30 Ekim 2012 Salı

Paris-son


Dönüş yolundayız. Dolunaydan herhalde, iki saat rötar yaptık, iyi mi? Dolunayla ne ilgisi var diyenlere tek söyleyebileceğim bugünkü falımda böyle yazdığı. Dolunay seyahatleri etkileyebilirmiş. İşte, etkiledi! Dün, son günümüzü perişan geçirdim bloggerlarım.  Ne kadar kötüydüm anlatamam. Yediğim bir şey mi dokundu, soğuk mu, hepsi birden mi anlamadım. Sefil bir insan nüsfettesiydim. Midem berbattı. Adım atacak halim yokken Louvre kapısında tam iki buçuk saat sıra bekledim. Louvre üçüncü gelişim. Üçüncü seferde zaten motivasyonum belli bir yerdeydi. Hava da inadına buuuzzzzz gibi. Perişan oldum. 
Kısacık bir turun ardından attım kendimi bir kanepeye, bekledim bizimkileri. Sonra otele zor gittim. Sabah uyandığımda midem insafa gelmişti ama ayakta zor duruyordum. Neyse ki Münih'e gelince, 24saatten sonra, tuzlu bir şey yiyebildim. Münih aktarmalı geliyoruz. Aktarma uçağımız iki saat rötar yapmasa, iyiydi. Evime gitmek için sabırsızlanıyorum. Geç kalmadan gitmeyi istiyordum. Dinlenmek için, bir iki satır iş halledebilmek için. Başlayan hafta, hatta ondan sonraki de yine pek bir hareketli. 
Sabah erkenden çıkıp bir haftadır yaşadığımız yerlerden son defa geçtik. Sabahın çok erken bir saati olmasına rağmen sokaklar hareketliydi. Bakalım bir daha ne zaman Paris'te olacağım tekrar? Kim bilir..? 
Parisien detaylardan sonuncusuyla bitiriyorum. Kadınların, tüm modaların ve trendlerin dışında ve üzerinde olan tipik saç kesimleri. Görür görmez Parisien olduğunu tanıyacağınız... Aynen devam ve bence çok yakışıyor.
Dün bir de bizim için adeta bir tapınak gibi bir kırtasiye keşfettik kızımla. Nefisti... Çıkmak istemedik. Bayılıyoruz kırtasiyelere, defterlere, kalemlere, ...

Bulutların çok üzerinde, badiresiz, hikayesiz ama rötarlı dönüş yolundayız...

Kitap: Parfümün Dansı (sakın kaçırmayın)

" Haritasız ve rehbersiz yolculuk yapan gezginler için her beklenmedik plan değişimi bir sevinç dalgası getirir. Bu sevinç parayla satın alınabilecek bir orospu olmadığı gibi, kur yaparaz elde edilebilecek komşu kızına da benzemez. O, vahşi, deniz gözlü bir su perisi, serüvenin sevgili kızı ve tehlikenin kız kardeşidir. Evet, o illa ki kadınsı bir duygudur. Erkekler, onun, o ender, kısa ömürlü kucaklamasını yaşamak, mutluluğun incecik zarına yaptığı geçici basıncı hissetmek uğruna evlerini terk eder." Parfümün Dansı/Tom Collins

29 Ekim 2012 Pazartesi

Paris-5


Bugün son günümüz. Dün güneşli bir pazar geçirdik. Pazar günü kafeler ve hatıra eşya satan yerler dışında her yer kapalı.bir Avrupa klasiği. Pencereden bakınca görmeye alıştığımız kalabalık yoktu. Sokaklar, hele otelimiz civarında çok tenhaydı önce. Sokakların boş olması kaldırımların yıkanmasına fırsat vermiş. Paris sokakalrın tertemiz olduğu bir şehir değil. Sonbahar yapraklarının renkleri beni meftun ettiğinden diğer detaylara girmiyorum. Yoksa bildiğimiz pis sokaklar. Tahmin edebileceğiniz gibi sokak kedisi, köpeği görmek mümkün değil. Ama çok sayıda evsiz var. Şehrin merkezine doğru daha da artan sayıda. Bir de dilenciler. Her köşe başında, metroda neredeyse her durakta, dahası trene binip dileniyorlar. Müzik çalarak para isteyenleri saymıyorum. Bunlar bildiğimiz usül dilenciler. Elinde bir çocuk, ya da bir kağıt dolaşıp para isteyenler. 
Pazar Paris'i turistler ele geçirmiş gibiydi önce. Turist kalabalığına karıştık, Versailles Şatosu'suna gittik. Versailles köyü mü demeliyim, çok güzeldi. Saray, şato her neyse gösterişli, devasa ve bana hiç bir şey ifade etmeyen bir monarşi tapınağı. Enfes bir bahçesi olduğunu kabul ediyorum. Dün şansımıza hava günlük güneşlikti. Paris'e döndüğümüzde sokakları canlanmış bulduk. Sadece turistler değil,  Parisien'ler de dışarıdaydı. Kafeler dolmuş, Seine kenarı kalabalık, meydanlardaki çimlerde futbol, voleybol oynayan gençler, parklarda yanyana dizdikleri topları belli bir mesafeden ellerindeki topla vurma oyunu oynayan amcalar,... Elbette elinde harita bizim gibi gezen bir sürü turist. Güneş gezmeyi güzelleştirdi. Pazar günü Paris'imiz oldu böylece. 
Tatilin sonlarına geldiğimizden dün 5 günlük metro kartımızın son günüydü. Gezilecek listemizi neredeyse tamamladık. Asterix Park'a soğuk ve fazlaca sulu roller coasterlar var diye, bilim müzesine Fransızca diye gitmemeye karar verdik. Bugün planımızda Louvre var. Kızım çok heyecanlı. Her akşam günlüğüne notlar alıyor. Şahane bir seyahat arkadaşı! Kocam fotoğrafçılık yeteneğini iyice ortaya çıkardı. Nefis karaler yakalıyor. Sanal alemde takipçisiyiz. 
Akşam bavulumuzu toplayıp son defa penceremizden geçenleri seyredeceğiz. Yarın sabah erkenden, evimize dönüyoruuuuzzzz! 

