26 Ağustos 2012 Pazar

Mühimmm!

Amannn, en önemli kısmı unuttum!
Kıbrıs'ta patatesler enfes diye boşuna yazmadım. Patatesler enfes, bayram, tatlı, mangal, börek derken elbette kilo alıp geldim.

"Ay, sen biraz kilo mu aldın?" diyeceklere düşman olacağım. Duyurulur!

Hiç de diyet havamda değilim yahu! Hiç!

"Başarısızlık her zaman hata değildir. Yeri geldiğinde yapabileceğiniz en iyi şey olabilir. Asıl hata denemekten vazgeçmektir." B. F. Skinner

Evdeyiz!

Trafiğe, mail yığınına, alışveriş listesine, evimize ve telaşemize döndük.
Kıbrıs'ta ulaşamadığım şirket maillerini temizlemeyi az önce bitirdim. Yapılacak işler listem uzun, bazı maddeler epeyce keyifsiz. Hala düşünmemeye çalışıyorum. Yarın sabaha kadar vaktim var.

Plajların çok güzel, kuzenlerin eşsiz, patateslerin enfes olduğu tatilimiz sonunu huzurla getirdik bloggerlarım. Aile tatili tadında geçen bu yazın ennn büyük başarısı bence budur. Ramak kala vakaları olduysa, atlattık çok şükür.

Annemle ilgili yazdıklarımdan sonra onu ne çok sevdiğimi düşündüm. Ööle bir günah çıkarma, vicdan rahatlatma mı yapıyorum diye aklımdan geçmedi değil. Yok, değil. Meğer Selami Şahin büyüğümüz bu sırrı yıllar önce çözmüş ve "sevgi anlaşmak değildir" eserinde ne güzel ifade etmiş. Anlaşmak başka bir şey. Ortak değerlerin olmasıyla ilgili.

Peki sevgi anlaşamamaya ne kadar dayanır bloggerlar? Ya da insan iyi anlaştığını zamanla sever mi?  Cevapları gerçekten bilmiyorum, bilsem keşke... Herkesin kendi cevabı var. Her cevap bir seçim. Hepsi doğru.  

Nihayet bloggerlarım, nihayet kendim olmaktan memnunum. Suçlamıyor ve suçlu hissetmiyorum.
Kendim olma hakkımı kullanıyorum. Ben de herkes gibiyim, herkes benim gibi. Aynı zamanda herkesten farklıyım, diğerleri de birbirinden farklı. Benden daha iyi, daha kötü, daha fazla, daha az olanlarla birim. Derler ki 40 odalı bir sarayda doğarmışız. Sevgi odası, hayal odası, saygı odası, cesaret, umut, aşk, korku, umut, adalet, inanç, şefkat, anlayış odaları,... Hayatta yaşadıklarımız bazen bizi üzünce korkar, üzüntümüze sebep olduğunu sandığımız odayı kilitlermişiz. Sonunda 40 odalı koca sarayda bir iki odaya sıkışıp kalırmışız.
Kilitli odaları bir bir açacağım. Açarım, di mi? 

"Dakikalar ipten koptular; yere saçıldılar ve evin her yanına dağılarak kayboldular." Her Şey Aydınlandı/Jonathan Safran Foer.

Film: Forrest Gump (17 yıl sonra tekrar izledim. Ne güzel bir filmmiş!)
Film: Açlık Oyunları (Nihayet! Çok beğendim.)
Film: 360(Kısmetse...)

24 Ağustos 2012 Cuma

Kıbrıs 5

Sevgili bloggerlar,
Bir tatilin daha sonuna geldik. Yarın dönüyoruz.

Sabah erken uyandım. Evin gerçek sahipleri işte. Misafirlerden geri kalanlar uyuyor:)) Ben sabahın tadını çıkarıyorum. Hava dışarıda hala dayanılmaz sıcak. Bu sefer evime dönmek için dakikaları saymıyorum.
Dün gece tuhaf bir rüya gördüm yine. Yine dedim çünkü galiba burada her gece tuhaf rüyalar gördüm. Bu seferkini henüz hatırlıyorum. Bir ev alıyoruz. Eve bayılıyorum! Çok büyük ve çok güzel. Fakat çok eski içi. Dolaplar, yerler,... Evde öyle çok dolap var ki, hem çok hoşuma gidiyor, hem de çok eski oldukları için ne yapacağımı bilemiyorum. Evin yeri de çok hoşuma gidiyor, fiyatı da çok uygun. Öyle mucize gibi birşey nerdeyse... Sonra o evin eski bir arkadaşımın babasının evi olduğunu öğreniyorum ama onlar bunu hiç çaktırmıyorlar. Bu arada rüyaya konu arkadaşımı da yıllardır görmüyorum. Görmeyi bırak haber de almıyorum. Velhasıl ev aldığım ama çok tadilat işim olan bir rüyadan uyandım. "İş" deyince nefesim daraldı birden. Beni bekleyen gündemi iki gün daha zihnimden uzak tutmaya kararlıyım.

