Tam hayal ettiğim gibi bir haftasonu oldu. Cuma akşamı bir sürü son dakika krizine rağmen (benim bavulumu evde unuttuğumuzu havaalanına gelmek üzereyken hatırladık, check in sırasında bilgisayarlar bozuldu, uçakta eksik yolcu var diye bavullar indirildi meğer yolcu koltuğundaymış, vs) gitmeyi başardık.
En sevgili kuzenimin Amerikalı eşi ve 2 kedileriyle birlikte yaşadıkları eve gittik. Gece saat 2'ye kadar konuşup, güldük. Ertesi gün keyifli bir kahvaltı, bolca kahve, teyzeleri hızlı ziyaret, sarılmalar, öpüşmeler, sonra kuaförde hazırlık.
Fotoğraflar, düğün konvoyları ve sonunda düğün! Tüm akrabalar, kuzenler, kuzenlerin çocukları... Yine sarılmalar, öpüşmeler, dedikodular, sohbetler, kahkahalar... Hepimizin birbirine çocuklarını gösterdiği, hep birlikte sahneden hiiiç inmeden bol bol oynadığımız eğlenceli bir düğündü. Gecenin sonunda kız tarafını ayaküstü çekiştirdik (biz oğlan tarafıyız), arada çiçekçiyle kavga falan edildi. Sonunda arabasız kalan gelin ve damadı da alıp bir arabada kucak kucağa gelinin köyüne gittik.
Arada topuklu ayakkabıları çıkarılıp terlikler giyildi. Saat 02 itibariyle sosyal kaygılar yerini temel insanı güdülere çoktaaan terk etmişti. Yatağı bulduğumuzda saat 04 olmuştu.
Pazar günümüz benzer bir hayhuyla geçti ama arada sezonun ilk deniz sefası vardı. Deniz NEFİSti!
Annemin memleketi Kıbrıs. Çocukluğumdan beri heyecanla gitmeyi beklediğim, her gittiğimde sevgiyle, özlemle karşılandığım, uzakta da olsa kocaman bir ailenin parçası olmaktan mutluluk duyduğum, denizi sıcacık, sokakları tenha, bakımsız ve sessiz, cırcır böceği (zirziro) sesleriyle dolan, konuşulanları bir türlü anlayamadığım, yemekleri değişik ama güzel bir uzak yerdi çocukluğumda.
Yıllar içinde önce değişen uzaklık oldu. Artık o kadar uzak değil. Bir de benim hatırladığım o sessiz, çok sıcak ve yemekleri değişik yer değil. Her tarafta inşaatlar var. Kıbrıs kocaman bir şantiye. Sokaklar kalabalık, trafik derdi var, her taraf gürültülü. Pizzacılar, kumarhaneler, hamburgerciler, pideciler, kebapçılar...
Yine de gece şehir dışındaki yollarda tüm yıldızlar görünüyor. Hala surların içindeki güzelim şehirde insanlar sokak aralarında oturup kahve içiyor. Cırcır böceği sesleri duyuluyor.
Kısacık iki günde burayı unuttum. "Burda kalsam" diye düşündüm. Bir ev alsam... Dünya dertleri orada da aynen devam. Herkeste iş stresi, gelecek kaygısı... Bir adadan kapitalist bir tüketim ekonomisi yaratan zihniyet sayesinde yaşam agresif ve gittikçe daha kaygı verici olmuş.
Kuzenlerimden birisi bir Ukraynalı ile evli. Londra tanışıp aşık oldular. Sonrada gelinimiz Kıbrıs'a yerleşti. Hem dünya güzeli hem de cin gibi akıllı, meslek sahibi bir kızken, işi-gücü memleketini bıraktı. Kocasıyla birlikte fotokopi, DVD/VCD kiralama falan yaptıkları dükkana destek oluyor. Kızını büyütüyor. Bir de nerdeyse benden iyi Türkçe konuşuyor.
Ev sahibemiz olan gelin ise bir Amerikalı. Nerden duymuş, nasıl olmuş bilmiyorum ama Kıbrıs'a üniversitede İngilizce öğretmeni olarak geliyor. Aynı üniversitede İngilizce öğretmeni olan dünya tatlısı (ve komiği) kuzenimle tanışıp evleniyor. İki kedisiyle birlikte artık orada yaşıyor.
Hakkında hiç birşey bilmedikleri bir adada yaşıyorlar. Yeni bir dil, yeni yemekler, yeni adetler, yeni akrabalar, yeni bir hayat!
Denizden dönerken uğradığımız teyzemin bahçesinde oturan kalabalığa bir bakıyorum. Annem henüz 17 yaşındayken savaşa falan aldırmadan babamın peşinden buralara geliyor. Dayım 40 yıl önce üniversite okumak hayaliyle kalkıp Londra'ya gidiyor. Aynı gün ablalarını Rusya'ya yolcu eden gelinimiz "Allah kavuştursun" dileklerine teşekkür ediyor. Henüz Türkçe'de çok ilerlememiş olan Amerikalı gelinimiz etrafı seyrediyor. Yaşamları boyunca doğdukları şehirden hiç çıkmamış iki teyzemin gelinleri dünyanın iki ayrı ucundan!
Düşünüyorum. Kendimi, tesadüfleri, cesareti, cesaretsizliği, bir ömre kaç yaşam sığabileceğini...
Bu sabah döndüm. Hemen işe gittim. Akşam yorgun argın gelirken manavımı dükkanında mal satarken gördüm, el salladı. Bakkalım ise içeride maç seyrediyordu. Bana ismime "abla" ekleyerek hitap eden fırıncıdan (bizim apartmanda doğmuştu) ekmek aldım. Belki de dünyanın başka bir yerinde, bir başka yaşama da bu kadar alışabilirdim diye düşündüm. Alışabilir miydim?
Fırında eve yürürken önünden geçtiğim dersanenin kapısındaki bankta oturan adam bana dikkatlice bakına ben de ona baktım. Aman allahım! Taaa ben üniversite sınavına gireceğim yıl gittiğim havalı dersanenin çok havalı sahibi! Sonradan özel bir de okul açmış, gayet sosyetik birisi olmuştu. Bu akşam, üzerinde şort ve ayağında bir tekini de çıkarmış olduğu terliklerle (!) karşıdaki dersanenin kapısında sohbetteydi!!!
Ne hissedeceğimi bilemedim. Cuma günü eskiden O'nun olduğunu bildiğim okulun önünden geçerken düşünmüştüm. Bina boş, camlar kırık,sefil bir halde. Önce güvenip çocuğunu o okula verenleri düşünmüştüm, sonra da aklıma bu adamcağız gelmişti. "Acaba ne oldu ona?" diye aklımdan geçirdiydim.
Düşünce gücü diye bi'şey gerçekten var galiba. Korktum biraz bu tesadüften. Bir de böylesi bir kötü seyir içime sinmedi. Görmekten hoşlanmadım.
Kızım ve kocam kaldılar. Evimde ve tek başına olmanın tadını çıkarıyorum. Özlem burnumun ucunu ne zaman titretecek bakalım...
Bir ömre kaç hayat sığıyor gerçekten?
"şu fani dünyada herşeyin ne olduğu her an, her fani kul için değişebilirdi, herşey birden hiçbirşey olabilirdi." Macar/Solmaz Kamuran
Öykü: Dilek kipi/ Ve... David Eagleman
21 Haziran 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder