Karpaz'a gittik. Yol boyunca ne çok ev yapıldığına hayretle... İnsan sayısından daha fazla ev olduğuna inanıyorum.
Manastıra ulaştığımızda merakım son geldiğimde artık sadece bir kişi kalmış olan rahibenin yaşayıp yaşamadığıydı. Manastıra ilk geldiğimde, üç rahibe vardı. Sonra tek kaldı. Yaşıyormuş. 100 yaşalarında olduğu rivayet ediliyor. Fakat artık manastırda değil. Geçen yıl kalçasını kırmış. İyileşmiş ama artık bakıma ihtiyacı olduğu için, ailesi güneye götürmüş. Hikayesini anlattılar.
Genç bir kızken aklidengesi yerinde değil diye getirmişler onu Apostolos Andreas manastırına. Tüm hastalıklara şifa veren azizin manastırı. Ve kızımız tamamen iyileşmiş. Ailsei onu alıp götürmek istemiş iyileştikten sonra. Ama ciracık gitmemiş. Hayatını o manastıra adamaya karar vermiş. Ve tüm ömrü boyunca orada kalmış. Manastır, rahibe yetiştiren gerçek bir manastırken 74'den sonra yeni rahibe yetiştiremez olmuş. Sınırlar kapandıktan sonra rahibeler manastırı terk etmememiş. Kalan son rahibemiz bu yılki 14-15 Ağustos Rum Ortodoksların kutsal törenlerine katılmak için yine manastırdaymış. Kimse daha yeni kalçasını kırmış ve 100 yaşında olduğuna inanmamış. Sohbet ettiğim Türk polis memuru "ben inanman böyle şeye ama var birşey, 100yaşında hem de kalçası kırık koşturup durdu, havasından suyundan herhalde"dedi. Azizin verdiği şifaya yormadı:)
Manastırın hali içler acısı. Yıkılmak üzere. Bina etrafında iskeler görünce sevindim. Bir onarım olduğunu düşündüm. Maalesef hiç birşey yokmuş. Bina çökmesin diye bir kaç direkle ayakta tutmaya çalışılıyor. Etrafı da, manastır da dökülüyor. Rum tarafı da ekonomik kriz maduru olduğundan oradan gelen giden de azalmış. Bir sonraki gelişimde manastırı görebilecek miyim, emin değilim.
Adanın en kuzey ucu olan Karpaz eşekleriyle meşhur. Yol boyunca serbest dolaşan eşekler, sıpalar arasından ilerliyorsun. Fakat genel olarak her yer bakımsız. Deniz, koylar muhteşem. Ama tesisler berbat durumda. Dönüşte deniz ürünleri ziyafetini çektik kendimize.
Dün başka bir maceraydı. Şafak'la güney tarafa geçtik. Pasaport için başvurduk. Rum kesimine Lefkoşa'dan geçtik. Duvarın bir tarafı başka diğer tarafı başka bir ülke. Rum kesimi izlenimim geçen seferki ile benzer. Şehirler çok daha bakımlı. Daha düzenli. Evlerin, bahçelerin otantik özellikleri daha fazla korumuş. Yeni inşaatlar bizim taraftaki kadar göze batar değil. Ama herşey çok tanıdık. Fas'ta ve Portekiz'de de gördüğüm kum rengi taş binalar, yerlerde desenli karolar, kemerler, bahçelerden sarkan begonviller. Kapı önlerinde oturanlar, dopdolu kahveler, her yerde Türk kahvesi ikramı. Geniş sapsarı ovalar...
Güney kesimde herşey üç dilde yazıyor. Yunanca, İngilizce ve Türkçe. Kıbrıslı Türklere itiraz varsa da sessiz ama Türkiye'denseniz kesinlikle istenmiyorsunuz. Kıbrıs'ın Türk kesimi o kadar karışık ki kim Kıbrıs'lı, kim Türkiye bağlantılı ayırabilene aşk olsun. Rumlar işin içinden çıkmak için net bir çizgi koymuş. Ya bu adalı olacaksın ya da 1974'ten önce bir biçimde bu adadan biriyle evlenmiş, adaya yerleşmiş olanlardan olacaksın. Sonrasında oluşan bağları kabul etmiyor. Sonrası herkes için başka bir hikaye. Herkes için başka bir travma. Politik ayrılar öyle çok ki. 74 öncesini yaşayanlar için şu andaki durum olabileceklerin en iyisi. Başka bir çözüm aramaya gerek yok. Karşıklı göç sırasasında malını kaybetmiş veya haksız yere mal sahibi olmuş olanlarla ilgili sorunların çözülmesi yeterli. Bambaşka düşünenler de var.
Adada kadınlar her iki tarafta da anlaşılmaz biçimde frapan. Annemler ada kadını kesinlikle temsil etmiyor. Bizimkiler bir örnek uzun, kalın askılı penye elbiselerliyle kendi tarzlarının temsilcisi.
74'de tamamen yok olan 3 köy var. Tüm halkı bir gecede yok edilmiş. Birisi anneannemin köyü Muratağa (Marata) birisi dedemin koyu, Sandallar. Annemler de anneannemin köyünde doğmuş, büyümüş. Katliamdan sonra kimse köye dönmemiş. O gece başka yerde olan, onların çocukları,... Zaman içinde evler yıkılmış. Yıllarca, annem istediği için her geldiğimizde ziyaret ettik Marata'yı. Son bir kaç yıldır bir kaç ev yapılır olmuş. Yeniden canlanır gibi hayat. Dayım da ailenin arsasına bir ev yaptïrıyor şimdi. Heyecanla görmeye gittik. Ev çok şirin ama köyde hüzün hala asılı duruyor. Bir kaç ev ve ışık olmasına rağmen, henüz hayatın neşesi değil ölümün gölgesi var. Dönerken hepimiz bunu fark ettik. Neredyse 40 yıl olmasına rağmen henüz herşeyi bir bir hatırlayan kuşak hayatta ve travmaları çok canlı. Annemle teyzem dayımın evine sevinse de "bize göre değil daha" diyerek mutfağa girdiler. Elbette, kadınlar için her duygu daha derin.
Dün gece Magosa'da en sevdiğim yer olan surların içindeydik. Muhteşem gotik kalıntılar, Notre Dome kilisesinin bir ölçek küçüğü olan şimdi camii ama aslen kilise olan yapılar arasında yürüdük. Sıcak hala ama gece yürünebiliyor.
Bugün henüz öğle olmadı. Mus'un evinde, yalnızım. Tammm size yazdığım hayalimdeki gibi bir evdeyim bloggerlarım. Yabancısı olduğum bir şehirde, az eşyaları olan aydınlık bir evde, tek başınayım. Sessiz. Sadece vantilör sesi. Kahvemi içip, yazı yazıyorum. Sadece iki gün sonra geri döneceğimi bilsem de burada ve bu anda kalmayı seçiyor ve tadını çıkarıyorum.
İstediğim tam da böyle bir şey...
Kıbrısca öğrenelim:
Cira: Rum kadın
Bulli: Piliç
Guli: Yavru köpek
Gancelli: Bahçe kapısı
-cık eki: Her kelimeye eklenebilir. Sevgi ifadesi.
Devamı ve daha fazlası için buralarda olmalısınız. Şive işin en can alıcı kısmı.
23 Ağustos 2012 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder