28 Kasım 2014 Cuma

Ateş Böceği

Düşünüyorum da,
Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Naif yönlerimizin keşfedilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması,
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.

Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
Deniz minareleri, midyeler,
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.

Sahi koruyor mu bizi çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak,
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz.

Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi,
Korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem,
Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup
Bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz, silahız biriyle göz göze gelince.

Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak. Yaralansak...
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek kabuğu.
Denesek.
Risk alsak.
Yanılsak.
Fark etmez.
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o 15 yıldan öncesi gibi.

O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokularak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.
Rabindranath Tagore
NE ÇIKAR ATEŞ BÖCEĞİ SANSALAR BİZİ

20 Kasım 2014 Perşembe

Bir gün

Soğuk, yağmurlu bir Kasım günü. Bir kafede oturmuş, düşen yapraklara bakıyorum.
İnsanlar kafeye geliyor. Tek başına, kalabalık gruplarla, iki arkadaş… Henüz sabah. Çay içip kahvaltı edenler, küçük bir toplantı yapanlar, sadece gazetelere bakanlar, çayını içip kalkanlar, karşılıklı oturup hiç konuşmayanlar,… Dışarıda hava gri, rüzgarlı, soğuk. Ben üşüyorum. Çok erken saatte yağmurdan fena ıslanmış haldeyim. Kurumuyor üstüm başım bir türlü! Neredeyse hiç uyumamış olmama rağmen uykusuz hissetmiyorum.

Sabah çok erken kalktım. Gece fazla uyumadığımdan sabaha karşı ayaktayım. Gök delinmiş gibi yağıyor yağmur. Şiddetli. Yüzümü yıkıyorum. Giyiniyorum sıkı sıkı. Makyaj yapmak gelmiyor içimden. Yapmıyorum. O kadar otomatik hareket ediyorum ki sanki bir uzaktan kumandayla hareketlerimi yöneten biri var. (Yoksa var mı???)

Gece beni uykusuz bırak bir iş-güç nedeniyle yollara düşeceğim. Melek kızım uyuyor yatakta. Sokuluyorum yanına. Nasıl iyi geliyor nefesi, sıcaklığı… Allah’a şükrediyorum.

Uçağa yetişmek için birazdan çıkacağım. Kapıdan arabama gidene kadar, sırılsıklam ıslanıyorum. Belim, kazağım, tişörtüm, en içime kadar. Hala kurumayan soğuk ıslakla arabaya biniyorum. Öyle çok yağıyor ki yağmur, önümü zor görüyorum. Yollarda dereler akıyor. Gözlerimi kısarak yola devam ediyorum. Belimdeki ıslaklığın bütün gün süreceğini düşünüp sıkılıyorum.

Daha önce defalarca yaptığım bir iş için yola çıkıyorum. Bazen daha kolay, bazen daha zor… Her seferinde bende bir iz bırakan…

Aklımda Cem Mumcu’nun sözleri… “Ama en temel arzun ne? Bu caddede bu sokakta o arzuna dair ne var?”

Rüzgar artıyor. Masanın arkasında, tepede asılı elektrikli ısıtıcıdan medet umuyorum. Aklımda bin bir konu, ben en fazla belimdeki ıslaklığa takılıyımmm.

“Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece.” Elif Şafak/İskender

Shadow Work

“Kendimi mutlu etmeyi seçiyorum.” diye bitirmişim.

Neyi seçtiğim gün içinde yapıp ettiklerimde görülür apaçık… Ne yapıyorsam, seçimim odur. “Aslında seçmek istediğim bu değil ama ah bu mecburiyetler” diye diye kendimi kandırabileceğim sınırı geçtim çoktan. Kaderin kurbanı olmanın da bir başka seçim olduğunu öğreneli beri, saklambaç oynamaya niyetlendiğimde ilk sobelenen ben oluyorum.

Yapıp etmelerime şöyle bir bakınca,seni ne mutlu eder diye sorsan söyleceklerimle arada baya bi fark var, neresinden baksan:)) Karışık mı oldu?

Şimdi şöyle:
Bütün günümü neyle dolduruyorsam, beni mutlu eden şeyler onlardır. Di mi?
(Gene neyi kaçırdım yaaaa???)

Enfes bir mutluluk tarifi okudum facebook’ta: "Mutluluk sahip olduklarını sürdürme isteğidir." demiş. İlişkini, evliliğini, işini, arkadaşlıklarını, yaşadığın şehirde olmayı, …
Ne basit, ne güzel tarif! 
"İşimde mutlu muyum?"  diye dertleniyorsun diyelim. Hap niyetine bir rehber soru: Bu işi sürdürmek düşüncesi sana nasıl geliyor? 
Evliliğim: Bu evliliğin sürmesini istiyor musun?
Cevap evetse, bitti. Oh be!
“İstiyorum amaaaa…” 
İşte sihirli cümle:  “Yes, but…” !!!
"Ama" kendisinden önce ne varsa hepsini silip süpürüyor. Şeytan burada gizli işte! 
Öyle yekten, pırıl pırıl bir evet çıkıyor mu?

Sabah 6 civarı kalkıyorum genellikle. Azıcık önce uyandığım da oluyor. Günüm gece yarısı dolayları sona eriyor. Araya sıkıştırdığım ne varsa, bir liste yaptım. Soru belli: "Sürdürmek istiyor musun?"
 Kaç tane pırıl pırıl “evet” var, görmek istedim. Bunlar benim seçimlerim. Evetler, evet ama’lar…!

Bir an huzursuz oldum listeye bakarken. Kontrolü kaybedecekmiş gibi...
Kontrol ihtiyacı ya da korku da birer seçim. 
Korku, içimizdeki karanlık tarafa giden, gönlümüzle bağımızı, akışı kesen akıl tutulması…

İşte tam da bu hafta karanlıkta kalanlara yakından bakmaya gidiyorum bloggercanlarım. Shadow Work’e gidiyorum. Heyecanlıyımmmmmmm…


“Garip değil mi? Böylesine sakin ve düzenli görünen bir yaşamda bile, geçmişte bir noktada mutlaka hayatın sekteye uğradığı bir zaman dilimi oluyor galiba. Yoldan çıkmak için ayrılmış bir dönem denebilir belki. İnsanoğluna mutlaka böylesi bir zaman dilimi gerekiyor herhalde.” Haruki Murakami-Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları

Mevsim sonbahar. Sabahları sis var çoğunlukla. Sisler arasında sonbaharı seyrediyorum yollarda. Doğaya, yaradana ve bu güzeliği görme şansıma şükrediyorum.

Sonbahar: Kaçırmayın!

12 Kasım 2014 Çarşamba

Tavsiye

Dün "nihayet yazmışsınız, oh be!" diyen bir tweet alınca bir sevinç, bir sevinç! Hemen yeni bir şey yazmak istedim. Mutlu oldum.
Her sabah uyandığımda güne bir niyetle başlıyorum. Unuttuğum çok oluyor ama unutmazsam bana iyi geliyor. Niyet ibadetlerin bile ilk şartı. Akibetin yolunu açıyor.
Bu sabah, gün bitmeden bir yazı daha yazmaya niyet ettim.

İçten bir nezaket, teşekkür, iyi dilekler insanı mahcup ediyor. Tuhaf biçimde layık olmaya çalışıyorsun.

Bugün yeni birşey değil , eski bir deftere 29.08.2011'de yazdığım bir notu yazacağım. Şimdinin duygularına bir selam olması niyetiyle...

29.08.2011

Karaburun'da, deniz kenarındayım. Hava kapalı bugün, hatta serin. Deniz buzzz gibi... Sadece hafif rüzgar ve dalga sesleri. Deniz bir gri, bir mavi. Kızım arkadaşıyla kanoya bindi, kumluğa gidiyor. Ben dünya tatlısı yavru köpekleri sevdim az önce. Dalgaları dinliyorum. Pansiyon bomboş neredeyse. Bir turist aile, bir de arkamda kahvaltı eden çift. Çimlerin üzerinde gencecik bir anne, galiba bebeğini uyutmaya çalışıyor. Burada olduğuma ne kadar da memnunum... Zihnim susmuş, ruhum dinleniyor. Ziyarete geldiğim arkadaşlarım keyifliler. İçeriği benimkine hiç benzemeyen ama ritmi aynı bir yaşam telaşı içinde... Aklımı sürekli gidip gelmekten yorulduğu, yorulduğu için de huysuzluk edip durduğu şeylerden uzak tutmaya çalışarak, dalgaların tadını çıkarmaya karalıyım. Burada her şeyden uzak, gerçeğe yakın olmayı seçiyorum. Gerçeğin tadını çıkarıyorum.
Bizim kızlar kanoyla gezerken kıyıda kanoyu sabırsızlıkla iki oğlan bekledi. Galiba kanoyu alasıları var.
Kızlar yanaşınca oğlanlardan biri seslendi: birlikte oynayalım mı? (Cesur girişim)
Bizimkiler bilmiş bilmiş "kaç yaşında olduğunuza bağlı" diye cevap verdiler, iyi mi?! (Bak bacaksızlardaki afraya, tafraya) İki çocukta tek tek cevap verdi. Neyse ki denk geldi yaşlar, sınıflar... Kızlar kabul etti ama kıyıya çıkmadı. Oğlanlar yüzdü kanoya kadar. Birlikte idare ediyorlar derken kızlar galiba bir şeye kızdı. Oğlanları bırakıp kıyıya geldiler. Ne oldu sorusunun cevabı "hiiiç, oğlanlar işte..."
Haklısınız, kadınlar, erkekler, kano, deniz, hayat... Böyle işte!