"İki kişi birbiri hakkında başka kimsenin bilmediği şeyleri bilirse, kimseye de söylemezlerse, o zaman o iki kişiyi dost saymak gerekirdi." Parfümün Dansı/Tom Robbins

27 Ekim 2012 Cumartesi

Paris-4


Şehri bir ucundan bir ucuna gezerken sonbahara hayranlığım devam ediyor. Sonbaharı bu kadar muhteşem yapan şehrin bu kadar yeşil olması.  Düpedüz kıskanıyorum.  Bunca ağaç, sokaklar tablo gibi.  Kıskançlığımın tek sebebi ağaçlar değil. Sokaklarda opera söyleyen, gitar çalan, küçük bir bandoyla gösteri yapanlar, bisikletlerle, motorlarla gezenler, metroya, otobüse bebek arabalarıyla, bisikletlerle,tekerli sandalyelerle binenler, hiç korna sesi olmaması (bu detayı Zeyno fark etti), balkonlardan sarkan çiçekler, nefis mimari, sokaklardaki kaotik kalabalık, o curcuna hal, meydanlar, parklar, her yerde  Paris'te olduğunu hissettiren detaylar... Böyle yaşayan bir şehri kıskanıyorum. 
Otelimiz şehrin merkezinde. Her yere yürüyebiliyoruz. Pencereden günün başlangıcını, akşam trafiğini, sokağın kalablığını izliyor, kapıdan çıkar çıkmaz araya karışıyoruz. Hava her gün biraz daha soğuyor. Bayram tatili etkisi, her gittiğimiz yerde Türkçe duyuyoruz. Otel şehrin merkezinde olunca modanın da merkezindeyiz. Hahahayt... Her sabah Chanel'in önünden geçip gidiyoruz. Vitrinlerde etek altına pantalon, kumaşlar yün. Bana sorarsanız berbat görünüyor. 
Şimdi, hareketli bir Paris akşamı dışarıda akarken, ben duşumu yapmış, yatağımda kızımın ayaklarını tutup, blogumu yazıyorum. Hava açık, ay parlıyor. Neredeyse dolunay olmak üzere. Belki yarın...
Sevgili blogger'larım, eğer okuyorsanız sizlerin de  en az benim olduğum kadar keyifli olmanızı diliyorum. 

"Varoluş yeniden düzenlenebilir. Bir insan pek çok şey olabilir." Parfümün Dansı/Tom Robbins

Paris-3


Disneyland! Uzuuuun bir tren yolculuğundan sonra Disneyland'dayız. Her yere, Disneyland'a da trenle gidebiliyoruz.  Durmadan metroya binmek başka bir Parisien detay. Metroda hala kitap, gazete okuyanlar dikkat çekici. Ama asıl olan herkesin kulaklıkla dolaşması. Müzik dinleyenler, telefonla konuşanlar, telefonla oynayanlar,... Metroda herkes elindeki telefonla ilgileniyor.
Disneyland hiç bitmeyen, bir an bile susmayan müziklerle aklıma kazındı. Bir ara cinnet geçiriyorum sandım. Uzunca bir zaman sessizliğe ihtiyacım var. 
Zeyno çok keyif aldı. O'nu Alice'in labirentinde zıplarken görmek mutluluğun tarifi olabilir. 
Dün bir de inadına hava buzzz gibi oldu. Yine de tadını çıkardık. Akşam otele dönüşümüz en komik anlarımız oluyor. Yorgunluktan seriliyoruz. 
Birazdan yeni planlar yapıp, kahvaltı için yollara düşeceğiz.
Erkekler için bir Parisien detay daha: Kot giyiliyorsa, paçalar kıvrılacak. 

