. Hem de kısacık...
Ne hissettiğimi bilmiyorum. Çok genç gösterdi tepkisi alıyorum. Galiba bu çok iyi birşey değil. Ben çok severim uzun saçları ama vazgeçtim işte!
Henüz şokun etkisi mi bilmem, memnunum.

Göreceğiz.

İki işgünü ardından bayram tatili. Çoook iyi geldi. İşte güçte gözüm yok.

Yarın Marmaris'e yolculuk. Bugün annemde mantı partisi.

Saçlar kısa! Hay allahım...

Ne söyleyeceğini bilemedi. Son sekiz yılda bu anı pek çok defa düşünmüştü, bundan korkmuştu, bunu beklemişti, neredeyse bu anın hiç gelmeyeceğine inanmaya başlamıştı. İşte şimdi gelmişti ve kendini geçici olarak suskun buldu, dikkatle çalıştığı açılış kelimelerinin hepsi rüzgarda dağılan bulutlar gibi zihninden uçup gitti. Sil Baştan/Ken Grimwood

Çok şeker bir bayram diliyorum!

5 Eylül 2010 Pazar

Plansız başımıza gelenler

Haftasonu planladığı gibi olmadı. Gitmedik Çeşme'ye. Dün kızımla öğlen uyandık. Kocam balığa gitti. Bir sonbahar döngüsü başladı. Evdeydik. Televizyon, kitap, çay, kahve, kuaför...
Okul açılıyor. Cüce; "özledim okulumu" diyor ama ben nasıl geçti bu tatil birdenbire diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Okul kıyafetlerinden eksikler alındı. Aynı berbat kumaşa ve dikişe dünya para verildi. Cücoşun boyu uzayıp eni genişlemeden büyümesi işimize geldi, pak az şeyle kurtardık durumu.

Ev hali iyi geldi dedim ya. Epeydir ilk defa sabah kahvaltıya krep, akşama dokuzu düzgün yemek falan yaptım. Oldu hepsi valla. İnsan ne acaip şey. Kendine güvendiğin, endişe ettiğin şeyler değişiyor. Hayatta başarı dediğin bir kondisyon meselesi. Bugünkü gazetede yazıyordu, meşhur bir Türk aşçı varmış, çok güzel birşey söylemiş: "İnsan birşeyin üzerinde 11 saatten fazla çalışırsa, başarısız olması çok zor" demiş. Haklı.

İştahlı günlerimdeyim, derdim büyük! Geçer nasılsa diyorum ama bu ne zor şey yahu!

Büyük hayalkırılığı: U2 konseri ve ben gitmiyorum. Bono benim enn hayran olduğum erkek vokal! Sesine, incecik çığlıklarına, konuşur gibi vurgularına ilk duyduğumdan beri meftunum. Bir zamanlar İstanbul'a gelecek ve sen gitmeyeceksin deseler, inanmazdım. İnsan hep kendi kendini hayalkırıklığına uğratıyor. Sonra bu öfkeyle uğraşıyor. Belki bir gün tüm hayallerimi izlerim.

Değişik bir kitap: "Sil Baştan" Adam ölüyor ve gözünü üniversitedeki yurt odasında açıyor. Baştan başlıyor. Heeep düşündüğüm bir şeydir. Hadi baştan başla deseler ne yapardım...Bakalım ne olacak? Böyle heyecanla başlayıp zırvalayarak biten kitaplardan olmasa bari.

Aklımda saçlarımı kestirsem mi fikri, masamda yeni yeni kitaplar, okul açılıyor, hava serinledi, işte beni bekleyen dünya kadar iş, bir gün zaman geçmiyor, ertesi gün zamana yetişemiyorum, önümüzde bir bayram, uzun zamandan sonra alınmış bir sürü ayakkabının bayram sevinci!

Kısacık bir hafta başlıyor. Sonra bayram, açılacak okul, bir dünya iş.

Hayat, biz plan yaparken başımıza gelenler...

Şarkı: I've got you under my skin. Bono/Frank Sinatra düeti. Tabii bir de With or Without you. Her zaman!

3 Eylül 2010 Cuma

Birdenbire!

Yaz geçiyor… Aylardan Eylül, mevsimlerden yaz sonu. Henüz sonbahar demek için erken ama yakındır.

İlk defa bu yıl yaz bitsin istiyorum. Ben sonbahara hayranım ama yazı severim. Vardır ya öyle, sevdiğin başka beğendiğin başka… Her sevdiğini en çok beğenmez insan hatta bazen eni konu beğenmez ama yine de sever. Her beğendiğini de sevmez. Beğenmediğin bir sürü şeye rağmen sevdiğin, çok sevdiğin şeyler vardır. Böyle insanlar vardır hayatında ya da şehirler mesela…
Beğenip de sevmediklerin de olur. Bakar bakar, hiçbir kusur bulamazsın ama gönlünde bir yer tutmaz. Bunca beğenmeye rağmen… Hem beğenip hem sevdiklerin varsa, onlar başkadır! Böyleleri de vardır hani…

Sonbahar, benim çok beğenip de çok sevmediklerimden. Yaşattığı “son” duygusunu sevmem, hüzünlü halini sevmem, ardından gelen kışı sevmem. Ama renklere bayılırım, doğanın değişmesine, serin esen rüzgara, ince yağan yağmura, yavaş telaşsız ruhuna… Bayılırım!

Yaz ise sevdiklerimdendir. Bu yazı sevmedim. İnsan sevdiğini sevmez olabilirmiş, anladım. Geldi, geçiyor neyse ki…

“Sevgi, biraz da emek işi” derler. Öyle galiba. İnsan önce sevdiği şeye emek veriyor, emek verdikçe seviyor. Bir zaman sonra emeğini mi sevdiğini mi daha çok sevdiğini bilmeden bağlanıyor. Alışıyor. Alışkanlık ki bağların en güçlüsü! Sevgiden güçlü. Korkulardan güçlü. Alışkanlıklar ki korkuların kaynağı.
Aşk, hayran olmaya benziyor. Çok beğenmek, kimselere benzetememek… Bir de hep bir heyecanla, bir tekinsiz bilinmezlikle birlikte çok beğenmek. Alışkanlığın en uzağı!
Bildiğim, aşkın tüm alışkanlıklara karşı olduğu! Galiba o yüzden çok heyecanlı, galiba o yüzden çok korkutucu!

Bazen bir şeyler oluverir. Birden bire! Aşk gibi, aniden. Her şeyi sarsıp tehdit eden…

Doktor kontrolüne gider hiç beklemediğin bir şey öğrenirsin, ailenden birisi uzaklara taşınmaya karar verir, en sevdiğin elbiseni giymez olursun, oturduğun semte sinir olursun, evdeki bitkiler fazla gelir, en nefret ettiğin desenden bir çanta almaya niyet edersin, kısacık saç hoşuna gider olur. Öyle birden bire!
Her şeyi yöneten alışkanlıklar bir parça sarsılır.

Tuhaftır, insanoğlu kendini üzen, zarar veren şeylere de alışır. Ve alışkanlık öyle bir şeydir ki alıştığın seni incitse de vazgeçmekten korkarsın. Alışkanlıktan vazgeçmek suçluluk duygusu hissettirir. Bomboş hissettirir, çıplak hissettirir. O duyguyu taşımaya korkarsın.

Yıllar önce henüz üniversitedeydim. Lisans döneminde staj için bir hastanenin psikiyatri servisinde gencecik, cin gibi bir genç hastayı hiç unutmadım. Bilgisayar Mühendisliği okuyan, akıllı, yakışıklı pırıl pırıl bir genç adam. Şizofreniydi tanısı. Bizler için gerçek olmayan bir dünyaya inanmıştı. O dünyaya dalmış, okula gidememiş, yememiş-içmemiş, kimseyle görüşmemiş, bir süre hastanede yatmış, hayatı darmadağın olmuştu. Hastane, ilaçlar, vs sonrası artık gerçek olanla olmayanı ayırabiliyordu. Kontrole gelmişti. Önce ailesiyle görüşüldü. “Şükürler olsun”, artık normaldi. Okula gidiyor, dersler iyi, notlar iyi, normal bir sohbet, yavaş yavaş artan bir sosyal katılım… Ailesi çok mutluydu! Oğulları geri dönmüştü. Sonra hasta girdi içeri. Doktor nasıl hissettiğini sordu. Hiç unutamadığım bir cevap verdi. “İyiyim” dedi. “Ama tuhaf biçimde çok üzgünüm. İçim acıyor. Ben o dünyaya çok inanmıştım. Hiç vazgeçmeyeceğimi sanmıştım. Kurmak için uğraşmıştım. Gerçek olmadığını biliyorum ama bunu bilmek bana acı veriyor. Bununla baş etmekte zorlanıyorum.”

Hayatını altüst eden o hastalıklı hayalden bile vazgeçmenin acı verebileceğini o güne kadar hiç fark etmemiştim. Bu acıdan kurtulabilecek mi diye düşünmüştüm. Bugün bile, o çocuk nasıl oldu acaba diye düşünürüm.

Bir sabah uyanırsın ve yıllardır sevdiğin bir şeyi sevmez olmuşsun ya da içinde taşımaya alıştığın bir hüzün yok olmuş, çıkmış içinden. İnanamazsın. Yoklarsın içini, yok, gitmiş! Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemezsin… “Olur mu böyle?” dersin.

Öyle birden bire!

"Belki de ırmağa bakakaldın. Yanında seni seven biri vardı. Sana dokundu dokunacak. Daha dokunmadan bunu duyumsadın, anladın dokunacağını. Sonra da dokunuverdi." Richard Brautigon/Karpuz Şekerinde

Kitap : Oh Yes! Kaan Sezyum (Mutlaka!)
42 Derin Düşünce (Neden olmasın?)
Nihayet : Deliksiz, derin uykulara kavuştum. Nasıl özlemişim!
Bu hafta : Her akşam bir yerdeydim. Yorulmuşum. Cuma, akşam olmadı bi' türlü.
Haftasonu : Çeşme!
Bayram : Dostlar ve tekneyle Marmaris kıyıları...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

tesadüf

Hayatımızın çerçevesini çizen belki de tesadüfler… Babam öldüğünde babamın bürosunu kapatmak için gitmiştim, büro sahibi ile konuşmaya. O kişi şimdiki patronumun eşi ile ortaktı (-mış). Kendime bir yol çizmek istediğim zamanda karşıma çıkan ve bana çok şey öğreten sevgili patronum, bugün hala hayatımda. Oysa o gün oraya gitmem, patronum eşinin orada olması, o büro hep tesadüf!
Yıllar sonra ben hayatımda yeniden bir yol çizerken beni arayan sevgili eski patronum bugün yeniden patronum. Tesadüf!

Bazen, ufacık bir şey olur. Bir yazı okursun, bir haber, bir not… Birden her şeye bakışın değişir, sanki uyanırsın! Şaşırırsın nasıl fark etmediğine öyle apaçık olanı! Kendine kızarsın, salaklığına… “Nasıl fark etmedim” dersin. “Yani, nasıl büyük bir tesadüf!”

Bazen ilahi adalet diye bir şey olmadığını düşündüğüm olur. Ya da yeterince olmadığını… Ama sonra öyle şeylere denk gelirim ki… Birisi sadece benim gördüğüm bir iğne deliğinden geçer.“Galiba bu benim sınavım” derim. “Doğru olanı yap, yapmak istediğini değil…” Bir telefon çalar, birisi referans sorar. İçimden gelenle doğru olan arasında bir yerlere tutunmaya çalışırım.

Tesadüf dediğimiz şey ilahi adaletin bizim hiç bilmediğimiz göstergeleri olabilir mi? Eğer öyleyse, “var bir ilahi adalet” diyebilirim. Bazen benim istediğim hızda olmasa da… Haksızlığa uğramışlık duygusu fenadır ya insan “boşver” dese de, bir adalet beklemekten kendini alamadığı olur. O yüzden ben bekliyorum, yeni tesadüfler olacak elbet…

Ekincik de hayatımıza bir tesadüfle girdi. Yıllar önce, birgün kitapçıda para öderken görüp aldığımız (ki hiç almayız), yıllarca atmadığımız (normalde eve gelmeden atarız) küçücük bir el ilanındaki yeri sonunda merak edip gittik. Böyle başladı. Sonra her yıl gider olduk.

Akşam vakti, mangal yanarken kızımla denize gittik. Gökyüzünde neredeyse dolunay, mehtap denize vuruyordu ince ince, güneş batmış gökyüzünün bir tarafı kıpkırmızıyken… Deniz nefis, dağlar yemyeşil, sahil bomboştu. Kızımla birlikte yüzdük. Ben mutlulukta yüzdüm.

Belki de yatakta uzanmış, neredeyse uykuya dalmak üzereydin¸bir şeye güldün, kendinle ilgili. Günü bitirmenin en iyi yolu. Richard Brautigan/Karpuz Şekerinde

19 Ağustos 2010 Perşembe

hangisi?

Düşünce mi duyguyu başlatıyor, yoksa duygular düşüncelerimizden önce mi? Düşünme istemliymiş, yönetilebilirmiş gibi; duygu dediğinse yönetilemez sanki... Öyle mi? Düşünmek istemediğini düşünmemek mümkün mü? Cümlenin içinde "istemek" ya da "istememek" geçince aslında düşünmeyi başlatan (ya da bitiren) yine bir duygu olmuyor mu? İstemek yeter mi gerçekten? Peki "istemek" (ya da istememek) ne kadar elimizde? İnsan istediğini istemez yapabilir mi kendini?

"Bir şeyin aslından değil, kışkırttığı fikirler ve rüyalardan haz almayı öğren. Çünkü hiçbir şey olduğu gibi değildir. Rüyalar hep rüyadır. Bu yüzden dokunmayacaksın hiç birşeye. Rüyanda dokunduğunda ölür gider, dokunduğun nesne bütün benliğini doldurur sonra." Huzursuzluk Kitabı/Fernando Pessoa

Bu yazıyı yazdığım gün, pazardı. O sabah sevgili kardeşim İngiltere'den geldi. Bir eğitime katılmak için gitmişti. Güzel gelinle O'nu almaya gittik havaalanına. Kardeşimin eşi güzel bir kız. Hani "beauty is skin deep" palavrasını kastetmiyorum. Bildiğin güzel. Dünya gözüyle. Sarışın, yeşil gözlü, 1.80 boyunda, incecik. Üstelik bir de sevgi dolu, sabırlı, anlayışlı ve becerikli. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de hamarat. Gece vakti canı tatlı istedi diye kocaya 20 dakikada enfes irmik helvası yapabiliyor mesela ya da ne biliyim, mantı, börek açabiliyor. Marifeti öyle fırında tavuk yanında pilav falan kadar değil yani. (Ki benim ayarımda fırında tavuk dediğin de epeyce bir marifettir)
Hani Amerikan icadı değerlendirmeler vardır; "işi becerecek kapsitesi var mı?" Var; "istekliliği var mı?" Valla, o da var. Kızımız hem "capabile" hem "willing". (Ki, bu durum terfi gerektirir). Dönüp kendime bakıyorum; boy, pos, endam konusunda bir iddiam yok. Üstüne mantı yok, börek yok, irmik helvası hayatımda yapmadım. (Fakat hepsinin iyisinden acayip anlarım.) Becerebildiklerimi yapma konusunda isteğim de yok. Mümkünse kahvaltıyı bile dışarıda yapmak istiyorum, bir çay servisi falan yapan olsun diye. Bu durumda ben "not capabile and not willing" kategorisine giriyorum. (Ki, bu durum kişiyi o pozisyondan almayı gerektirir!!!)

Özetle, kardeşimin doğru bir seçim yaptığını söyleyebiliriz. Var böyle hatunlar etrafta. Kimi erkekler şanslı! Ben de bulunduğum yere şükretmeliyim yatıp kalkıp ama insanoğlu nankör tabii. Nerdeee....

Bu hafta içi kızımın sınıf arkadaşlarının anneleriyle buluştum. Ev hanımlığı günlerimden eşim-dostum. Bir başka eski dostumla buluşmaya Karaburun'a gitme niyetim de vardı. Sevgili arkadaşımla sık görüşemiyoruz. O, benim hayran olduğum insanlardandır. Hani bir ömre birden çok hayat sığdırmayı beceren, hayalleri peşinden gidebilen, kendine dürüst olabilenlerden... Çılgın değil ama cesur, samimi, kararlıdır. Bana çılgın olmadan cesur olunabileceği gösteren, denemekten vazgeçmeyen hali iyi gelir. Bir de anlaşıldığımı hissettirir bana. Çırılçıplak yakalanmış gibi değil, bir hatan anlaşılmış gibi değil, açıkta kalan kusurlar kapatılmış gibi hissettirerek...
Bu sefer denk getiremedik. Belki bir dahaki sefere…

Karmakarışık rüyalar, erken biten uykular, sıcak bir yaz, bazen hiç geçmiyormuş gibi, bazen ucunu yakalayamadığım zaman... Bazen bir yere saplanıp kalmışım duygusu, bazen de bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi bir telaş.

Bunları yazıp yayınlayamadığımda pazardı. Birden hafta sonu oldu. Bu hafta sonu arkadaşlarla güneye gitme niyetindeyiz. Ekincik'e. Benim için zorunlu bir haç seferi gibi olan rotada, Gökova’dan kıvrılarak aşağı inecek, o tepeden bakıp denizi ve asfalt üzerinde sıcağı göreceğim. İşte o zaman, bir yaz daha geçtiğini fark edeceğim. Sonra, tüm günü teknede geçirip, denize doyacağım. Manzaraya hayran olacağım. Kızımın çığlık çığlığa tekneden atlayışına bakıp, O'nu her gördüğümde içimin titremesine sevineceğim. Şükredeceğim.

"Hiçim ben.
Asla birşey olmayacağım.
Birşey olmayı isteyemem.
Öte yandan, bendedir bütün düşleri dünyanın..."
Tütüncü/Fernando Pessoa


Ece Temelkuran okuyorsunuz değil mi? Artık Habertürk'te. Mutlaka!
Kitap: Bu ara polisiyeler üst üste geldi. Ama bir tavsiye yok.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

seçimler

Evimize döndük. Hepimizde bir mutluluk. Son gün sitede arkadaşları kızıma veda partisi yaptı. Pek memnun oldu. Benim için de Cuma akşamı güzel bir geceydi. Mekanın tek sosyal tesisi olan pideci-kebapçıda can dostlarla birlikteydik. Benim için mutluluğun tarifi bu. Güzel bir masa, gönülden sevilen insanlar ve uzun bir gece... Şansımıza bir de amatör piyanist şantör vardı (!) Rakılar, eski şarkılar, cehennem gibi bir sıcak, sonrasında sahilde kadınkadına kahkahalar...

Cumartesi son bir deniz sefası ve dönüş. O sahil yaklaşık 2 km uzunluğunda bir kıyı. Sadece yazlık siteler ve pansiyondan hallice 2 küçük otel var. Nüfusun çoğunluğu emekli amcalar, teyzeler ve benim tatlı kızım yaşında torunlar. Bize denk olanlar olsa da azınlıktayız. Bir de "teenager"lar tabii. Akşam gün batarken parfüm kokuları ve parmak arası terliklerle denize giden, gece sahilde oturan, öğleden sonra voleybol oynayan... Benim de bu sahile ilk gelişim 15-16'lı yaşlarımdır. 20 koca yıl önce. En yakın arkadaşlarımdan birisinin yazlığı vardı. Sonra sahilin diğer tarafında yazlık kiralamıştık falan falan... Tıpkı bugünün teenagerları gibiydi. 20 yıl sonra aynı sitede, yine bir yakın arkadaşım, biz yine yazlık kiralamışız. Yaşlar 30'un sonları. Deniz aynı deniz, plaj aynı plaj. Ben aynı ben miyim diye düşününce cevabı hem evet, hem hiç değil. Akşamüzeri bir heyecan sahile giden kızlardan birisine 20 yıl sonra yan sitede ev kiralayıp ailesi ve annesiyle 1 ay kalacağını söylesem ne düşünür acaba diye geçirdim aklımdan...

Yazlık evde mutfak eşyaları kısıtlıydı. Başı sonu 6 tane tabak vardı. Düz, beyaz porselen tabaklar. Kahvaltıda, yemekte, tatlı yerken, meyve yerken falan hep aynı tabakları kullandık. Hiç seçenek olmayınca yanlış tabak diye de birşey olmadı. "Aaaa, düz tabakta sulu yemek olur mu?" Ya da "yemek tabağıyla kahvaltı sofrası hazırlanır mı? derdi yok. Başka seçenek yok, yani hata yapma olanağın yok. Bardak da öyle. düz cam bardaklar. Rakı, meşrubat, şarap ya da su fark etmez. Bardak tek tip. Bu durumu kısıtlayıcı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Uygunsuz birşey yapma olasılığı olmaması nasıl bir özgürlük bilemezsiniz! Seçim hakkın yok. Yani doğru birşey yapmıyor olsan da yanlış yaptığını kimse söyleyemez!

Hiç hata yapmamak mümkün olabilir mi? Özgürlük seçme sanşında mı, hata yapma riski taşımayan sınırlılıkta mı?

Eve dönünce filmlere kavuştuk. İlki Ferzan Özpetek'in son filmi. Ne zamandır isteyip de seyredemediğimiz bir filmdi. Serseri Mayınlar. Nefisti. Bir başkası için yaşamak, bir başkasını üzmemek için yaşamak, saklanmak, kendi seçimlerini, hayatını yaşayamamak üzerine birbirinden ilginç karakterlerle, tipik bir Ferzan Özpetek filmiydi.
Diğeri de bu günlerin gündemi olan film "Başlangıç". Karmakarışık bir filmdi. Rüyalar gerçeklerle içiçe geçmiş. İçine özlem, kayıp, umutlar, baba-oğul ilişkileri, bilinçaltı, altının da altı falan girince merak uyandıran, ilginç bir film olmuş. Rüyada yaşamayı tercih edenler, rüya kuranlar, rüya çalanlar, fikir ekenler derken gece sabaha kadar acaip rüyalar gördüm. Babam, babaannem ve hatırlayamadığım detaylar.

Zaten son zamanlarda gelmişim, geçmişim, dostlarım, sevdiklerim falan gönlüm dopdolu. Bir de insanlarla ilgili şaşkınlığım. Beni tanır dediklerimin hakkımda söylediği şeyler, ben tanırım dediklerim hakkında hiç bilmediklerim!

Şu anda Adana'da havaalanındayım. Hava sıcaklığı insaflı. Havaalanı küçücük. Yarın da başka havaalanlarındayım. Yollar, yolculuklar benim sevdiğim şeyler. Kitaplar, dergiler, düşünmeler, kendimle başbaşa zamanlar...

Yaşadığımız hayatlar, rüyalar, hayaller, hayalkırıkları, öfkeler, pişmanlıklar, heyecanlar, dostlar. Seçimler...

"Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelere dönüşür; düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür; duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür; davranışlarınıza dikkat edin alışkanlıklarınıza dönüşür; alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür; değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür; karakterinize dikkat edin kaderinize dönüşür." Mahatma Gandi

4 Ağustos 2010 Çarşamba

sıcak bir öğlen saati

Ennn sevdiğim şehirdeyim. İstanbul'da. Hava sıcak, tam öğle saati. Bir Tüsiad toplantısı için geldim. Toplantının asıl katılımcısı olan patronumu temsilen... İlginç bir deneyimdi. Uzunca yazacağım ya şimdi değil. Üzerimde keten elbise, topuklu ayakkabılar çantada, yerine crockslar geçirilmiş. Az sonra sokaklarda olacağım. Bir çakma ev hanımı olarak tüsiad deneyimi yaşadıktan sonra kayda geçirmeden edemedim.

Seçimlerimiz hayatımızın yönünü nasıl değiştiriveriyor... Peki, seçimlerimizi ne belirliyor?

İstanbul'dayım. Hava sıcak. Tam öğle saati.

Kolay bir hüzündür gecenin kovuğundan sarkan
Ellerindeki paramparça geçmişin sığ bir gövdesidir yolun ortasında
Erken bir gülüşe başlarken (tutanabildiğin yalnızca bir gülüş)
Ve sanki (kendinden korkan) bir erken bağlanmışlık varoluş ve tükenişin.
Bir görüntü anlatır (sanki) bir yolun, bir yoğunluğun ortasında bal rengi kanı
Ve ayrılığın ta içinde biriken küllüğüdür özlemin.
Eski, hep eski anlatılmamışlıktır defterlerin.
Kuruyan su.
Kuruyan uykusu.
Ve kan yine de bal rengi derbederliğin.

Murathan Mungan/Anlaşılmayan Şeyler

31 Temmuz 2010 Cumartesi

alışkanlık, değişiklik

Yazlık hayatı beni blogumdan kopardı. Bu sabah hava cehennem gibi sıcak. Ben sıcaktan muşmulaya dönmüş biçimde yataktan kalkıp, ilk iş, blogumun başına geçtim. İkinci iş diyebiliriz. İlk iş; çamaşır makinesi çalıştırmak. Dün gece evimde kaldım. Akşam bir şirket kuruluş yemeği vardı, gecenin vakti dönünce, bir de yazlığa gitmeyi gözüm esmedi. Kızımla evimizdeyiz.
Yazlıktaki mecburi hizmet süresi haftaya doluyor! Akşam giderken ve her sabah kalktığımda günleri saysam da, akşam vakti denize girdiğimde ya da gece sahilde otururken "iyi ki buradayım" dediğim oldu. Hele perşembe gecesi, tam gün batmışken denize girdim. Hava da deniz de muhteşemdi. Dolunaydı, yıldızlardı, deniz kokusuydu derken vakit geçti. Kızım hayatından memnun. Fasıl fasıl bisikletten düşmüş ve epeyce sivrisinek saldırısına maruz kalmış olsa da, keyifli vakit geçirdi. Ama O'nun için de vakit dolmuş. Dün gece evde olmaktan pek memnundu.

Yazlık dönemi tatsız başladı. Çok canım sıkkındı. Biraz toparladım. Can sıkkınlığı üzerine, git-gel, denizde yüz, yürü falan derken kilo vermişim. Tek teselli o oldu. Dün akşam epeyce dar bir elbise giydim, çekinerek... Pek güzel oldu valla. (Oldu da yırtmaç detayına hakim değilmişim, geceyi elbiseyi çekiştirerek geçirdim. Yoksa tepeme çıkacaktı.)

2010 yılını ileride nasıl hatırlayacağım diye düşündüm deniz kenarında otururken. Hangi sıfatlarla, hangi yüzlerle, isimlerle, kararlarla, olaylarla...

Uzun zamandan sonra hayatıma yeni insanlar girdi. Hatta bazı yeni dostlar. Öyle ki insanın kime gerçekten yakın olduğumu düşünmeme sebep oldu bu yeni ilişkilerim. Çünkü bu ara kendimce mahrem ve pek naif anlarımı aslında sadece bir kaç aydır tanıdıklarımla paylaştım.
Bir sürü iğne deliğinden geçtiğim bir yıl oluyor. Tam birinden geçtim diyorum, yeni bir tane daha... O yüzden hep bir sıkışmışlık duygusu... Bunun sonunda azıcık daha büyür müyüm?

Yazlık günlerimize kardeşim ve gelin de dahil oldu. Bu yıl ev küçük olmadığından rahattık. Tabii annem, kardeşim, karısı ve biz bir arada yaşayınca evde standartlar bir çadırdan hallice oldu. Bİr de tabii birbirinin alışkanlıklarına, isteklerine, düzenine (düzensizliğine) tahammül etme gerekliliği oluyor. Başlı başına ayrı bir terbiye olma dönemiydi.

Fark ettim ki kalabalık bir ev, zamanın kolay geçmesini sağlıyor. Canın sıkkınsa bile o harala gürele içinde yitip gidiyorsun. Can sıkıntın da, sen de araya kaynıyorsun. Bir de sen zaten kendine odaklı olduğundan, evdeki panayır halini dert edecek enerji bulamıyorsun. Velhasıl bizimle olmaları bana çok iyi geldi. Bol geyik, bol gazete, akşamları okey derken zaman geçti.

Anne, kardeş, eş, çocuk bir evde yaşayınca doğduğundan beri tanıdığın insanlarla kendinin, kocanının ve hatta dünyaya getirdiğin insanın bir sürü fark etmediğin tarafını görüyorsun. Ya da aslında bildiğin ama unuttuğun şeyler gün yüzüne çıkıyor. Acayip deneyim. Annene öfke duyup, kardeşine hayran oluyorsun, kızına şaşırıyor, kocana bakıp sana ne kadar yabancı olduğunu aklından geçiriyorsun. Kendine bakıp aslında hayatın olan ilişkileri ne kadar azını seçtiğini fark ediyorsun.
Pekiiii, hepsini seçebilseydim, farklı mı seçerdim? Neyi seçmezdim?

Nefs ile şeytan ikisi bir bedendir; fakat kendilerini iki gösterdiler.
Nitekim melekle akıl da birdir, hikmetleri yüzünden iki şekle büründüler.
(Mesnevi, III, 4054-4055)


Kitap ve film yazlıkla çok yavaşladı. Burnumda tütüyorlar. Haftaya nihayet alışkanlıklarıma kavuşuyorum. Hayatımızı, bizi tanımlayan, koruyup kollayan ve de bir adım ilerlememize engel olan alışkanlıklarımız. Bütün korkularımız da sebebi olan alışkanlıklarımız...

4 Temmuz 2010 Pazar

Alacakaranlık serisinin üçüncü filmini seyrettim. Bence serinin en iyi filmi hala birincisi. Ama bu film her genç kızın gizli hayallerini nasıııl güzel anlatmış! Kızımız iki aşk arasında kalıyor. Bariz bir tercihi varmış gibi görünse de aslında aklı da gönlü de parçalı. Bir yanda vampirler kralı romantik Edward, bir yanda genç kurtadamımız Jake. İkisi de yakışıklı, tutkulu, aşık. Jake canlı, Edward vampir. Bir de nasıl olduğunu bilmiyoruz ama Edward, pek zengin. Jake mütavazi bir kızılderili çocuğu. Oydu buydu derken, kızımız film boyunca "Allahım, ne olur ben Bella olsam" dedirten maceralar yaşıyor. Ben bu filme kadar katıksız bir Edward'cıydım, bu film de "Jake de olur" dedim. Edward fazla romantik geldi bana. Romantizm dozu bende kritiktir. Bir yerden sonrası birden toksik gelir, zehirler beni. Jake'deki kararlılık ve tutku da hoşuma gitti. Bizim faniler dünyası renksizmiş, onu anladım. Vampirlere, kurtadamlara karışmak varmış. Hanımlar seyredin.

Haftanın detaylarına girmeyeceğim.

Klişeler üzerinde yazacaktım. "Erkeklerin hayattan beklediği iki şey evde yemek bulmak (iyi olması şart değil) ve düzenli sekstir (iyi olması şart değil)" ya da "Kadınlar zengin erkeklerden hoşlanır" ya da "Edepsizlik etmezsen hak ettiğin saygıyı göremezsin" falan gibi klişeler. Yıllarca benzeri klişelerin aslında pek geçerliliği olmadığını sandım ben. Hele benim hayatımdaki insanlar o klişelere çok uzaktı. Özetle söyleyeyim; pek öyle değilmiş.

Hayalkırıklığı değil de yaşadığım bir çeşit aydınlanma! Gözümdeki perdeler kalk kalk bitmiyor. Aydınlanma falan istemiyordum aslında. Eşe, dosta, etrafa başka gözle bakmaya başladım. E tabii kendime de! Bir ne salak olduğuma sinirleniyorum, bir ne hayalperest olduğuma, bir ne uyumsuz, kopuk olduğuma...

Haftanın güzel haberleri vardı, hafta sonuna doğru tatsız haberleri... Yazlığa taşınma haftaya kaldı. Kızım bu hafta 2 gün bir arkadaşına kalmaya gidecek. Benim bu hafta planlı bir seyahatim yok. Kafamı karıştıran konular hala karıştırmaya devam ediyor.

Filmimizde Bella sonunda Edward'ı tercih etti. Dedi ki; bu Jacob'la Edward arasında bir seçim değilmiş. Bu, ne olduğuyla ve ne olmak istediğiyle ilgili bir seçimmiş. "Ben kendimi hep bir parça tuhaf hissettim, bir parça uyumsuz" dedi. O yüzden vampirliği seçmiş. Olmuşken tam anormal olayım diye. Onların arasında kendini bulmuş. "Valla" dedim "acaba ben de mi vampir olsam?"

"Tuhaf bir kayıtsızlık içinde izledi olanı biteni. Ama gerçekten de umursamıyor muydu, yoksa öyle mi görünmek istiyordu. Hiç belli etmedi bunu." İstanbul Hatırası-Ahmet Ümit

27 Haziran 2010 Pazar

lüks dediğin

Herkes eve döndü. Yeniden televizyon açıldı, perdeler açıldı, evde şarkı söyleyerek dolaşan bir küçük insan var. Allah kimseyi yalnız bırakmasın deyip, geçtiğimiz 5 günün bana çok iyi geldiğini itiraf etmeliyim. Bu geçici tek başınalık, bana alternatif bir tatil oldu. Hayatta lüks anlayışımın bu olduğunu anladım. Üstüne hava da bana enfes bir sürpriz yaptı. Haziran sonunda selli sulu yağmur, serin hava, ben evde tek başına... Tam bonus oldu!
Tabii, günler su gibi geçti. Havaalanına zor yetiştim. Güneş ve yaz, ailemle birlikte geri döndü. Haksızlık etmeyeyim, sıcaklık hala dayanılır seviyede.

Bavullar açıldı, çamaşırlar yıkandı, detaylar anlatıldı, buzdolabı bir aileye yakışır biçimde dolduruldu. Bir hafta da sonra yazlık faslına geçeceğiz. Evimden başka bir yerde yaşama fikrini sevmiyorum. İdare edeceğim artık, bir ay. İyi gizlememe rağmen aslında tutucu bir insanım.

Dün süpermarket alışverişinden sonra promosyon sticker'lar verdiler. Bir kağıda yapıştırıyorsun. Bilmem kaç tane yapıştırınca tencere kazanıyorsun. Tencere ebatına göre sticker sayısı değişiyor. Önce "ben uğraşamam bununla" dedim, cool cool. Hatta götürüp bıraktım kağıdı. Sonra ruhumdaki bedavacı birden zıplamaya başladı "kızım, yazlıktaki tek market bu market, git al kağıdını, bak tencereler de pek güzel" deyince koşup aldım promosyon kağıdını.
Hayatıma yeni bir heyecan geldi. Sticker biriktireceğim.

"Şu tek başınalık lüksünü, mutluluğunu en son ne zaman yaşamıştım?" diye düşündüm. Taaa 2000 yılında, kocam 28 gün askere gittiğine...

Kafam karışık ama oralara hiiiç girmeyeceğim.

"İnsan geleneklerinin ve alışkanlıklarının çocuğudur, tabiatının ve mizacının değil." Ibn Haldun/Mevlana'da Aşk felsefesi-Prof. İsmail Yakıt

21 Haziran 2010 Pazartesi

kaç hayat

Tam hayal ettiğim gibi bir haftasonu oldu. Cuma akşamı bir sürü son dakika krizine rağmen (benim bavulumu evde unuttuğumuzu havaalanına gelmek üzereyken hatırladık, check in sırasında bilgisayarlar bozuldu, uçakta eksik yolcu var diye bavullar indirildi meğer yolcu koltuğundaymış, vs) gitmeyi başardık.
En sevgili kuzenimin Amerikalı eşi ve 2 kedileriyle birlikte yaşadıkları eve gittik. Gece saat 2'ye kadar konuşup, güldük. Ertesi gün keyifli bir kahvaltı, bolca kahve, teyzeleri hızlı ziyaret, sarılmalar, öpüşmeler, sonra kuaförde hazırlık.

Fotoğraflar, düğün konvoyları ve sonunda düğün! Tüm akrabalar, kuzenler, kuzenlerin çocukları... Yine sarılmalar, öpüşmeler, dedikodular, sohbetler, kahkahalar... Hepimizin birbirine çocuklarını gösterdiği, hep birlikte sahneden hiiiç inmeden bol bol oynadığımız eğlenceli bir düğündü. Gecenin sonunda kız tarafını ayaküstü çekiştirdik (biz oğlan tarafıyız), arada çiçekçiyle kavga falan edildi. Sonunda arabasız kalan gelin ve damadı da alıp bir arabada kucak kucağa gelinin köyüne gittik.
Arada topuklu ayakkabıları çıkarılıp terlikler giyildi. Saat 02 itibariyle sosyal kaygılar yerini temel insanı güdülere çoktaaan terk etmişti. Yatağı bulduğumuzda saat 04 olmuştu.

Pazar günümüz benzer bir hayhuyla geçti ama arada sezonun ilk deniz sefası vardı. Deniz NEFİSti!

Annemin memleketi Kıbrıs. Çocukluğumdan beri heyecanla gitmeyi beklediğim, her gittiğimde sevgiyle, özlemle karşılandığım, uzakta da olsa kocaman bir ailenin parçası olmaktan mutluluk duyduğum, denizi sıcacık, sokakları tenha, bakımsız ve sessiz, cırcır böceği (zirziro) sesleriyle dolan, konuşulanları bir türlü anlayamadığım, yemekleri değişik ama güzel bir uzak yerdi çocukluğumda.
Yıllar içinde önce değişen uzaklık oldu. Artık o kadar uzak değil. Bir de benim hatırladığım o sessiz, çok sıcak ve yemekleri değişik yer değil. Her tarafta inşaatlar var. Kıbrıs kocaman bir şantiye. Sokaklar kalabalık, trafik derdi var, her taraf gürültülü. Pizzacılar, kumarhaneler, hamburgerciler, pideciler, kebapçılar...
Yine de gece şehir dışındaki yollarda tüm yıldızlar görünüyor. Hala surların içindeki güzelim şehirde insanlar sokak aralarında oturup kahve içiyor. Cırcır böceği sesleri duyuluyor.

Kısacık iki günde burayı unuttum. "Burda kalsam" diye düşündüm. Bir ev alsam... Dünya dertleri orada da aynen devam. Herkeste iş stresi, gelecek kaygısı... Bir adadan kapitalist bir tüketim ekonomisi yaratan zihniyet sayesinde yaşam agresif ve gittikçe daha kaygı verici olmuş.

Kuzenlerimden birisi bir Ukraynalı ile evli. Londra tanışıp aşık oldular. Sonrada gelinimiz Kıbrıs'a yerleşti. Hem dünya güzeli hem de cin gibi akıllı, meslek sahibi bir kızken, işi-gücü memleketini bıraktı. Kocasıyla birlikte fotokopi, DVD/VCD kiralama falan yaptıkları dükkana destek oluyor. Kızını büyütüyor. Bir de nerdeyse benden iyi Türkçe konuşuyor.
Ev sahibemiz olan gelin ise bir Amerikalı. Nerden duymuş, nasıl olmuş bilmiyorum ama Kıbrıs'a üniversitede İngilizce öğretmeni olarak geliyor. Aynı üniversitede İngilizce öğretmeni olan dünya tatlısı (ve komiği) kuzenimle tanışıp evleniyor. İki kedisiyle birlikte artık orada yaşıyor.

Hakkında hiç birşey bilmedikleri bir adada yaşıyorlar. Yeni bir dil, yeni yemekler, yeni adetler, yeni akrabalar, yeni bir hayat!

Denizden dönerken uğradığımız teyzemin bahçesinde oturan kalabalığa bir bakıyorum. Annem henüz 17 yaşındayken savaşa falan aldırmadan babamın peşinden buralara geliyor. Dayım 40 yıl önce üniversite okumak hayaliyle kalkıp Londra'ya gidiyor. Aynı gün ablalarını Rusya'ya yolcu eden gelinimiz "Allah kavuştursun" dileklerine teşekkür ediyor. Henüz Türkçe'de çok ilerlememiş olan Amerikalı gelinimiz etrafı seyrediyor. Yaşamları boyunca doğdukları şehirden hiç çıkmamış iki teyzemin gelinleri dünyanın iki ayrı ucundan!

Düşünüyorum. Kendimi, tesadüfleri, cesareti, cesaretsizliği, bir ömre kaç yaşam sığabileceğini...

Bu sabah döndüm. Hemen işe gittim. Akşam yorgun argın gelirken manavımı dükkanında mal satarken gördüm, el salladı. Bakkalım ise içeride maç seyrediyordu. Bana ismime "abla" ekleyerek hitap eden fırıncıdan (bizim apartmanda doğmuştu) ekmek aldım. Belki de dünyanın başka bir yerinde, bir başka yaşama da bu kadar alışabilirdim diye düşündüm. Alışabilir miydim?

Fırında eve yürürken önünden geçtiğim dersanenin kapısındaki bankta oturan adam bana dikkatlice bakına ben de ona baktım. Aman allahım! Taaa ben üniversite sınavına gireceğim yıl gittiğim havalı dersanenin çok havalı sahibi! Sonradan özel bir de okul açmış, gayet sosyetik birisi olmuştu. Bu akşam, üzerinde şort ve ayağında bir tekini de çıkarmış olduğu terliklerle (!) karşıdaki dersanenin kapısında sohbetteydi!!!
Ne hissedeceğimi bilemedim. Cuma günü eskiden O'nun olduğunu bildiğim okulun önünden geçerken düşünmüştüm. Bina boş, camlar kırık,sefil bir halde. Önce güvenip çocuğunu o okula verenleri düşünmüştüm, sonra da aklıma bu adamcağız gelmişti. "Acaba ne oldu ona?" diye aklımdan geçirdiydim.
Düşünce gücü diye bi'şey gerçekten var galiba. Korktum biraz bu tesadüften. Bir de böylesi bir kötü seyir içime sinmedi. Görmekten hoşlanmadım.

Kızım ve kocam kaldılar. Evimde ve tek başına olmanın tadını çıkarıyorum. Özlem burnumun ucunu ne zaman titretecek bakalım...

Bir ömre kaç hayat sığıyor gerçekten?

"şu fani dünyada herşeyin ne olduğu her an, her fani kul için değişebilirdi, herşey birden hiçbirşey olabilirdi." Macar/Solmaz Kamuran
Öykü: Dilek kipi/ Ve... David Eagleman

18 Haziran 2010 Cuma

tesadüf

Uzun zamandır görmediğin insanları tekrar gördüğün ilk bir kaç dakikada insanın gönül gözü kapalı oluyor. O ilk anlarda karşındakini fazlasıyla "objektif" gözle görüveriyorsun: "Zayıflamış mı?" "Cildi bu kadar düzgün müydü? Hiç kırık mırışık yok!", "Ne kadar neşeli görünüyor?" "Boyu bu kadarcık mıydı?", "Göbeği çıkmış", "Saçlarının rengi nasıl öyle yavv?"

Tabii o da seni görüyor.

Sonra hızlıca klasik söylemlere geçiliyor; "Çok iyi gördüm. Na'ber?"

Eğer sevilen, özlenen biriyse karşındaki, bu objektif an kısacık oluyor. İzi kalmıyor. Sonrası sımsıcak bir kavuşma, vuslat. Yeniden gönül gözü.

Çok özlenmemiş bir eski tanıdıkla karşılaşma ise detaylı olarak kaydediliyor. Gözlemler illaki ortak bir başka tanıdıkla bir paylaşılacak, mümkünse hemen! Zaten asılönemli olan bu paylaşım(!) anı... Detay detay tarifle...

-Valla çok iyi gördüm, gençleşmiş resmen. Kırmızı bir gömlek giymiş, altında dar bir pantalon ama çok yakışmış, ayakkabıları da kırmızı, topukları...
ya da
-Çökmüş bee, gayet bakımlıydı falan ama yok, yaşlanmış yani. Bir kere kilolu, yüzünde çizgiler... Biz ööle değiliz, di mi?
-Yok yahu, sen hiç değişmedin ki.
-E, sen de öyle.Kilon aynı, fiziğin aynı.
-Bana da ööle geliyor.

Bu sohbet eski ortak tanıdığın geçmiş hayatınızdaki yerine göre uzar ya da buralarda kalır. En sevimsizi geçmişte pek de hoşlanmadığın biriyle onun şahane senin ise sefil bir halinde karşılaşmanız durumudur (ki genellikle böyle olur.) İnsan manikürsüz ellerinden başlayarak toptan kendisine sinir olur. Bu karşılaşmalar sanki bize yaşamda geldiğimiz yeri gösterir. Statümüzü...

Hazırlıksız yakalanınca, hazırlıksız sınava girmiş gibi hissederiz. Haksızlıktır bu! Canımızı acıtır. Sanki deli gibi mücadele ettiğimiz yarışta epeyce geri kaldığımızı birden bire televizyonda, herkesin önünde, görmek gibi... Kaybedenlerden hissederiz.

Gebermiş bir halde havaalanında beklerken, ayakta parmak arası terlik saçbaş darmadağın bir akşamüzeri yürüyüşü yaparken, ne biliyiim seni en şişman gösteren pantalon üstüne içine hiç sinmeyen bir kısa tişört giydiğin gün, ojenin uçlarının çıktığı ya da çorabının sarkık durduğu gün falan...

Her annenin öğretmesi gereken temel bilgiler arasında, her an gıcık olduğun eski birisiyle karşılaşacakmış gibi hazırlıklı sokağa çıkma terbiyesi olmalı aslında.

Bu karşılaşmaların eski sevgiliyle olanları en kritiktir. "Ayyy, bu muymuş?" ile "vayyyy bee", "Ahhh keşke" arasındaki sonsuz seçenekten, artık ne denk gelirse...

Bence genelde "bu muymuş" civarında birşeyler oluyor. Aşk ve o heyecan öyle bir perde ki kalkınca gördüğüne insan çok şaşırıyor.

Yok vallahi, ben bu ara ne gıcık olduğum bir eski tanıdığa ne de eski bir sevgiliye rastlamadım. Tam tersine çok özlediğim ve dünya gözüyle iyi gördüğümde daha iyi olduğum sevdiklerimle görüştüm. Uzun uzun sohbet edip, bol bol güldüm. Birinin gönlünde yer bulmanın insana ne kadar iyi geldiğine emin oldum.

Yarın kocaman, kalabalık bir ailenin parçası olduğum, annemin memleketine gideceğiz, ailece. Kuzenim evleniyor. Düğün, kuzenler, teyzeler, kalabalıklar, uzaklar... Sevildiğimi hissedeceğim, çok eğleneceğim bir haftasonu (inşallah) hayal ediyorum.

Buna çok ihtiyacım var.

"Bir çok insan hayatının büyük bölümünü olduğundan farklı görünebilmek için feda eder." Richard Wilkins

Kitap: Macar
Dergi: Atlas Tarih

13 Haziran 2010 Pazar

hayaller uzak

Birbirine benzemez görünen ama özünde birbirinin aynı günler günleri kovalıyor. Herşey büyük bir hızla ve tamamen benim dışımda akıp gidiyor.
Yaz geldi. Yaz başı stresi olan yazlık kiralama sorunsalı da dün halloldu çok şükür. Yazlıkta yaz geçirmek de yaşamıma gireceklerdenmiş demek diyerek alışmaya çalışıyorum. Yaz cehennem gibi sıcakken tatlı kızımın şehrin göbeğinde, evde tıkılıp kalması yerine tercih ettiğimiz bu yeni model geçen yıl hayatımıza girdi. Kızım çok eğlendi. Biz de akşamüstü iş dönüşü deniz keyfi, mangal, şezlong ve rutin akşam yürüyüşüyle bu yaşama adapte olmuştuk. Site ahalisi çoğunlukla emeklilerden ve torunlardan oluşuyordu. Herhalde bu yıl da öyle olacak. Uzaklar, yine bir uzak hayal.
Ben kararlarımın gerisinde kalıyorum. Hayallerimden vazgeçtiğimi vazgeçtikten sonra fark ediyorum.
Neyse, mutlak mutluluk sadece kızımın gülen yüzünde.

"Umarım sıradan satırlarım canınızı sıkmamıştır, daha önce söylediğim gibi ne de olsa delidolu bir delikanlıya değil kuru anlatımlı bir mütefferrikaya aittir bunlar. Yine de belki günün birinde bir okuyan çıkar ümidiyle bundan sonra da yazmaya devam edeceğim..." Macar/Solmaz Kamuran

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Küçük ölçekli parçalar

Günlük yazmaya ilkokuldayken başlamıştım. İlkokul 4'de. O zamanlar Eskişehir'de otururduk. Okula uzunca bir yoldan yürüyerek giderdim. Yolda en sevdiğim yerler kırtasiyelerdi (hala çok severim). Günlük tutmaya karar verip, bir defter beğenmiştim. Harçlıklarımı biriktirip almıştım. İlk günlüğüm olsun diye beğendiğim defter romantik fotoğraflarla süslü pek arabesk bi'şeydi. Hergün yazdım. Üniversiteyi bitirene kadar, arada boşluklar olsa da, günlük yazmaya devam ettim. Son günlüğüm evde bir yerde hala duruyor. Diğerlerini attım herhalde. Arada uzun mektuplar da yazdım. Artık ne defterlere yazıyorum ne de kağıtlara. Blog bunların yerine geçiyor.
Betul Mardin'in genç hanımlara öğütleri dolaşmıştı geçenlerde. Bir forwarding mail. Günlük tutmayı önermiş. Babasının günlüğünü okurmuş hala. Ben başkasının günlüğünü okumadım. Ama yazmak bana iyi geliyor.

Geçtiğimiz hafta hareketliydi. Alışık olmadığım kadar, alışık olmadığım içerikte. Her akşam bir aktivite vardı. Çarşamba akşam Toplum Gönüllüleri Vakfı toplantısındaydık. İbrahim Betil'in enerjisi ve karizmasına hayran olmamak mümkün değildi. Perşembe akşamı bir toplantı sonrası kaçamağı yaptık. Çok gülerek, şaraplar, pizzalarla, nefis bir havada, gün batımında deniz kenarında... Cuma akşamı için de bir başka güzel plan varken kötü, çok kötü bir haberle birden dünya değişti.

Birini kaybetme konusunda insan tecrübe kazanamıyor. Ölüm her seferinde fena sarsıyor.

O sarsıntının ardından yaşam sinsice, arsızca boşluklardan içeri sızıyor. Önce sokaktan geçen arabaları fark ediyorsun, çalan telefonunu, sonra yetişmen gereken yerleri. Günlük telaşın cazibesine kapılıveriyorsun. O aptal telaşlar en etkili uyuşturucu oluyor. Herşeyin önüne geçiyor, duyguları hissetmiyorsun. Acı, yaşamın anlamsızlığı, içindeki sızı uykuya yatıyor. Yaşam, sanki hiç ölüm yokmuş gibi.

Haftasonu Cuma akşamından sonra, cuma akşamına rağmen, son zamanlarda bana en iyi gelen haftasonuydu. Güzel insanlarla, güzel zamanlar. Hala dayanılabilir sıcaklıkta Alaçatı, kadın kadına uzun ve keyifli sohbetler, kadın kadına çarşı-pazar, kadınca, dostça sırlar...
Sonra kardeşten öte arkadaşlarla Kordon, planlar, biralar...

En sevdiklerimi daha çok sevmeye, çok sevdiklerimi hiç terk etmemeye içimden yeminler ederek; bana verdiği her sevgi için Allah'a defalarca şükrederek, sevdiklerini özleyenlere sabır vermesi için dua ederek...

"Ve Tanrı aniden bir zihin aydınlanmasıyla yatağından fırladı. Anladı ki kendisini küçük ölçekli parçalar üzerinden yaratan her şey, aynı parçalar tarafından tüketiliyordu." Ölçekler-Ve... David Eagleman

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Mavi Ay

Bir başka havaalanı yazısı… Eve dönüyorum.
Tam karşımda bir çift keyifle tavla oynuyor. Ne güzel!

Hafta sonu bir telaş, bir yorgunlukla geçti… Evdeki boya, sonrasında bitmeyen işler, oradan oraya eksilmeyen gidip gelme de olunca, dün akşam yorgunluktan ailece telef olmuştuk. Böyle zamanlar evliliğin sırat köprüleridir. Ya aşarsın ya düşersin. Şükürler olsun bir kere daha atlattık.

Cumartesi öğlen evin her yeri her yerde, mutfak masasında kahvaltı kalıntıları, her odada bir boyacı falan varken ben kısa bir mola için çayımı alıp televizyon karşısına geçtim. Malum CHP Kurultayını seyrediyordum. Kızım babasıyla piyano kursuna gitmişti. Reklam başlayınca diğer kanalları gezerken birden bir mucize oldu! Televizyon’da Mavi Ay!
Herkesin hayatında yer eden unutulmaz bir dizi var mıdır, bilmem. Benim için Mavi Ay başlı başına bir tutkudur. İlk seyretmeye başladığımda ortaokuldaydım. Gecenin bir yarısı başlardı, Cuma geceleri. Tek başıma oturup beklerdim. O yaşta neye bayılıyordum bilmiyorum. Ama tek kelimeyle bayılıyordum. Hiç bir bölümünü kaçırmadım. Bir sürü bölümünü videoya kaydettim. ( O zaman videoya kayıt yapma diye bir şey vardı). Bruce Willis benim için sadece David Addison’du ve ben hayalimdeki adamı bulmuştum. Bir de Maddie Hayes vardı. Gerçek bir sarışın.
İlle de kot pantolon olmadı yine de pantolon giyen biz genç kız özentilerinin hayatına etekler, elbiseler, kısa topuklu stilettolarla giren; tüm kıyafetleri açık, uçuk pembeler, kremler, maviler olan; bir kere bile siyah, kahve, lacivert falan giymeyen güzel kadın… Hep hızlı hızlı yürüyen, uyandığı bile kirpikleri rimelli.
Bir de sevgili kardeşimle birlikte izlediğimiz bir gün bana dönüp “ne kadar güzel, değil mi?” dediğini hatırlıyorum. Herhalde henüz ilkokula gidiyordu.

Bu cumartesi yayınlanan ilk bölümdü. Henüz tanışmışlar. O zamanlar David Addison sandığımız Bruce Willis’in hala saçları var. Çok güzel bakıyor, çok güzel gülümsüyor, çok komik, çok çekici!
Bugünkü gözle baktığımda da Maddie hala muhteşem! Enfes elbiseler, kruvazeler, yırtmaçlar, ipek ya da saten gömlekler, ojesiz tırnaklarla benim için tek stil ikonu.
Bir de o unutulmaz iç çamaşırları. İlk defa görüp gözlerimizi alamadığımız, “büyüyünce” Maddie gibi sadece onlardan giyeceğimize çok inandığımız eflatun, gri, mavi babydoll’ler, saten gecelikler, … (Bu konuda gençken kurulan hayaller ve gerçeklerle ilgili enfes bir bölüm High Fidelity’de vardı. Okurken gülmekten kendimi alamamıştım)
Sıkıcı, kuralcı, kontrollü görünmeye çalışan, kendini bir arada tutup karizmasını (aman ha) kaybetmemeye çalışan çok güzel ve aslında çok komik bir kadın.

Seyrettiğim bunca film, dizi falan içinde hala aşık olunası tek karakter David Addsion!

Bir de o aralarındaki elektrik, aşk, …

Kafiyeli konuşma ustası, gamlı baykuş bayan Topesto ve diğerleri de var.
İşi-gücü bırakıp, başka ne varsa unuttum. Oturup seyrettim. Her ayrıntının keyfini çıkararak…
Haftaya yine yayınlanır mı, ben yakalayabilir mıyım? Vallahi elimden geleni yapacağım. Tüm yayınları da takip eder oldum. Olur ya, belki bir başka gün, bir başka saatte de yayınlanıyordur…

Kardeşim demişken; O, yıllar içinde tarzını hiç bozmadı. Maddie tadında sarışın hatunlardan şaşmadı. Bir tanesiyle de evlendi.

Ben, David’den başka bir hayali kahramana aşık olmadım. David Addison’a benzer birine de rastlamadım. David Addison’dan sonra hayallerimin aşkı olabilecek tek kahraman Shrek oldu.

"Sen neye hazırsan, o da senin için hazırdır." Marc Victor Hansen

16 Mayıs 2010 Pazar

Uzak, hayal

Evde rüzgar tam kapanmamış bir kapının çarpıp durmasına sebep. Hava rüzgara rağmen güneşli. Hafta sonu başından itibaren plansız sürprizlerle bir keyifli, bir keyifsiz... Pazar günün tam ortası. Hani en depresif saatler... Dün sabah kızım hafif bir ateşle uyandı. Günün planı değişiverdi. Planı değil de rutini demeliyim aslında. Piyano dersi iptal edildi, doktordan randevu alındı, kanepe yatak haline getirildi, vs. Bir gece önce de alt dışı azıcık kırılmıştı, bir randevu da dişçiden alındı. Ateş düştü, doktorlara gidildi. Akşam gözaltları mor mor yatağa yatıldı. Ama sabaha yine bir hafif ateşle uyandı. Pazar planı olan eski iş yerinden eş-dostla birlikte yapılan program askıya alındı. Evde, kanepe/yatak, televizyon/bilgisayar arasında gidilip geliniyor.

Değil uzaklara gitmek, yakınlara gitmek de pek mümkün değil bu ara.

Tatlı kızım pijamalarıyla bana yapışık, şimdi de cep telefonuyla oynuyor. Aramızdan rüzgar bile geçemez şu anda. Hastayken hepten minicik oluyor. Bir de uyurken...
Böyle sessizce yatarken aklından geçenleri merak ediyorum. Sonra da buna hakkım olmadığını düşünüp kendimi terbiyeye davet ediyorum.

Aklımızdan geçenleri tam olarak bilen hiç kimse olamaması konusu derin...

Bazen benim aklımdan geçenlerin tümünü bir bilen olsa diye düşünmeye başlıyorum... En yakınlarımdan başlayarak ilişkilerim neye dönerdi acaba diye bir hayal kuruyorum. Ucu bucağı olmayan yerlere varıyor insan. Sonra da "aaa, iyice delirmeye başladım"deyip, bir kahve bir parça da çikolatayla fani aleme dönüyorsun. Buna "kendine gelmek" diyecektim ama kendine geliyor musun, kendinden geçiyor musun karar veremedim.
Kendi aklımdan/gönlümden geçenleri düşününce, en iyi bildiklerimi bile ne kadar az biliyorum kim bilir diye düşünüyorum. Birini bilmek, birine kendini bildirmek nereye kadar mümkün ...

Şimdi kızıma ballı ıhlamur, kendime sütlü bir neskafe ve portallı kek hazırlayarak haftasonunun kalanına döneceğim. Kızım gözleri yandığından televizyon dahi seyredemiyor. Ayakları kucağımda yatıyor öylece.

Haftaya okulda 1 hafta ara, haftanın ortasında 19 Mayıs molası ve benim evimde boya badana var. Evin içinde yapılacak ufak tadilatların detayı, kızımın ateşi, yapılacak bir sürü iş...
Yaşamı evin tadilatı, işi gücü ve sorumluklarıyla dolduran herkes gibi bazen tüm bunların benden önce ve benden sonra da böyle devam edip gideceği gerçeğinde kayboluyor, bazen de bu akışta sürüklenemenin konforuna bırakıyorum kendimi.


Yaşadım da yoruldum, bir ağır işçi gibi,
Uyudum da uyandım, binlerce kişi gibi.
Bana düşünmek vardı, payıma onu aldım,
İşledim de işledim bir hüner işi gibi.
Horlandı, beğenildi; inandım, alınmadım,
Yolun geleceğini çizdim, geçmişi gibi.
Zor dönemler olmadı-değil, olsundu, oldu,
Ne koştum ne de durdum kaçak gidişi gibi.
Bu konuyu burada bırakıyorsam birden,
Olmasın diyedir birşeyin bitişi gibi.

Özdemir Asaf/Poetika

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Hindistan

İçimden pek bir şey anlatmak gelmiyor. Keyifsiz desen, değilim.Keyifli de değilim. İçimden geçen, ne zamandır, uzaklara gitme isteği... Şöyle taaa Hindistan'a mesela!

"Geçmiş ve geleceği birbirinden ayıran tek çizgi, içinde bulunduğumuz andı ve biz, çizginin kendisinden çok, onun birbirinden ayırdıklarıyla ilgileniyorduk. Belki de hep o çizginin üzerinde durduğumuz için, o bizden bir parça gibi oluyordu. Oysa geçmiş uğurladığımız bir misafir, gelecek ise henüz tanımadığımız bir yabancıya benziyordu. İkisi de bizden değildi. Bizden olmayanlar ise bizim dikkatimizi her zaman daha fazla çekmişlerdi." Büyü Dükkanı/Yeşim Türköz

6 Mayıs 2010 Perşembe

Hıdırellez

Sen ve ben farklıyız. Bunu bilinç olarak adlandırmak istemiyorum. Tanımış olduğum insanların yarısı senden daha bilinçli değildi. Ve buna özgür irade demek istemiyorum, çünkü beni güden seçim de değil. Yaşamın damla damla bedenimden akıp gittiği duygusunu görmezden gelmeyi seçemem. Yaşamın, benim için sadece bir gülümseme gördüğüm ya da elimin içinde başka bir el hissettiğim zaman bir anlam taşıdığı gerçeğini göz ardı edemem. Genesis/Bernard Beckett


Yaz geldi iyiden iyiye... Ben yine, yeniden geceyarısı uykusuzuyum. Sabaha karşı bir saattte açılıyor gözlerim. Hepsi yaşlanıyor olduğumdan mı acaba diye düşünmeye başladım. Yüzümde belirginleşen mimik çizgileri, gece yarısı uykusuzlukları...

Bu ayın ortasında kızımın okulunda 1 hafta ara tatil varmış. Kızıyordum bu özenti aranın arası tatil işine ama iyi olacak galiba. Yorulmuş tatlı kızım. "Anne, yarın tatil değil mi?" diye uyandı bu sabah. "Değil annişim" dediğimde yüzünün aldığı hali görünce içim parçalandı. Büyük, küçük cuma özlemiyleyiz. Nihayet yarın cuma. Günlerin ennnn güzeli.

Dün akşamki standart kırtasiye ziyareti dönüşümüzde, bir de baktık ki sokaklarda ateş yakma hazırlıkları! Yaşşassınnn Hıdırellez!
Ateşten atlamaya cesaret edemedik ana-kız ama hemen dileklerimizi gül dalına bağladık. Sabahın ilk ışıklarında üşenmedim, indim apartaman bahçesine, aldım dileklerimizi gül dalından. Henüz güneş dileğimizin üzerine çıkamadan...(Malum, bu ara kör saatlerde uyanığım) Bir rivayete göre sonra da denize atmalıydım ama o saatte deniz kıyısına kadar gitmeyi gözüm kesmedi (üstelik kızımı da evde tek başına bırakamazdım). "Nasılsa denizi bulur" diyerek sifonu kullandım. Bakalım işe yarayacak mı?

Dileklerimiz gerçekleşmezse seneye mecburen denize bizzat ulaşacağım artık. Yine de şansımı denedim.

2 Mayıs 2010 Pazar

çağrışım

Hafta sonu: Yazın daha güzel, daha hızlı, daha kısa

Pazar : Okulda bahar şenliği

Eğlence : Sevdiğim insanlarla birlikte olmak, nerede olursa

Kurutulmuş domates: Karbonhidrat olmadığı halde mutluluk veren (Kavun, peynir, rakı üçlemesi her zaman zirve!)

Mutluluk : Kızımla birlikte sokaklarda dolaşmak. Bir kafede oturup birlikte alışveriş dergisi karıştırmak

Annem : Bana hiç benzemeyen

Pazartesi : Sadece ev hanımları için özlenen, bugünlerde "blue"

Karar : Vermek iş değil, uygulamak cesaret.

Dilek : Bir sürü...

Hayal : Eric Clapton-Steve Winwood Konseri

Heyecan : Ailece yaz tatili planı

Şans : Hep benimle

Tavsiye : Kitap. Ormanda Ölüm Yokmuş/Latife Tekin

UNUTMAK: İnsan hergün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi, sesinin ulaştığı genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutmak gerekir, unutmak, insan için bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır, bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. Ormanda Ölüm Yokmuş/Latife Tekin

27 Nisan 2010 Salı

sıradan ve sıkıcı

Adına ister evren diyelim ister Allah, O'ndan ne istersen başına geldiğini gösteren bir sürü şeye denk geliyorum.
Kendi hayatımı düşününce yaşamımı belirleyen herşeylerin aklımdan geçirdiğim değil gönlümden geçirdiğim şeyler olduğunu görüyorum.

"İyi" ya da "kötü" değerlendirmelerine girmiyorum. O değerlendirmeler bizim dileğimizden bağımsız ama dileğimizle ilişkimizin sonuçları.

Bu ara okuduğum herşey, tanıştığım herkes bir ucundan bu mevzuulara denk geldiğinden, "var bunda bir iş" diyerek, disiplinli bir yeni hayal/dilek mesaisine başlıyorum. Mottomuz: Güzel şeyler bulacak vukuu (bulsun değil!)

Yalnız, bu konuda spritüel camia tedbiri elden bırakmıyor. "Ne ekersen onu biçersin" prensibiyle dileklerin emeklerle uyumlu olması konusunda uyarıyorlar biz fanileri. E, haklılar tabii. Yok, ben de öyle yapacağım zaten. Ama dilek konusunda hayalgücümü genişletmeye karar verdim. Fark burada. 1 ektin diye 1 biçmek şart değil. 1 ekip misal ,niye 10 biçmeyesin? Ben hep burada güdük kalıyor(d)um sanırsam. Perspektifimi genişletiyorum.

Blog konusunda kararsızım. Epeydir hiç birşey yazmak istemiyorum. Yine de birşeyden vazgeçmek başlamak kadar zor olabiliyor. Hele benim gibi vazgeçme özürlüyseniz. Zor bağlanırım ben, zor başlarım ama vazgeçemem. Vazgeçmek hep bir suçluluk hissettirir. Öyle zorlanırım ki. "Vazgeçtim" derim ama gönlüm geçmez. Bu da adamı nasıl üzer, yorar...

Yeni bebek haberleri, yeni ve keyifli arkadaşlar, tüm can dostlarda yeni evlere yerleşme telaşı, baharla yeni bir tabiat, bende yeni hayaller, eski kaygılar...

"Çok sevindim, teşekkür ederim, gelecek ayı iple çekiyorum. Sorunun cevabına gelince, hikayemi hayli sıradan ve sıkıcı bulacağından korkmakla beraber, neler yaptığımı seve seve anlatacağım." Görünmeyen/Paul Auster

Film: Vavien (Bayıldım! Kadın herşeyin farkındaydı aslında, değil mi?)

Kitap: Genesis (İlginç, yaratıcı.)
Bu ara tutkuyla okuduğum birşey bulamıyorum.

21 Nisan 2010 Çarşamba

ilüzyon

Bazen dünya daralıyor. Sığmıyorum. Her şey bana fazla geliyor. Dünyada çok büyük yer kaplıyormuşum gibi, zaman hiç geçmiyormuş gibi, hiç birşey değişmiyor gibi...

Bir kum tanesi olmak istiyorum.

Annem cıvıltılı haline döndü bile! Sabırsızlığımdan, anlayışsızlığımdan duyduğum utançla da olsa, çok memnunum.

Yarın okuldaki 23 Nisan gösterisini seyretmeye gidecek ve görevimi yapacağım. 3 yaşından beri okula giden kızım şimdiye kadar yaptığı 150.000 gösteriden katılamadığım 2 (sadece iki) gösteriyi hemen sayıverdi. "Bu seferkine geliyorsun bari" diyerek. Gidiyorum.

Dünyanın öbür ucunda bir kum tanesi ya da paralel evrende herhangi biri olsam...

Benim cool güvercin balkona yerleşti. Klima üzerinde mutlu bir aile yaşamları var!



Çilek Şanti: Tam zamanı. Nefis oluyor.
50 Psychology Ideas: Çok iyi derlenmiş.

"Sadece evcilleştirdiği kişiyi anlayabilirsin" dedi tilki. İnsanlarınsa hiç birşey anlayacak vakitleri yoktur. Herşeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni.
"Ne yapmam gerekiyor peki?" diye sordu Küçük Prens.
"Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiç birşey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamaya neden olurlar. Ama her gün biraz daha yakına gelebilirsin.

Küçük Prens/Saint de Euxpery

18 Nisan 2010 Pazar

anlar

Babadan kalma Beşiktaş'lıyım ben. Hayatlarında "babadan kalma" şeyler olanlar bilirler, o şeyden vazgeçmek çok zordur. Herhangi birşeyden vazgeçmeye benzemez; insan babasından vazgeçiyormuş gibi suçlu hisseder. Nedenini bilmez, sorgulamaz, devam edersiniz. Bazen -mış gibi yaparak. -mış gibi yapmada vicdan azabı yoktur, bedel yoktur. O yüzden hayatımızda epeyce -mış gibi olur.
Beşiktaş'lılığım öyle benim. Bu akşam evde Fenerbahçe-Beşiktaş maçında gidip gelip skora baktım. Beşiktaş'lı olarak. İlgileniyor-muş gibi.
Haftanın yorgunluğu üzerine göreli dingin bir haftasonu. Yavaş değilse de, fena değil. HaftasonuyDU, bitti. Kızımla, O'nun gönlüne göre olmasını istediğim iki gündü.

Geçen akşam ben duştayken sütünü alıp banyoya girdi ve bana rüyasını anlattı. Rüyasında sınıf arkadaşları ve benim kızıma aşık olduğu söylenen ama kızımın "ben kimseye aşık değilim" diyerek geçiştirdiği yakışıklı ufaklık var. Duş yapıyor olmama rağmen samimi bir dikkatle, merakla dinledim. Her zaman öyle dinlemeye çalışıyorum. O'nun beni nasıl algıladığını hiç bilmeyerek... O'nun dünyasında ben nasıl bir anneyim acaba? Beni "kızgın" birisi olarak tarif ediyor galiba. Bana sorarsanız o kadar az kızıyorum ki... Genelde tolaransı geniş biri olduğumu söylerler. Kızıma da fazlasıyla aşığım. Yani tolaransım sınırsız. Yine de o beni "kızan" bir anne olarak tanımlıyor. O'na gerçekten çok kızdığım 3-5 sahneyi hiç unutmayıp, bir de sürekli bana hatırlatıyor. "Hani ben küçütüm ve sen bana çok kızmıştın, hatırlıyor musun..." diye başlıyor. "İyi de kızmadığım 100.000 tane olay daha var, sen onları hatırlıyor musun?" demek üzereyim. Haksızlığa uğramışlık duygusu bir yandan, nasıl bir anne olarak anımsanacağım kaygısı öbür yandan...

Ben çocukluğunda annesine hayran kızlardan değildim. Benim hayran olduğum babamdı. Aslına bakarsanız o ilişkiyi sağlıklı iki yetişkin insan zeminine oturtamadan babamı kaybettim. Bir ilişkiyi yeniden düzenlemek için ille de diğerinin etrafta olması gerekmediğini bana öğreten iyi bir psikolog (ve benim canım arkadaşım) sayesinde inanıyorum, belki bir gün...
Annemi ise yıllar sonra gerçekten tanıdım. Çoukluğumdan kalan imgenin ötesinde bir başka kadın gördüm. Tanıştıkça daha çok sevdim.
Gerçi annem anlatıklarımın çoğunu yine dinlemiyor ama artık O'nu öyle kabul ettim. Sevdiğim başka özelliklerinin yanına koydum bunun gibi sevmediklerimi, beni hayal kırıklığına uğratanları...

Bir ilişkide baş etmesi en zor şey hayalkırıklığı. İlişkilerinize bir bakın. Bitenlerin, eksilenlerin ardında hep hayalkırıklığı bulacaksınız. "Bunu bana yapmayacaktı", "bana bunu nasıl söyledi", "hala inanamıyorum, o gün yanımda değildi", vs.
Halbuki hayal bizim. Karşımızdakinin bizim hayalimizden haberi bile yok. Nasıl olsun?
Gelgelelim insan bilmediklerini hayalle tamamlıyor. Bu yaşamın her alanında, ilişkilerde de böyle. Eksik kalan bilgi tamamlanıp da karşımıza çıkan gerçek hayalimize uymadığında; işte gerçek bir iğne deliği ! Geçebilirsen ne mutlu, geçemezsen zor iş. Başlarsın cevapsiz sorulardan: Kim haklıdır, bu gönül nasıl onarılır, bu ilişki (anneyle bile olsa) nasıl toparlanır, bu öfke nereye,nasıl saklanır? (Öfke balon gibi birşey olduğundan kolay kolay saklanamaz. Fazla bastırırsan patlar, nereye koysan düzgün durmaz, üstü örtülmez. Birşeylerin altında yeterine uzun bekletirsen havası söner ama asla tam boşalmaz. En temizi ipini çözüp boşaltmak lazım ama O'na da kolay kolay sabır dayanmaz.) O yüzden şartlar değişince ilişkilerin seyri de değişir çoğu zaman. Bir zaman hayal olan gerçek olunca gerçek hayale uymayıverir. Bilmem kaç yıllık evlilikler eşlerden birisi işsiz kalınca biter, gül gibi geçinen çiftler çocuktan sonra sürekli kavga eder, iyi arkadaşınla iş yapmaya başlar sonra düşman olursun, birlikte çok iyi çalıştığın biriyle yemeğe gider konuşacak kelime bulamazsın. Sonra da tüm bunlara şaşırırsın.

Sözün özü hayalkırıklığı zor şey. Hem uğrayana hem uğratana.

İki yetişkinin ilişkisi hayalkırıklıklarına başetme gücüyle sınanır bana sorasanız. Hayalkırıklıklarının fazla hırpaladığı ilişkilerde çokça hayal ve aslında az ilişki vardır.