Güzel kızımın çok sevdiği bir çift küpesi vardı. Kartanesi şeklinde küpeler. Banyoya girerken saçı takılmış küpesine, küpesi küvetin giderine kaçmış. Banyoda gözyaşları akarken çağırdı beni kuzucuğum. Çıkarmaya çalıştık ama beceremedik. O kadar üzüldü ki...
"Küpeyi kaybetmekten başka birşey annecim" dedi. "Biliyorum, yenisini alabiliriz. Ama Küçük Prens'te okumuştuk ya, Küçük Prens'in Tilki'ye bağlanması gibi bir şey. Ben çok sevmiştim küpelerimi. Orada bıraktığımı düşününce çok üzülüyorum."
Çok iyi anladım. Saçma bir küpe bile olsa bağlandığın birşeyi kaybetme duygusunun nasıl üzebildiğini bildiğimi söyledim. Güzel gözlerini sildim. Sarıldım. "Bazen" dedim, "olur böyle. İyi ki sadece bir küpe. Demek ki başka bir küpeye bağlanma zamanı, belki daha fazla seveceğin bir tanesine." Gece eve döndüğümüzde odanın kapısına asılı bir minik takı kesesi bulduk. Zeynep'in kaybettiği küpelere çok benzeyen bir çift küpe! Ariel Zeyno çok üzüldü diye kendisinin çok benzer küpelerini hediye etmek için bizim kapıya bırakmış. Çok sevindi küçüğüm. Üzüntüsü geçmedi ama teselli oldu.

Duygularını yalın ve etkili biçimde ifade etmesine hayranım Zeyno'nun. Bir sohbetimizde yaptığı bir tarif kuzey yıldızlarımdan birisi oldu. Yolumu kızımın tarifiyle buluyorum. "Aşık olduğunu nasıl bilir insan sence?" diye sordum. Hiç düşünmeden cevap verdi: O'nunla ilgili hayaller kuruyorsan, aşıksın demektir. Evet! İşte bu! Bu kadar basit! 

Sana hayal kurduran her neyse/kimse ona aşkla bağlısın. Hayaller yoksa başka duygular olabilir ama aşk değil. Kızımdan öğrendim. 

Zeyno'yla ilişkimiz onun gözünde, gönlünde nasıl merak ediyorum. Biraz da korkuyorum. Belki kendi annemle ilişkimi düşündüğümden. Annemle ilişkimizi tarif etmem zor. Temelde öyle çok çatışıyoruz ki! Fiziksel olarak ayrı olduğumuzdan temel çatışmalarımızın üstü örtülmüş hatta ben onları unutmuşum! Öyle ki hallettik sanmışım. Ama ne zaman aynı mekanı paylaşsak, hepsi su yüzüne çıkıveriyor. 

Annem, anne rolünde tam bir "öğretmen". 
Öğretmen de neyin nesi diyebilirsiniz, anlatmayı deneyeyim. Bizi tarif eden özelliklerden yola çıkarak  4 grup ifade ediyoruz koçlukta. Besleyici, savaşçı, vizyoner ve öğretmen. Hepimizde her birinden özellikler var ama doğal halimizde birisi daha dominant. Her dominant tarafın, eğer farkında olmazsak bizi karanlıkta bırakabilecek bir de gölgesi var.
Öğretmenler hep hataları bulan, kural/standart koyan, doğru/yanlış yaklaşımı olan, tedbirli, görev odaklı, hep bilgi ihtiyacı olan, kontrol odaklı, lazım cümleleri kuran kişiler. Benim enn uzak olduğum  enerji öğretmen enerjisi. Annem için hayalperest olmak bir zaaftır. Gerçekçi olmak en gurur duyduğu özelliğidir. Çoşma, taşma, çok gezme ya da her hangi bir şeyin çok olması ennn sinir olduğu şeyler! Ölçülük erdemlerin en kıymetlisi! 
Ve kusursuz , hatasız olma çabası. Herhangi bir durumda yanılması neredeyse imkansızdır annemin. De ki yanıldı, kabul etmez. Daima bir sebep bulur, bir dış etki. De ki onları da bulamadı, ciddi ciddi rahatsız olur, haksız ya da yanlış olmaktan. Bir cephe kaybetmiş gibi, yenilmiş gibi. En doğrusu onun bildiğidir ve risk alınamaz. Seyahatlere aylar öncesinden bavul hazırlar, gitmeden 2 gün önce bavul kapanır, asla yeni yemek denenmez, her yerde siparişler bellidir. Bir şehirde 20 senede yaşasa işi olmayan semtlere gidilmez. Herşeyin işe yarayacak, mantıklı bir amacı olmalıdır. 
Bu kadının ömrü bana okul çantamı akşamdan hazırlamaya ikna etmeye çalışarak geçti. Ve geçen hafta bugün ben uçak saatinden yarım saat önce bavulu hazır olmamış bir kadın oldum. 
Annem bizimle Kıbrıs'a gelmeyi ısrarla red etti. Aylarca... Niye? Teyzemler yeni gitmiş, annem daha iki ay önce gelmiş. Yani; ne gerek var? Ama Şafaklar ve biz evden çıkarken gözündeki pişmanlığı fark ettim. Sordum; kabul etti! Yoldan ve c.tesi buradan yalvardık da geldi. Neyse ki geldi. Bayram günü herkes buradayken evde tek başına kalacaktı. Neyse ki geldi derken "benim geleceğinizden daha yeni haberim oldu, yazlıktayken" demez mi??? İşte o zaman empati, koçluk, şudur budur kalmıyor. "Ama" diyorum, "bu kadar da olmaz ki!"

Tekamül yolum daha çoook uzun bloggerlarım.


Kendi kendime şöyle dedim: “Bu gördüklerim sadece bir kılıftan ibaret. En önemli şeyi gözler göremez.” Küçük Prens/Saint Exupery






23 Ağustos 2012 Perşembe

Kıbrıs 4

Karpaz'a gittik. Yol boyunca ne çok ev yapıldığına hayretle... İnsan sayısından daha fazla ev olduğuna inanıyorum.
Manastıra ulaştığımızda merakım son geldiğimde artık sadece bir kişi kalmış olan rahibenin yaşayıp yaşamadığıydı. Manastıra ilk geldiğimde, üç rahibe vardı. Sonra tek kaldı. Yaşıyormuş. 100 yaşalarında olduğu rivayet ediliyor. Fakat artık manastırda değil. Geçen yıl kalçasını kırmış. İyileşmiş ama artık bakıma ihtiyacı olduğu için, ailesi güneye götürmüş. Hikayesini anlattılar.
Genç bir kızken aklidengesi yerinde değil diye getirmişler onu Apostolos Andreas manastırına. Tüm hastalıklara şifa veren azizin manastırı. Ve kızımız tamamen iyileşmiş. Ailsei onu alıp götürmek istemiş iyileştikten sonra. Ama ciracık gitmemiş. Hayatını o manastıra adamaya karar vermiş. Ve tüm ömrü boyunca orada kalmış. Manastır, rahibe yetiştiren gerçek bir manastırken 74'den sonra yeni rahibe yetiştiremez olmuş. Sınırlar kapandıktan sonra rahibeler manastırı terk etmememiş. Kalan son rahibemiz bu yılki 14-15 Ağustos Rum Ortodoksların kutsal törenlerine katılmak için yine manastırdaymış. Kimse daha yeni kalçasını kırmış ve 100 yaşında olduğuna inanmamış. Sohbet ettiğim Türk polis memuru "ben inanman böyle şeye ama var birşey, 100yaşında hem de kalçası kırık koşturup durdu, havasından suyundan herhalde"dedi. Azizin verdiği şifaya yormadı:)
Manastırın hali içler acısı. Yıkılmak üzere. Bina etrafında iskeler görünce sevindim. Bir onarım olduğunu düşündüm. Maalesef hiç birşey yokmuş. Bina çökmesin diye bir kaç direkle ayakta tutmaya çalışılıyor. Etrafı da, manastır da dökülüyor. Rum tarafı da ekonomik kriz maduru olduğundan oradan gelen giden de azalmış. Bir sonraki gelişimde manastırı görebilecek miyim, emin değilim.

Adanın en kuzey ucu olan Karpaz eşekleriyle meşhur. Yol boyunca serbest dolaşan eşekler, sıpalar arasından ilerliyorsun. Fakat genel olarak her yer bakımsız. Deniz, koylar muhteşem. Ama tesisler berbat durumda. Dönüşte deniz ürünleri ziyafetini çektik kendimize.