25 Ekim 2012 Perşembe

Paris-2


Paris, daha önce buraya gelenlarin bıraktığı gibi... Motosikletler, bisikletler, çok şık hanımlar, beyler arasında evsizler, tişört altına triko külotlu çorapla gezen delimsirek zenciler. Metroda, sokaklarda karşına çıkıveren canlı ve gerçekten çok başarılı müzik yapanlar. Kendilerini heykele dönüştüren mim sanatçıları, ... Pek gülümsemeyen ama yardımcı olan garsonlar, tüm şehri baştan başa geçen metro, her yerde turistler, ...
Parisien detaylar; neredeyse herkesin boynunda bir fular mutlaka ama mutlaka, erkeklerde dar pantalonlar, dar ceketler, kadınların ayakkabılarında zımba detayı. Zımbası olmayan ayakkabı, bot neredeyse satılmıyor. Hava gayet serin. Pardesüler, montlar giyilmiş. Ve fakat babet giyen hatunlar illede yalınayak. Mont, kazak falan giyiliyor ama çorap yok.  Prensip olarak bana çok uygun. Ben de çorap hiç sevmem ama nasıl ayaklar donmuyor, çözemedim. 
Otelimiz şehrin tam göbeğinde. Sabahtan başlayan maratonumuz akşam telef bir halde bitse de her yere kolyca ulaşmak çok keyifli. 
Paris, Fransızların söylediği gibi "çok seksi".

Yarın Disneyland. 

Zeynoş'umun keyfi de enerjisi de çok yerinde.

"The world is a book, and those who do not travel, read only a page." Saint Augustine

24 Ekim 2012 Çarşamba

Paris-1

Yanımda yazdıklarıma bakmak için uzanmış iki meraklı kafaya rağmen yazmaya başlıyorum. Bu seferki iki kafa yabancı değil. Kızım ve kocam... Bunca zamandır yazıyor olmama rağmen yazdıklarıma ilgileri azalmıyor. Bu sevinilecek bir şey:))
Gidiyoruz. Münih'ten Paris'e doğru. Uçakta, yol boyunca kayda değer yolcuya rastlamadım bu sefer. Ki buna dertleniyor değilim açıkcası... Medeniyet, normallik sıkıcı sıkıcı olmasına ama insana iyi geliyor. Dertsiz tasasız akıp gidivermesi herşeyin bir hikaye ihtimalini azaltıyor. Hikayelerin yerine huzur ve kolaylık geçiyor.
Bu çıkarımım (!) bütün hayata yansıtılabilir aslında. Ne kadar normal ve renksizse o kadar kolay. O kadar hikayesiz, bir o kadar sıkıcı. 
Yolculukların hayata dair bir özet olduklarına inanıyorum. Yolculuğa karşı tavrımız hayata tavrımızın  aynısı bana sorarsanız. Öyle değil mi? 
Her yolculuk öncesi stres olanlardan mısınız? Hani koltuğuna oturana kadar gergin, telaşlı olanlardan..? 
Kara vermek, hazırlanmak için uzun zamana ihtiyaç duyanlardan mı? Büyük bir bavul ve her ihtimale karşı her şeyi yanına alanlardan mısınız yoksa üç, beş parça size yeter mi? 
Herşeyi önceden planlayanlardan mısınız, gidelim orada bakarız grubundan mı? İkisinin arası bir yerde mi? Önceden gidip bildiğiniz yerleri tekrar tercih edenlerden mi, yeni yerler deneyenlerden mi? Peki yeni yerler için görüş, öneri, tavsiye alır mısınız? Kimden? Yüreğinizin götürdüğü yere mi, dergide görüp aklınıza düşene mi yoksa arkadaş tavsiyesine göre mi belirir rotanız? Yoksa bir görülecek yerler listesi mi takip edersiniz, üzerini çize çize...
Ne kadar yabancı, ne kadar uzak? Diline, mutfağına, iklimine tümden yabancı olduğunuz yerler de olur mu? 
Belli bir teması, amacı olur mu yolculuklarınızın? Turlara mı katılmayı tercih edersiniz, kendi organizasyonunuzu mu yaparsınız? Neye göre değişir?
Tek başına mı? Seyahat arkadaşınız var mı? Kiminle olduğu önemli değil mi? Her seferinde başka birisi olabilir mi? İlle de aileyle mi? Yoksa her şey ancak"özel biriyle" paylaşınca mı güzel? Mecbur kalmadıkca seyahat falan etmem, evimden uzaklaşmayı sevmem demek de mümkün... Öyle mi?
Nerede olsa kalınır mı? Temiz, düzgün olsa yeter mi? Yoksa biraz daha fazlası mı? 
Sorulara cevaplarımız sadece yolculuklara değil, hayata bakışımızı göstermiyor mu? Ne dersiniz? Bir yolculuğun keyifli, yola çıkmaya değer olması için ihtiyaç duyduklarımız, yolculuktan beklentilerimiz hayattan beklentilerimize benzemiyor mu? Birisini en iyi yolculukta tanırsın, evlenmeden önce seyahate çık lafları boşuna mı?

Nefis bir sonbahar var Paris'te. Her ağaç bir sanat eseri gibi. Alev alev yananlar, sapsarı parıldayanlar, her rengi üzerinde taşıyanlar... Muhteşem! Münih'te havaalanından göründüğü kadarıyla bile beni meftun eden sonbahar Paris'te de çok güzel. 

Yarın şehirdeki maceralarımız ve Parisien görüntülerle devam. 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Misafir #2

Bloguma hoşgeldin...

Esim uzun zamandir blog yaziyor ve bende okuyorum :). Yayinlar mi bilmiyorum ama gecenin bir vakti, her zamanki gibi, birden aklima geldi yazmak. Bir yerler adina. 


Bir yerler, cunku gormedigim, yasamina dahil olmadigim yerler, benim icin "bir yer". 

Hafta sonu sakiz adasina gittik, ailece. Hic gormedigim ve insanlarin hayatina dahil olmadigim bir yerdi. Bir suru insan gordum, otelin sahibi, onun oglu, sokaklarindan gectigim insanlar, mekanlar, insanlarin hayatlari. 

evet.... bu hayata/hayatlara sadece iki gunlugune dahil oldum ve ciktim. Onlar icin gelip giden bir turistin otesinde, benim icin hayatimda hatirlanacak guzel bir an/ani. Onlarin beni coktan unuttugunu ve asla hatirlamayacagi ama benim yirmi yil sonra bile hatirlayacagim bir ani, ironik degil mi. Halbuki bu ironi karsilikli yasanabilir miydi veya yasansa benim icin bu kadar anlamli olur muydu bilmiyorum. Ayni seyi carsamba gunu yine yasayacagim, daha once hic gitmedigim ve hayatina dahil olmadigim bir sehir, bir yasam ve insanlar. Gundelik hayatina dahil olabilme ve kaldirimlarinda yurumedigim bir sehrin bende simdiden uyandirdigi heyecan inanilmaz. Herhalde bunun adi benim icin "tutku". Yanlislikla acilan bir kapidan hic tanimadigin insanlari, hic gormedigin bir odayi gorup de pardon demek gibi birsey. Sure o kadar onemli mi? Bence degil, onlarin ne hissettiginden ziyade bende kalan izleri kacinilmaz. Ben bununla besleniyorum herhalde. Dusunsenize, su anda kalacagim otelde calisan resepsiyon gorevlisi, bellboy v.b. Carsamba gunu onlari gorecegim ve onlar beni dusunmezken ben onlari dusunuyorum ve hatta onlardan bahsediyorum, yaziyorum, haberleri yok. Neyseeee, biraz tuhaf oldu.

Bu aralar isime giderken kendim icin yarattigim yeni bir rituel var, otobandaki kamyoncu parkinda kamyoncular icin yeni demlenmis caydan icmek, uykulu suratlarini seyretmek ve nerden gelip de nereye gittikleri uzerine tahminler yapmak. Benim icin sadece bir dusunce olup bir iddia gibi uzerine bahis oynamadan ve asla sonucunu bilemeyecegim tahminler. Hergun ayni mekan ve hergun baska insanlar, calisanlar haric. Onlarda bir iz biraktigima eminim cunku bozuk para olmadiginda "sonra verirsin abi" noktasina coktan geldik. Bu nedenle beni mutlu eden ve icine ceken sey, gorduklerim uzerine dusunebilmek, yorumlar, tahminler yapmak. O anin akisina asla mudahele edemiyorsun etsen bile ettiginde bilmelisin ki sen de aslinda o akisin coktan bir parcasi olmussun. Gecmis olsun......

Gunun icinde yasadigim rituellerin disina beni goturen herseye eyvallah diyorum. Ne kadar cok olursa beni o kadar cok mutlu ediyor. Bu yeni bir ulke, yeni bir sehir ya da otobandaki kamyoncu duragi. Dahil olmak, gormedigini gormek, gorduklerim icin bahis yapmak, HAYAL KURMAK beni mutlu ediyor ve en ilginci dinlemesini bilmeyen bir insan olarak kendimde kesfettigim en muthis beceri, ne gectigim bir yolu ne de dahil oldugum bir hayati kolay kolay unutmuyorum. 

Hayat bana boyle guzel, herkesin kendi guzelligine eyvallah....

Bu otelin adinin hikayesini anlatmam lazim. Otelin sahibi yasli adamin annesi sakiz adasina mubadele zamani cesme den gelmis. Malesef kulaklari cok az isitiyormus. Mubadele islemleri esnasinda, gorevli surekli olarak yasli teyzeye adini sormus ve her seferinde o da az duydugu icin anlamadim demis ve en sonunda dayanamayip "bulamadim" demis. Gorevlide ismini bulamadim olarak yazmis ve evraga bu sekilde gecmis. Teyze sakiz adasina gecince, oradaki yunanli gorevli bulamadim ismini, Voulamadim olarak gecirmis. En sonunda da ismi donmus dolasmis ve Voulamandis olarak evraklara gecmis, o isimde bir otel kurulmus, ben ne zaman kuruldugunu bilmedigim ama isminin nerden geldigini bildigim bir otelde bir gece kaldim.

Şükür

Bugün son zamanlarda duymayı en çok istediğim haberi aldım.  İnsanın öncelikleri nasıl hemen değişiyor! Hayatın anlamı, mutluluk, iş, şudur, budur hemen en arka sıralara geçiyor. Değil mi ki iyilik, sağlık bir de en sevdiklerin...

Bloggerlarım,
Ben çok şanslıyım. Şu satürn epeyce bir yıprattı beni ama şansım baki kaldı çok şükür. Madem satürn de gitti (çok şükür) artık umudum da daha fazla.
Şimdiii iş güç yine nefessiz. Vallahi ne yapsam azalmıyor. Günlere yetişemiyorum. Şikayetçi miyim, asla! Hatta hafiften guruluyum. Hani herkes benimle birşeyler yapmak için arıyor, soruyor, beraber yapalım istiyor. Bana güveniyor falan gibi geliyor. Bunu da seviyorum işte ben.

Şu evrene atma işini ciddiye almayı öneriyorum. Fakat sipariş konusunda detaylara dikkat etmek gerekiyor. Çünlü ne istersen, ne kara istersen o kadar oluyor. Ve aradaki boşlukları evren dolduruyor. Boşluklar istediğimiz gibi dolmuyor bazen. O da evrenin suçu değil ama.

Bunca cıvıltıya rağmen hayatımdan eksilenler ve eklenenlerin sersemliği var üzerimde. Bazen bir şeyler eksiliyor gibi geliyor. Her adım, her minnacık değişiklik içimde bir heyecan, bir umut, bir telaş, bir gurur, bir korku... Bazen telaşlı, bazen sabırsız, bazen tedbirli, bazen yavaş ilerliyorum.

Bayram geliyor.

Sakız: Çok beğendim. Nefis mimari, film seti gibi köyler.

Kitap: Parfümün Dansı

Rüya: Son rüyamda kaplanlar vardı, kafaları kesilmiş!


"Rüyanın gerisi nereye gitti diye sorma Alobar. Tüm rüyalar öteki boyutta devam eder." Parfümin Dansı/Tom Robbins




19 Ekim 2012 Cuma

True Colors


TRUE COLORS
You, with the sad eyes:
don’t be discouraged, oh, I realize
it’s hard to take courage
In a world full of people, you can lose sight of it
And the darkness inside you makes you feel so small
But I see your true colors shining through
I see your true colors, and that’s why I love you
So don’t be afraid to let them show-
your true colors, true colors
Beautiful, like a rainbow
Show me your smile
Don’t be unhappy, can’t remember when
I last saw you laughing
This world makes you crazy; when you’ve taken all you can, baby,
just call me up because you know I’ll be there
But I see your true colors shining through
I see your true colors, and that’s why I love you
So don’t be afraid to let them show-
Just show your true colors, true colors
Beautiful, like a rainbow
Such sad eyes
Take courage, now; I realize
This world makes you crazy; when you’ve taken all you can, baby,
just call me up because you know I’ll be there
And I see your true colors shining through
I see your true colors, and that’s why I love you
So don’t be afraid to let them show-
Just show your true colors, true colors
True colors are shining, love
I see your true colors, and that’s why I love you
So don’t be afraid, just let them show-
Your true colors, true colors, true colors
Beautiful, beautiful like a rainbow
Show me your colors, show me your rainbow

15 Ekim 2012 Pazartesi

Misafir #1

Sevgili blogger dostum,


Bir şemsiye tamircisi , yazmış olduğu türleri incelemesi için Sheaksper’a gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur:

“Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.”

Bu sözü okduğumdan beri kulağıma küpe edişimin haklı sebepleri olduğu düşüncesiyle,

Sen bloğunu yaz, ben de okuyayım. Çooook daha keyifli… Haaa çok istersen blogunda benden bahsedebilirsin.

Şemsiyeci


Sevgili Şemsiyeci,
Teşekkür ederim. Bloguma hoşgeldin!

14 Ekim 2012 Pazar

Blogumda yazar mısınız?

Psikeart’ın bu sayısının konusu “hayalkırıklığı”. Tam da bunun üzerinde düşünürken… Artık biliyoruz, tesadüf diye bir şey yok. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği zamanda oluyor.