Anneler ve kızları, aşklar, arkadaşlıklar, evlilikler hayalkırıklığı sınavlarını geçtikçe güçleniyorlar. -mış gibi opsiyonu her zaman saklı. O bir başka hayal, bir başka potansiyel hayalkırıklığı.

C.tesi akşam annemdeydik. Annem kalp problemi teşhisinden bir saat öncesine kadar fark etmediği hastalıkla ilgili tüm semptomları fiilen yaşar oldu. Dün akşam odadan mutfağa giderken sürekli tutunarak yürüdüğünü fark edip öfkelendim. Ve tabii söylendim. Galiba o da öfkelendi. Ve tabii söylenmedi. Karşılıklı öfke ve hayalkırıklığı içinde ama hiç birşey olma-mış gibi çayımızı içip, oturduk. Şartlar değişti içinden geçecek bir iğne deliği daha-yine!

Benim kocam ve annemin ortak özellikleri var. İkisi de yürekten sever, hiç terk etmez, açık ve nettir. Agresyondan uzaktırlar. Kararlı ve tutkuludur. Öyle sakince isterler ki insan inanmaz, ihtimal vermez hiç vazgeçmeyeceklerine. Onlar isteklerini hep elde ederler. İkisi de anlatılanları dikkatli dinlemez. İkisinin de bir gün hayatında olmadığını aklına sığdıramazsın. İkisine de öfkelendiğinde suçluluk duyarsın.

Akşamüzeri evimin civarında bir yerde durdum. Arabadan inince yüzüme portakal çiçeği kokusu çarptı. Apartman bloklarının arkasındaki bir portakal, manadalin bahçesinden bütün sokağı saran bir koku. Büyü gibi, sürpriz!

...
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem, yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar.

...
Lois Borges/Anlar

16 Nisan 2010 Cuma

yavaş!

Havaalanında uzun uzun yazdıklarımı ancak yayınlayabiliyorum.
Parçalı, bulutlu, ılık bir hava ve yine günlerin en güzeli:Cuma
Üzerinden bir gece geçmiş olsa da duygular taze... Yavaş bir hafta sonu diliyorum.

Havaalanındayım. Havaalanı halimi bilenler gözlerinde canlandırabilir. Bilmeyenler için; iş dönüşü evde nasılsam öyle olurum. Saçlar açılır, kırış buruş olmuş da olsa gömlek pantolondan dışarı çıkarılır, ayakkabılar mutlaka değişir. Hele gün uzun olmuşsa... Kıyafete uymuş, uymamış dert edilmez. Takım elbise altına terlik giymişliğim, havaalanı tuvaletinde bavul açıp üstümü değiştirmişliğim vardır. Nedendir bilmem havaalanı halim hele de dönüş yolundaysam ev halime en yakındır. Aynen öyleyim yine. Yorgun, saç baş darmadağın, gömlek dışarıda… Dert etmiyorum vallahi. İnsanın kendiyle ilgili algısı, önemsedikleri, dertleri yere, zamana, şuna buna göre değişiveriyor işte.

Üç gündür İstanbul’dayım. Görüşmeler, toplantılar, bir zirve derken mevsimlerden de lale mevsimi ya, kaçırmak olmazdı.
Gelmişken eş dost görüldü. Dar zamanda keyifli anılar birikti. İşler de fena gitmedi.

Zaten hafta sonundan beri bir verimliyim ki… Üretim dünyasının insanları için verimlilik mühim konudur. Hele otomotive denk gelmişseniz aman aman! İşin içine Japon icadı sistemlerin Amerikan versiyonları girer. Az zamanda çok iş yapma üstadı oluverir insan. Bu yaklaşım siz farkında olmadan hayatınıza sirayet eder. Pazar akşamı annemi evine geçirirken O’nun planı “o saatten sonra” en fazla bir duş alıp yatmakken, ben p.tesi sabahına hazırlıklarıma yeni başlayacaktım. Hem verimli hem becerikli bir kadın olarak saçlarımı boyadım. Boyayı beklerken manikür, pedikür yaptım. Kızımı yatmaya hazırlarken de yüzüme maskemi sürmüştüm bile. Kendi işimi kendim görerek kuaför parasını minimize ettiğim gibi bekleme zamanlarında bir başka işler yaparak faydayı da maximize etmiş oldum. Nasıl? Müthiş değil mi? Böyle az zamanda, beklemelerde falan biirrr saniyeyi israf etmeden yakaladım performansı.

Bir kadının hayatında önemlidir bu özbakım konuları ve başlı başına ayrı bir yazı gerektirir. Belki bir gün...

Böyle verimli verimli (yani deli gibi) yaşayıp giderken bize yetişemeyip ardımızda kalan ruhumuzla da rüyalarımızda falan kavuşuyoruz herhalde. Bu ara rüyalarım azaldı. Ruhum peşimi bıraktı mı yoksa?

Pazar akşamı Fatih Akın’ın yeni filmi “Soul Kitchen”ı seyrettik. Yine birbirinden arıza karakterler, yine Almanya, Almanya’da bu sefer Türk değil Yunan kahramanlar. Nefis nefis nefis bir film. Arkadaşlık, kardeşlik, aşk, kazanmak, kaybetmek, vazgeçme(me)k… Herşeyin birbirine girdiği, hayatın bunların hepsi ve daha fazlası olduğunu gösteren, umudunu hiç kaybetmeyen bir film.

İstanbul’da yine laleler… Her yerde! Renk renk, hepsi çok güzel! Beyazlar öyle zarif, sarılar o kadar canlı ki! Ama ben eflatunun bir tonu olanlara bayıldım. Açıklı koyulu eflatunlar, ebruli olanlar var. Benim favorim koyu, mor gibi olan bir ton. Bakmaya doyamadım.

İstanbul macerası yüzünden kızımın okuldaki gösterisine gitmedim. Telefon ve gönül desteği üzerine kaydı seyredeceğim. Okula nefretim baki! Önümüzde daha bizi bekleyen 40 gün 40 gece etkinliklerinin geri kalan kısmına katılıp kendimi affettiririm diye planlıyorum. Okula nefretim baki! (Söylemiş miydim?)

Bugün kocam da İstanbul’daydı. Bir saat önceki uçakla gitti. Öğleden sonra buluştuk, havaalanında oturduk. Tekrar evde görüşeceğiz. (Oyun böyle, çare yok) Ben hala havaalanındayım. Birazdan ben de gideceğim. Bulunduğum bankanın bekleme salonunda nefis şarkılar çalıyor. Şu anda Dire Straits’den Sultans of Swing’e eşlik ediyorum. Ne çok sevdiğimi düşünerek…
Salı akşamı arkadaşım bir barda çaldı. O’nu dinlemeye gittik. Pek ufak bir seyirci kitlesine ama çok güzel çaldılar. Çok beğendim.

Zirve başarılıydı. Benim işimde zirveyle zırvanın karışması çok yaşanan bir şeydir. Bu sefer pek karışmadı. Olmasa da olur bir iki sunum dışında beğendim. Çok etkilendiğim, bildiğim ve tekrar etmekten hoşlandığım, hiç bilmediğim konularda sunumlar dinledim.

Geceleri geç yatıp, zirve kapsamında dağıtılan her kitabı (bedava olunca dayanmak zor. Cool durmak istedim ama…) alıp sonra elinde bir sürü torba, çantayla oradan oraya koşturup, akşam 9’a kadar görüşme yapıp, sonra da sosyal hayata katılayım derken sonunda havalanında ve bitmiş durumdayım.

Uçağım kalkacak birazdan. Kapıya, evime doğru gidiyorum. Yolculuğun en sabırsız zamanları....

Film: Soul Kitchen
Film: Soul Kitchen
Film: Soul Kitchen

"Kalbin aklın hiç bilmediği nedenleri vardır." Blaise Pascal

5 Nisan 2010 Pazartesi

Öyle bir şey

Değerli Çakma Ev Hanımı okurları,
"Güzel şeyler bulsun vukuu" mottomuz gereği oluyor bir sürü güzel şey! En başta bahar geldi! Değil mi ki günler böyle uzun, benim canım kolay kolay sıkılmaz artık. Geçen hafta çok değişik bir sabah yaşadım. (Galiba bir önceki haftaydı). Sabahın kör saati uçağıyla İstanbul'a gittim. Uçaktan indim ve telefonla sırayla aramaya başladım. Kocam da havaalanındaydı hem de İstanbul'da ama eve dönmeye çalışıyordu. Annem de havaalanındaydı, O da memleketine gidiyordu. Bir tek tatlı kızım evdeydi. 21. yüzyıl bu galiba dedim. Kimse yerinde durmuyor. İş yapmanın bir parçası da seyahatler artık. Annem bile etkinlikleri kapsamında seyahat eder olduysa... Gidenler döndü, herkes bu hafta (sadece bir hafta için) evde. Haftaya yeniden yollara dökülürüz. Ne de olsa iş!

Fakat bahardan mıdır, saat değişikliğine adapte olamadığımdan mıdır, yoksa beyin hücrelerimin bir kısmını gerçekten kaybettiğimden midir bilmiyorum, zihinsel kapasitem karşıdan karşıya geçmeye bile yetmez oldu. Kızımın çarpma ödevini kontrol etmeye cesaretim yok, o derece. (Henüz 5'lere kadar gelebildiler ama bana ağır geliyor).

Yeni işimde eski işimde neredeyse hiç olmayan bir dışa açılım var. Seminerler, kongreler, fuarlar... Buna çok memnunum. İnsan görüp öğrendikçe bazen ne kadar az bildiğini düşünüyor, bazen ise ne çok şey biriktirdiğini... Yine de görmek, öğrenmek, paylaşmak güzel. Haftaya her zaman olduğu gibi bol iş, bol görüşme, bir de kongre. Aynı hafta kızımın okulunda da bayram, seyran, yılsonu etkinlikleri silsilesi başlıyor. İş, seyahat, okul gösterisi, ailece aktivitelere katılım denkleminin şifresini çözecek bir yol bulacağız. Okulda "çocuğunuzu süper yetiştiriyoruz, aktif öğrenme, aktivite aktivite üzerine" sezonu başladı artık.

Yeni ev işi sonuçlandı. Hayatımda bir sürü "yine" ve "yeni" oldu. (Borç-harç da "yine" kısmında; bu vesileyle iş hayatını ne çok sevdiğimi fark ettim!)

Mart ayı sonu gelince (yılın ilk çeyreği bitiverdi) bir özet geçirdim aklımdan. Sonra "ne özeti yahu"deyip boşverdim. Belki bir dahaki sefere...

Hani bir yağmur yağar da bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey...

Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız kayar da insan
Hani bir telaş duyar ya birden
İşte öyle bir şey...

Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey...
Çiğdem Talu/İşte öyle bir şey