Dün başka bir maceraydı. Şafak'la güney tarafa geçtik. Pasaport için başvurduk. Rum kesimine Lefkoşa'dan geçtik. Duvarın bir tarafı başka diğer tarafı başka bir ülke. Rum kesimi izlenimim geçen seferki ile benzer. Şehirler çok daha bakımlı. Daha düzenli. Evlerin, bahçelerin otantik özellikleri daha fazla korumuş. Yeni inşaatlar bizim taraftaki kadar göze batar değil. Ama herşey çok tanıdık.  Fas'ta ve Portekiz'de de gördüğüm kum rengi taş binalar, yerlerde desenli karolar, kemerler, bahçelerden sarkan begonviller. Kapı önlerinde oturanlar, dopdolu kahveler, her yerde Türk kahvesi ikramı. Geniş sapsarı ovalar...
Güney kesimde herşey üç dilde yazıyor. Yunanca, İngilizce ve Türkçe. Kıbrıslı Türklere itiraz varsa da sessiz ama Türkiye'denseniz kesinlikle istenmiyorsunuz. Kıbrıs'ın Türk kesimi o kadar karışık ki kim Kıbrıs'lı, kim Türkiye bağlantılı ayırabilene aşk olsun. Rumlar işin içinden çıkmak için net bir çizgi koymuş. Ya bu adalı olacaksın ya da 1974'ten önce bir biçimde bu adadan biriyle evlenmiş, adaya yerleşmiş olanlardan olacaksın. Sonrasında oluşan bağları kabul etmiyor. Sonrası herkes için başka bir hikaye. Herkes için başka bir travma. Politik ayrılar öyle çok ki. 74 öncesini yaşayanlar için şu andaki durum olabileceklerin en iyisi. Başka bir çözüm aramaya gerek yok. Karşıklı göç sırasasında malını kaybetmiş veya haksız yere mal sahibi olmuş olanlarla ilgili sorunların çözülmesi  yeterli. Bambaşka düşünenler de var.
Adada kadınlar her iki tarafta da anlaşılmaz biçimde frapan. Annemler ada kadını kesinlikle temsil etmiyor. Bizimkiler bir örnek uzun, kalın askılı penye elbiselerliyle kendi tarzlarının temsilcisi.

74'de tamamen yok olan 3 köy var. Tüm halkı bir gecede yok edilmiş. Birisi anneannemin köyü Muratağa (Marata) birisi dedemin koyu, Sandallar. Annemler de anneannemin köyünde doğmuş, büyümüş. Katliamdan sonra kimse köye dönmemiş. O gece başka yerde olan, onların çocukları,... Zaman içinde evler yıkılmış. Yıllarca, annem istediği için her geldiğimizde ziyaret ettik Marata'yı. Son bir kaç yıldır bir kaç ev yapılır olmuş. Yeniden canlanır gibi hayat. Dayım da ailenin arsasına bir ev yaptïrıyor şimdi. Heyecanla görmeye gittik. Ev çok şirin ama köyde hüzün hala asılı duruyor. Bir kaç ev ve ışık olmasına rağmen, henüz hayatın neşesi değil ölümün gölgesi var. Dönerken hepimiz bunu fark ettik. Neredyse 40 yıl olmasına rağmen henüz herşeyi bir bir hatırlayan kuşak hayatta ve travmaları çok canlı. Annemle teyzem dayımın evine sevinse de "bize göre değil daha" diyerek mutfağa girdiler. Elbette, kadınlar için her duygu daha derin. 

Dün gece Magosa'da en sevdiğim yer olan surların içindeydik. Muhteşem gotik kalıntılar, Notre Dome kilisesinin bir ölçek küçüğü olan şimdi camii ama aslen kilise olan yapılar arasında yürüdük. Sıcak hala ama gece yürünebiliyor.

Bugün henüz öğle olmadı. Mus'un evinde, yalnızım. Tammm size yazdığım hayalimdeki gibi bir evdeyim bloggerlarım. Yabancısı olduğum bir şehirde, az eşyaları olan aydınlık bir evde, tek başınayım. Sessiz. Sadece vantilör sesi. Kahvemi içip, yazı yazıyorum. Sadece iki gün sonra geri döneceğimi bilsem de burada ve bu anda kalmayı seçiyor ve tadını çıkarıyorum. 

İstediğim tam da böyle bir şey...

Kıbrısca öğrenelim:
Cira: Rum kadın
Bulli: Piliç
Guli: Yavru köpek
Gancelli: Bahçe kapısı
-cık eki: Her kelimeye eklenebilir. Sevgi ifadesi.

Devamı ve daha fazlası için buralarda olmalısınız. Şive işin en can alıcı kısmı.