Ne olunca hayal kırıklığı yaşıyoruz? Hayaller gerçek olmayınca. Aradığın şeyi bulamayınca… Bulduğunun aradığın şey olmadığını anlayınca…
Başka?
Bir arkadaşım, son yazımda bahsettiğim şu beğenilme, sevilme ihtiyacı üzerine bir şeyler yazmış. Demiş ki; “Hep etraftaki en akıllı, en yakışıklı/güzel, en komik, en beğenilen kişi olmayı istiyorum. Hatta idealde şöyle olmalı; benim hiç bir şey söylememe, yapmama gerek kalmadan beni görüp hemen aşık olsunlar! Ama bil bakalım gerçek hayatta ne oluyor???”
Bayıldımmm yazdıklarına. “Sen yazmalıymışsın benim yerime, benden 1000 kere daha güzel anlatmışsın” dedim önce, sonraaaa birden “neden olmasın?!” dedimmmm!
Benim blogumda bir şeyler yazmaya ne dersiniz?  Sadece bir satır olur, kısacık bir şey olur. Uzun da olur. Şiir de olur. Ne isterseniz olur. İsim de yazabilirsiniz, imza atmayabilirsiniz, siz de bir takma isim kullanabilirsiniz. Olur mu?

Ev hanımlığım çakma olduğundan “misafir” sevmem ben. İadesi olur diye, misafirliğe de gitmem. O yüzden davetlerim en içtendir. Bloguma misafir gelmesini çok istiyorum.

Hadi gelin, lütfen…

Heyecanla bekliyorum, bakalım bana cevap veren olacak mı? (Olmazsa, psikeart’ı daha bir içli okurum, naapıyıımmm…)

Film: Roma'ya Sevgilerle (Woody Allen'in son filmi, çok nevrotik, çok eğlenceli)
Geçen hafta: Kızım okul gezisiyle Ankara'ya gidip geldi. Çok eğlendi. Sesi kısılmış geldi ama keyfi yerinde. Ben günleri zor saydım.
Arabama arkadan çarptılar (Ben aniden durmasam, iyiydi...)
Dövme tamamdır. Kiraz ağacı üzerinde bir kedi. Çok sevdim.
Rüya: Salvador Dali rüyamın bir kısmı yorumladığım gibi çıktı. Var bir büyücü hal bende.
Önümüzdeki hafta: Epeyce haraketli.
Çaba: İlk defa kurgusal birşey yazmaya çalışıyorum. Şimdilik bir türlü olmuyor.

"And now that you don't have to be perfect, you can be good." John Steinbeck


9 Ekim 2012 Salı

Hafif

Haftasonu Cirque De Soleil izledik. MUHTEŞEMdi.
En kıymet verdiğim şeyler bir aradaydı. Estetik, yaratıcılık, keyif ve başarı. Hayranlıkla seyrettim, avuçlarım acıyana kadar alkışladım.

Geçen hafta ilginç bir hafta oldu. İş yerinde değişikliklerin sosyal etkileri diye toparlasam münasip olur. Adalet değerim pek eğlendi. İbret dolu (haahaa)bir haftaydı. İşin geyik tarafı bir yana yorgunummmm... Şikayet değil de çaresizlik mi acaba hissettiğim. Bilemedim. Yoruluyorum  ve hep telaştayım.  Beceriksiz miyim ki? Toptan beceriksiz değil de beceriksizce hani. Var bir şey...

Geçen hafta bir de adım attım. İnsanlık için acıklı, kendim için büyük, dev bir adım! Herşey önce olumsuz duygularımı ifade etmeme, idare etme, sonra da birikmiş bir tepki verme patternim konusunda konuşmam ve düşünmemle başladı. Bir görüşmem sırasında başıma geldi (yine), ben bunu mentörümle konuştum. Derken bir arkadaşım kız arkadaşıyla olan bir konuşmasından bahsetti, ne zamandır yapmadığı, kaçındığı konuşmayı... Sonunda kızla ayrılmalarına sebep olan bu konuşmanın onu nasıl rahatlattığını söyledi. "Haffifledim" dedi. Meğer ne çok enerji harcıyormuşum...
Derkeeen ben bir mail aldım. Sadece işi düşünce beni arayan birinden... Ben ki iyi ve "nays" (nice) olma gayretinin sefil bir neferi ve içimde ne geçerse geçsin hep doğuştan BM iyi niyet elçisiymiş gibi yapmaların ustası olarak otomatik sempatik davranışıma geçiyordum ki, yapmadım. İçimden gerçekten geçeni yaptım. Ohhh! Mümkünmüş! İçimdeki sabotojcı "ama o zaman kimse sevmez seni" diyor. Hep iyi(ymiş gibi), hep kendine yeterli (ymiş gibi) olmayınca ya kimse seni sevmez, istemezse... İnanır mısınız bloggerlar, bu gulyabani beni korkutmuyor artık. Ben de bu durumu şüpheyle karşılıyorum. Korkusuz değil korkuya aldırmazım.  Benim ki Başka bir dert! Bu o kadar otomatik bir hal almış ki bende, ne yaptığımı sonra fark ediyorum! Dedim ya ustalık mertebesine ermişim, fark etmeden birden bire sempati(!) insanı olmuş, hayır dememiş, sevgi ve destek tomurcuğu(!) mooduna geçivermişim. Sonra da durup dururken içimden  bir Hulk çıkıyor diye geziniyorum.
Sözün özü bloggerlarım, sahte cennete veda! "Peki bunu sana ne hatırlatacak?" diye sordum kendime.      Bir fil! Salvador Dali rüyamdan bir sembol. "Peki o fili bana ne hatırlatacak?" Bilmem, belki bir dövme. Yaz başından beri yaptırmadığım bir yeni dövme.

"Gözlerimdeki şaşılık, duygularıma da düşüncelerime de sinmiştir. Mutluluğumda mutsuzluğum, umutlarımda umutsuzluğum, çareliliğimde çaresizliğim hep vardır. Bundan dolayı ben mutsuz mutlu, umutsuz umutlu, çaresiz çareliyim. Hayal kırıklığım, kırık hayallerim olduğunu düşündürür. Çalışır, kırıklarımı düzeltir; gerçek okulun kim bilir kaçıncı sınıfını bütünlemeye kalsam da geçerim." Ahmet İnam/ Kırık Hayallerimle Beslediğim Gerçek (Psikeart-Eylül/Ekim sayısı)

Psikeart'ın bu sayısı Hayalkırıklığı üzerine. Yine muhteşem!
"İlle de yaz" diyenlerle "bak, kışa bir başka gözle baktım şimdi" diyenler; her iki tarafla da aynı fikirdeyim.
Nefis bir İstanbul hafta sonuydu. Sonbahar, limonata hava, Beyoğlu çok güzeldi.
Bu şerrefsiz Satürn'den tam olarak kurtulamamışız meğer. Durumumuz daha iyi tabii ama bu sefer de paramıza dikkat edeymişiz.

4 Ekim 2012 Perşembe

Renkli rüyalar

"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs ve hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kağıt kalem aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra öptüm. Yazmazsam deli olacaktım." Sait Faik

Yazmak bana iyi geliyor.
"Okuyorum, yazmaya devam et diyenler güç ve cesaret veriyor:))

Satürn hayırlısıyla çıkıyor burcumdan bloggerlar! Terazi alemi olarak o kadar mesuduz ki bu akşam Satürn'den kurtuluş partisi bile yaptık!

Rüyalarım yine  Salvador Dali tablosu tadında, yorumlar kifayetsiz...

Yarın akşamüstü İstanbul yolcusuyuz. Sirk, gezme, eş-dost. Seviyorum İstanbul'a gitmeyi, hele mevsim baharsa... Mevsimler deyince, Ece Temelkuran da kış severmiş demiştim ya, yine  çoook güzel bir alıntısıyla rüya aleminin bu geceki şovuna akıyorum. Hayırdır olsun inşallah...

Yaz, fazla şımartılmıştır, fazla havalı. Beden kusurlarını göstermeye zorlayıp yorar insanı. Bedenlerin mevsimidir yaz; yani sükseli bir kimse değilsen bitiktir işin.
Bahar tehlikelidir. İnsana olmayacak işler yaptırdığı gibi çabucak kaçtığı için suçu hiçbir zaman ispatlanamamıştır. Tekin değildir yani.
Sonbahar başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir sonbaharda...
Mevsimlerin en merhametlisidir kış. Evin mevsimi, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın. Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, etraflıca içmelerin mevsimi...Karşılaşmaların değil buluşmaların... Sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece beraber ılımanın..

Ece Temelkuran

2 Ekim 2012 Salı

Telaşsız

Çok mutluydum doğum günümde! En mutlu olduğum doğum günlerimden biri oldu. Özel, yeni bir şey yoktu. Ya da vardı:) Ben yeni yaşıma girdim! Yetmez mi, di mi...
Hala mutluyum! Gelen mesajlar, telefonlar, hediyeler, pastalar, yemekler falan bir iyi geldi, bir iyi geldi... Ah şu sevgi arsızlığı! Ne çaresiz dert yarabbi.
Sevildiğimi "bilmek" işime yaramıyor. Görmek istiyorum.  Bu sene gözüm açıldı zahir, pek güzel gördüm. Mutlu oldum! Şanslıyım ben. Çok!

"Blogu kimse okumuyor mu acaba, hiç yorum yazan yok" diyen olunca bir an tereddüt edecek gibi oldum ama geçti. Niye yazıyorum sorusuna bir cevabım var. Sonra... 

Bugün, epeydir yazmadığı için çok özlediğim Ece Temelkuran'ın eski bir yazısıyla bitiriyorum. Otuzların yarısını geçmenin şerefine! Meğer Ece'de kış severmiş. Bu yıl başka bir gözle bakacağım kışa. O da sonra...
Alacaklısı ve borçlusu olmadığım bir hayatta, telaşsız yaşlananlardan olmak dileğim. Yürümeye devam ediyorum. Filmin sonunu birlikte göreceğiz. İyi olacak gibi bir his içimde. Öyle...


Bir sahtekâr olarak hayat...

Otuzların ortasından sonrası biraz zormuş. “Diğerleri gibi yakasına” giden o köprüden önceki son çıkış geçildikten sonra işler biraz zahmetliymiş. Sen “sonu pek belli olmayanlar” yakasındasın şimdi. Bizim yaka, diğerlerinin izlemeye bayıldığı bir filmdir aslında, bakma. Bilhassa ve en çok da köprüden son anda kendilerini öte tarafa atanlar merak ederler sonumuzu. Bu yüzden biz, köprünün öte tarafının fotoromanıyızdır biraz. Karşı tarafın kendisi hakkında “Aman canım iyi ki...” diye başlayıp hayatı ucuz atlatmanın ferahlamasıyla okudukları. Biz, hayatı hiç ucuz atlatamayız.
DEBDEBE VE VESVESE 
Otuzların ortasını geçince yol stabilize. Maceralı gençliğin debdebesinin yerini pek o kadar da macera istemediğin orta yaşın vesvesesi almaya başladığında insanın kalbi çiçek bozuğu oluyor biraz.
Daha önce “Ya beceremezsem” diye korkuyorsun da otuzların ortasını geçince bu korkuyla koşturup durmaktan dalağın şişmiş oluyor, böğründe kalp gibi atan tuhaf bir sancı. Artık “Ya beceremezsem” diye korkmuyorsun, hasbelkader becermiş oluyorsun zaten ne becereceksen. İnsan artık “Ya hayattan alacaklı kalırsam” diye korkuyor. Hayatın kendilerine borçlu olduğunu hisseden ihtiyarlar beni çok içlendiriyor bu yüzden. Çok pis bir dolandırıcının eline düşmüş zavallılar gibi öfkelerini nereden çıkaracaklarını bilmiyorlar. O devamsızlık tatsızlaştırıyor son yıllarını. Otuzların ortasını geçince işte onlar gibi ihtiyarlamaktan korkmaya başlıyorsun. Ne acayip! Daha dün 16 yaşındaydın.
SEÇMEYE ZAMAN MI VARDI?
Daha dün 16 yaşındaydın gibi hissettiğine göre demek ki yalandı. Her şey bizim seçimimiz, bu yolu biz seçtik meselesi yani, palavra. Çünkü hiçbir şey seçmeye vakit yoktur aslında. Kalbinde yazılı, kendinin de o anda okuyamadığı, sonra bakınca söktüğü bir yazı, bir bilgi var. Ne seçeceğini sen biliyorsun ama aklınla ilgili bir şey değil bu. Akla zaman mı vardı? Daha dün 16 yaşındaydın diyorum! Bugüne gelene kadar arada ne oldu? Bu aynı zamanda geri kalan ömrün de aynı hızda geçeceğini mi gösteriyor? Biz “bugün” adlı noktada durup zamanın olmayan iki ucunu arayan biçareler miyiz aslında? Şu anlaşılıyor otuzların ortası geçince işte: Hayat diye bir uzunluk birimi yoktur!
KOŞARAK YAŞLANMAK
Bizim gibilerin nasıl yaşlanacağı belli değil. En çok bu bakımdan dolandırıldık sanırım. Kalbin emniyeti için hasis duygusal yatırımlarımızı yapmadık. Hayatımızın güvenliği için insanları ölçüp biçip biriktirmedik. Ruhsal emekliliğimiz için kenara, tatsız olsa da sağlam diye ilişkiler koymadık. Vaktiyle sıkılanlar, sıkıcı olanlar, şimdi bireysel emeklilik maaşlarını alıyorlar hayattan. “Hiçbir şey” diye bir şey yapıyorlar, dediklerine bakılırsa pek konforlu. Biz bomboş bir mevduat hesabıyla dikiliyoruz hayatın ortasında, istemediğin kadar bireysel bir mevduat hesabı bu. Demek ki bu yüzden hâlâ koşturarak ve yaşlılığı fena bir melodrama dönüştüren bir telaşla yaşıyor hayattan alacaklı olduğuna inanan ihtiyarlar...
CEPLERİNİ YOKLA KARDEŞ!
Son tahlilde bakıldığında elimizde ne var? Tek bir sıkı kartımız var elimizde, o da hikâyeler. Kimselerinkine benzemeyen, her anlatıldığında karşı yakadakileri imrendiren, hatta bazen hasetten deliye döndüren hikâyelerimiz var. Bizdeki mamelek bundan ibaret. Tek başına hastaneye gitmek zorunda kaldığında ya da yazları kalabalık masalarda karışık kızartmaya sarımsaklı yoğurt dökülürken ve sen kenardan geçerken bu hikâyeleri düşün. Yalnız başına yola çıkmış her yolcunun yaptığı gibi ferahlamak için sık sık hikâye dolu ceplerini yokla.
Hayat bir sahtekâr dolandırıcı. Ve sen bunu 16 yaşında bilmiyor değildin. Bilmediğin tek şey, köprüden önceki son çıkışın tepesine tabela koymadıklarıydı namussuzların. Ceplerini yokla şimdi, yürümeye devam et. Bari sen bizim gibiler için bu filmin iyi bitebileceğini ispat et.