21 Ağustos 2012 Salı

Kıbrıs 3

Bayramın son günü... Dün Girne'deydik. Fotoğraflarımızı facebookta paylaşacağım.
Girne hep güzel. Sokaklar, evler, manzara,... Hava öyle sıcaktı ki, yüzüklerimi takamadım! Ellerim şişti. Ben ki, takılarım olmadan evin kapısı çalsa açmam, dayanamadım. Evden çıkmamız bir mesele. Bir ordu gibi olduğumuzdan ve her evden birilerini aldığımızdan orada bir kahve, burada bir selam... Sonunda yolu bulduk. Biz Magosa'lıyız. O yüzden Girne'yi kıskanmaktayım bloggerlerım. Bizim şehrimiz ben bildim bileli aynı. Artan sayıda inşaat... Bazen sanki hala 80'lerdeymişiz gibi bir duygu.
Ama ne o şahane surlar içinde bir düzenleme, ne kaldırımlar, ne ağaçlandırma, ne başka bir düzenleme... Girne'ye gidince sanki dünya değişiyor.
Girne'de en sevdiğim nokta eski bir manastır olan Bella Pais. Defalarca gittim, bu sefer yine. Söyledim size bende bir hacı ruhu var. Kimi yerlere tekrar tekrar gitmayi seviyorum.
Dün güneş batışı Esentepe'de kuzenimin muhteşem manzaralı evindeydik. Manzarayı tarif etmem zor. Sonrası güzel bir yemek ve yerlere kadar inen yıldızlar!
Gece hava insaflıydı. Saçmalıklarla dolu rüyalar ama insaflı bir sıcaklıkta uyudum. Ennn kıymetli kuzenim Mustafa'da kalıyoruz. Komik insan Mus, eşi Ariel, kedilerimiz Ginny ve Peppe. Sabah ilk iş blog yazısı. Vantilatörler esintisinde kahvaltı, üzerine kahve, doğruuu teyzeme! Diğer yarımız teyzoşta.

Birazdan yolumuz Karpaz'a doğru. Tabii tembel insan kardeşim uyanacak daaaa, biz gideceğiz. Bir başka çoook eski ama hala ibadet edilen gerrçek bir manastıra. Adanın en uç noktasına. Denizin tarifsiz güzel, zamanın bir başka olduğu yere... Yemekte deniz ürünleri hayal ediyorum. Teyzeme gidince kalan tatlıdan tırtıklamaya da niyetliyim.

"Kaybetme ve keşfedilip okunma korkusundan değil, günün birinde nihayet hakkında yazmaya ve hatırlamaya değecek bir şeye rastladığında üstüne yazacak bir şey bulamayacağı endişesiyle sürekli yanında taşıdığı güncesinden gelişigüzel bir sayfa açsaydık şu duygunun çeşitlemelerinden birini bulurduk: Aşık değilim." Her Şey Aydınlandı/Jonathan SafranFoer

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Kıbrıs 2

Bloggerlarım,
Dün bayramın birinci günüydü. Evlerin bahçelerine sığamadık. Kuzenler, kuzen çocukları... Birbirini ilk defa gœrenler, yıllardan sonra görenler... Kıbrıs klasiği olarak kaç Türk kahvesi içtiğimi sayamadım. Çay burada ikramın bir parçası değil. Sürekli kahve içiliyor. Olmadı ev yapımı limonata. Zeynep limonatanın peşinde. Limon ve mandalina suyu sıkılıp şekerle karıştırıyor ve konsantre olarak dolapta saklanıyor. Bardağa iki parmak koyuyor üzerine su ekliyorsun. Hatta buz ekleyince hepten dayanılmaz oluyor.
Yemekler bayram nedeniyle, her evde standarttı. Fırında patates, tavuk. Patatesler nefis! Yanında makarna. Semizotlu salata ama salata sirkeli.
Bayram klasiği tatlıları hiç biryerde es geçmedim. Tatlıda da favorim ev tipi ekmek kadayıfı. Tamamen farklı bir yorum(!) İki parça arasına lor peyniri. Kadayıf ekmeği hazır alınıyor ve gül suyu gibi bir şeyle ıslatılıyor. Araya bol badem. Sonra şerbet dökülüp ocakta serbetle biraz daha pişiriliyor.  
Ben bayılıyorum! Bir de cevizli tel kadayıfı var. O da enfes!
"Ne oldu diyet?" diyenlere "hhaaayyyt,tatildeyim" cevabını yapıştırıyorum.

Ve fakat hava çooookkkk sıcak! Sıcak bir yere kadar ama bir de nefes aldırmayan bir nem var. Gece serinliyor Allah'tan! Serinliyor dediysem, nefes almak mümkün oluyor. Dün gece evdeydik. Bir gece önce püfür püfür esen bir yerde mohitomuzu içip kızarmış ne varsa yedik! Gece güneş olmadığından yürüyoruz şehir içinde. O da çok keyifli oluyor. Yol boyunca kavgalar, gülme krizleri bonus!

Annem dün aramıza katıldı. Annem konusu uzun raporda bloggerlarım.

Bugün az sonra Girne turuna gidiyoruz. En sevdiğimiz rotalardan birini tekrarlayacağız. Gece Sakuş'un doğumgünü. Hep birlikte kutlayacağız. Kocaman bir masa!
Kızım uykuda. Biz Ariel ile hediye almaya gidiyoruz şimdi. Dükkanların müşteri peşinde koşmadığı, tersi müşterilerin dükkan aradığı bu tuhaf ama güzel adada doğumgünü hediyesi almaya gidiyoruz. Devamı ilk fırsatta...

SICCAAAAK...

19 Ağustos 2012 Pazar

Bayram

Kıbrıs'tayım. Uzzuuun bir yol yazısı yazıyorum. Dönünce yayınlayacağım.
Herkesin evin bir köşesinde yattığı, sürekli yenilip içilen, çok kalabalık, çok güldüğümüz nefis bir bayram tatilindeyim!
Çocukluğum ve çocuğum birlikte. (Beğendim bu lafımı!)

Bu ara keyfim çok yerinde bloggerlarım! Mutluyum.

Devamı en kısa zamanda...

"Bana hataları değiştirmememi çünkü komik göründüklerini ve üzgün bir öyküyü anlatmanın tek gerçek yolu komik görünmektir dediğini biliyorum ama onları değiştireceğimi düşünüyorum. Lütfen benden nefret etme." Herşey Aydınlandı/Jonathan Safran Foer

5 Ağustos 2012 Pazar

Hikayeler

"Yazı yazmaya niyetlenenin soyut kavramları tarif etmesi gerekir" gibi bir şey demişti Çetin Altan bir röportajında. Unutmadım. O'nun mutluluk tarifi hala kulağımdadır. "Mutluluk zamanının farkında olmamaktır."
Doğru ya, yazı bir tarif etme çabası... Ben epeydir kendim için önemli kavramları kendime tarif etmeye çalışıyorum. Bunun yazı yazmayı sevmemle ilgisi yok. Yazı benim tarifleri kaydetme yolum şu ara. Ben tarifleri yolumu karıştırıyormuşum gibi hissetmeye başladığımda yapıyorum. Bir kutup yıldızı bulmak ve nereye döneceğimi tayin edebilmek için...

Koçluklarımda da bu kısım hem beni hem danışanı en zorlayan kısım oluyor. Kutup yıldızını bulmak ve rotayı yeniden kurmak...
Sağlam bir rota olmayınca her rüzgar bizi bir yerlere savuruyor. Sonunda daha fazla savrulmamak için, sadece rüzgara direnen ve tüm çabası olduğu yere daha sıkı, daha sıkı demirlemeyerek sabit kalmaya çalışan gemilere dönüyoruz. Rüzgarlara direnmek biz tüketip artık harekete geçmek isteyince, ilk sorumuz "nereye?" Yolu bulmak için ihtiyacımız kutup yıldızı.

Kutup yıldızını bulma soruları zor sorular:
Başarılı olmak istiyorum: Peki "başarı" senin için ne?
Mutlu olmak istiyorum: "Mutlu olduğunu nasıl bilirsin, senin için "mutluluk" ne?"
Özgür olmak istiyorum: "Özgürlüğün senin için ne anlama geldiğini tarif eder misin?"
Değerli hissetmek istiyorum: "Senin için birşeyi/birini değerli kılan ne?"

Ben kendi tariflerimle başbaşayım bloggerlarım. Benim için başarı, mutluluk, özgürlük, vb ne anlama geliyor? Her bir tarif başka bir kutup yıldızı. O'nu bulup yola karar vermek gerekiyor.

Başarı konusu aklımda uzundur. Bir hayatı başarılı yapan nedir?
  • Hedeflerine ulaşmış olmak (mı?) (Ya hedeflerinin seni mutlu etmediğini fark ettiysen?)
  • Mutlu olmak (mı?) (Ya senin mutluluğun başkalarını mutsuz ettiyse?)
  • Onay, kabul, takdir görmek (mi?) (Ya onay, kabul için hep taviz verdiysen?)
  • Çok para, ünvan, itibar, sosyal statü (mü?) (Ya bunun için sevdiğin şeyler/kişilerden çok zaman çaldıysan?)
  • Hiç pişman olmamak (mı?) (Ya tüm hataların bedelini başkaları ödediyse?)
Size söylemiştim, su uyur insanın içindeki sabotajcı uyumaz. Ne gönül rahatlıyla tarif yapabilirsin, ne kutup yıldızına tutunup yol bulabilirsin. Gönlü kamil olsun dileyen sesleri susturmaz. Elbet sonunda o seslerden sadece birisi duyulur olur.

"Anlatacak hikayeleri olan bir hayat başarılıdır." İşte benim tarifim bu bloggerlarım. Hikayeler benim peşinde olduğum... İşimi bunca sevme nedenim de bu. Koçluğu çok sevme nedenim bu. Kitaplara aşkımın nedeni bu. Ben hikayeler dinlemeyi seviyorum. Hikayeler biriktirmeyi. Hikayeler okumayı. Bir ömrü birden çok defa yaşama imkanı verdiğine inandığım şey hikayeler.
Hikayeler onları sevdiğimi biliyor. Beni buluyorlar her yerde. İstanbul'da uçağa yetişme riskim bir taksiciyle uçağa yetişme hikayesine dönüşüyor, ya da bir başka taksicinin yangından adam kurtarma hikayesini dinliyorum, bir iş başvurusunda babasını model alan gencin babasının hikayesini dinliyorum. Tüm renkli hikayesi olanlara denk (!) geliyorum. Oysa ne dost canlısı ne de konuşkanım. Ben hikayeleri ve hikayesi olanları seviyorum. Böylece hikayeler beni buluyor.

Benim bir başarı hikayem olur mu bilmem. Ama "başarılı oldum ben hayatımda" diyebilmem için hikayesi olan bir hayatım olmasını istiyorum. Anlatmak, paylaşmak da isterim elbet ama asıl istediğim gözlerimi kapatırken hatırlayacak bir sürü hikaye olması. Hikayeler hep eğlenceli, hep mutlu, hep başarılı olmuyor. Farkındayım. Bir hiayeyi "hikaye" yapan bu değil mi zaten. İster öykü, ister film, ister müzik olsun birşeyi hikaye yapan içinde inişler, çıkışlar, değişen tonlar, duygular olması... Cesareti olmayanların hatırlanmaya değer hikayeleri olmayacağını biliyorum.
Bir başka tarif isterseniz şöyle derim; "Başarı bir ömüre birden çok yaşam sığdırmaktır. Nasıl sığdırabiliyorsan..."  

"Bizler yalnız hayvanlarız. Zamanımızı daha az yalnız olmaya uğraşarak geçiriyoruz. Kadim yöntemlerimizden biri hikayeler anlatmak ve de dinleyicinin "Evet, işte böyle olmalı, öyle olması gerektiğini hissediyorum. Sandığın kadar yalnız değilsin" demesi ve bunu hissetmesi için yalvarmaktır." John Steinbeck
Kitap: Hikayenin Gücü/Annette Simmons
Film: Kuzgun (Kanlı birazcık)




Kediler, köpekler

Sevgili bloggerlarım,
Yazacak çok şey birikti diye oturuyorum. Eskiden aklımdan geçenleri yazardım bir kenara. Son zamanlarda bunu da yapmaz olduğumdan yazılmadan aklımda eskiyor yazılar. Garip bir hal, oturunca sanki yazasım yok.

Çin burçlarını öğrendim geçenlerde. Ben bir kaplanmışım. Ve hatta yükselen burcum da kaplan. Elementim "tahta". Odun yani! (bunu okuyunca sisteme inancım arttı) Bir de enerjim pozitifmiş. Şüpheli ama düşünülebilir. Şimdi bir de bu burçlar alemini keşfetmeye uğraşmadan kaplan, yani kedi halimi düşündüm. Kabul etmeliyim ki ben de bir kedi hali var. Var, di mi? Odun kısmını bir kenara bırakırsak, belirtmeliyim ki bloggerlarım çin burcundaki en karizmatik burçlardan biri kaplan. Ejderha var bir de, o da karizmatik. Ammaaaa Allah muhafaza, bunun koyunu var, faresi var, tavşanı var... Odun modun da olsa, ben kaplan olmuşum şükür.

Kaplan dediği bir kedi neticede. Kedileri düşündüm. Ben hep bir köpeksever oldum. Hatta bir köpeğim oldu. İsmi Üzüm'dü. Minnacıktı onu aldığımda. Minik bir kartopu gibiydi. Bana sorasanız dünyanın en şirin yavru köpeğiydi. Kedileri de severdim. Aslında neredeyse tüm hayvanları severim. Ama köpekler hep en sevdiğimdi. Koçluk eğitimi sırasında gözümün önünde canlanan bir yavru kediye meftun olduğumu fark ettiğimden beri aslında kedileri sandığımdan çok sevdiğimi keşfettim. Derken çin burcum da kaplan çıktı.

Köpeklerin o bitmez tükenmez enrjisine bayılırım. Hep canlı, hep heyecanlı, hep hareketlidirler. İlişki odaklıdırlar. Mühim olan sizinle ilişkileridir. Onu korumak için yaşarlar. Sevgilerini göstmekten hiç çekinmezler. Eve gelişiniz bir olaydır köpeğiniz için, yanından geçmeniz başka bir olaydır, seslenmeniz, ıslık çalmanız,... Hep sevgi dolu, hep neşe doludurlar. Hep bir yaygara, hep bir gürültü, hep bir coşku... Etrafı gezmeye bayılırlar ama boş bırakmaya gelmez, kaybolurlar! Ayarlayamazlar uzaklaşacakları mesafeyi. Koşarken, coşarken eğer sahip çıkmazsan, başlarına birşey gelir. Tedbirli değildir köpekler. Heyecanlıdır. Emek ve ilgi isterler. Ki bazen bir köpekle yaşamak çok yorucudur.

Kediler cool'dur. Biraz da kendi başına buyruk. Bana galiba bu cool hallerini fazla geldi önce. Ne bir coşku, ne bir tutku... Kedin seni sever mi, bilemezsin. Tahmin edersin, dilersin "seviyordur zahir". Yoksa ne kapıdan girdin diye bir heyecan olur, ne çıktın diye... Kendisine odaklıdır kedicikler. O isterse gelir, sessizce, isteyince gider. Öyle beraber koşmalar, top oynalamalar, çağırınca gelmeler beklenmez. Kedini bağlamazsın, gerek yoktur. Kimseye saldırmaz. Uzaklaşmaz. Tedbirlidir. Adım adım keşfeder. Küçük daireleri genişleterek. Meraklıdır ama gezmeye çıkarmak gerekmez. Kendisi keşfeder. Kediler kaybolmaz. Sevilmeye bayılırlar ama kendileri isteyince. Sessizce sokulur, kucağa kıvrılırlar. Öfkeleri, neşeleri, sevinçleri sessizce. O yüzden biraz da ürkütücüdürler sanki. Başka gezegenden gelmişler gibi. Ne hissettiğini bir türlü tam anlayamazsın.
Çok yormaz sahibini evdeki kedi. Sadece olduğu gibi kabul edilmeyi bekler. Bazen hiç nedensiz çekip gider. Sahibini ya da evini bırakıp "giden" kedi öyküsü çoktur.

Köpekler eğitilir, eğitilmeye ihtiyaç da duyarlar. Hatta eğitimlisinden kahraman köpekler çıkar. Kedi eğitim merkezi duymadım daha. Benim bildiğim kedini eğitemezsin. O sana sen ona uyum sağlarsınız.

İşte böyle düşünüp durdum bloggerlarım. Etrafımdaki insanlara bu gözle bakınca kimilerini köpeklere kimilerini kedilere benzettim.
Ben hala köpekleri çok seven bir kedi (kaplan) burcuyum.  Kedilere ilgim artıyor.

Peki günün birinde bir hayvan beslemeyi istesem bu sefer ne seçerim? Düşünüyorum...

Film: Batman-Dart Knight Rises (süper!)
Psikeart: Yeni konumuz mizah.

"En büyük korkumuz yetersizliğimiz değildir.
En büyük korkumuz ölçüsüzce güçlü olmaktır.
Bizi korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır.
Kendimize sorarız, "Ben kimim ki güzel, yetenekli, muhteşem ve olağanüstü olayım." Aslında kimsin ki böyle olmayasın?
Kü çük oynarsan dünyaya hizmet edemezsin. İnsanlar senin etrafında güvensiz hissetmesinler diye kendini küçültmen doğru değil.
Bu sadece bir kaç kişide olan bir şey değil ki, hepimizin içinde var.
Kendi ışığının yanmasına izin verirsen, başkalarınınkini de yakarsın.
Kendi korkularımızdan kurtulursak, varlığımız kendiliğinden başkalarını da kurtarır."
Nelson Mandela/1997