Mutlaka: Şiir

"bana ne mail ne de telefondan mesaj at
otur insan gibi, uzun çok uzun 
bir mektup yaz." Küçük İskender

Niyet: Bana iyi gelen şeyleri daha çok yapacağım. Kendimi mutlu etmeyi seçiyorum. (Tavsiye ederim.)

9 Kasım 2014 Pazar

Kırk kere

Şanslıyım. Öyle piyango falan çıkmaz bana (hala umudum var, ayrı), oyunlarda da fena yenilirim. Aşkta kazanma tesellisiyle bu yaşlara geldim. Neyse ki, kumarda kaybettiğime üzülmedim çok şükür:))
Şansım kaderimden yana bloggerlarım. Yoluma çıkanlardan yana. Seçtiğim yolların çıktığı yerlerden yana... Ama en çok yolda bulduklarımdan yana... (Maşşallah)

Blogger canlarım, bu yıl ilk defa okyanusu aştım ve Amerika'ya gittim. New York'a. Yeni dünyanın ışıklar şehrine bayıldım. Seyahat sever çakma evhanımınız gezmelere bayılır ya, en sevdiği dönme hissidir, malum. Artık "dönme hissiydi" diyeceğiz. Çünkü New York'tan dönmek istemedim. Hayatımda bir ilk!
Neyi bu kadar sevdiğimi anlatmak zor. Sokaklar, yeşillik, hem her çeşit farklılık, hem huzur, hoşgörü, sokaklardaki hareket, bisikletler, bir blok ötede tümden değişen başka dünyalar, sincaplar, gülümseyen insanlar, nezaket, sadece çay satan, kasket satan, harita satan şahane küçük dükkanlar, rüya kırtasiyeler, Soho, mahalle hayatı, avm olmayan bir mega şehir, sokaklarda tamirciler, çantacılar, küçücük butikler, plakçılar, ... Turist merkezlerinden, küçücük ara sokaklara, caz çalan enfes restorantlardan sokak sosislerine her şeyi çok sevdim. New Yorker'ların sokakta yiyip içmesine, mont altına parmak arası terlikle gezmesine, kimsenin gömlek, kazak içine birşey giymeyip hiç üşümemesine, sağlıklı beslenmenin takıntı olmuş olmasına hemen alıştım. Yazın cehennem gibi sıcak, kışın buz gibi soğuk olur tehditlerine aldırmadan, sonbaharın nefis havasının tadını çıkardım. Parklarda uzandım çimlere, gazete alıp, köşelerdeki diner'larda kahvaltı yaptım, Brooklyn'e, kırmızı tuğlalara, Manhattan manzarasına, şehir içinde küçük köylere, şehri böyle koruyup sevme fikrine bayıldım, özendim, kıskandım.

Sokaklarda ne kadar şanslı olduğumu düşünerek yürüdüm. Bir kere daha...

"Maşallah" diyeceğim, siz de deyin arada. Nazar diye birşey var bloggerlarım. Bana güvenin.

Yolumun engebeli bir kısmındayım yine. Şikayetçi değilim. Nereye çıkacağımı merakla, heyecanla bekliyorum.

Bu arada; her bunaldığımda gözlerimi kapatıp hayalini kurduğum, tepede, denize bakan, küçük beyaz evi buldum. Hatırlar mısınız beyaz ev hayalimi? Hani Narnia Günlükleri'ndeki gibi bir dolabın kapağı arkasından geçip saklandığım paralel dünya hayalimi... Kimsenin kaçıp saklandığımı fark etmeyeceği, döndüğümde sadece bir sn geçmiş olacak olan paralel dünyayı...
Henüz beni saklayacak dolap kapağı bulamadım ama hayalimdeki evi buldum. Hayalime o kadar çok benziyor ki inanmak da zorlanıyorum. Küçücük bir apartman dairesi. Bir tepenin üzerinde. Sanki denizin üstünde...

40 kere söyleyince, hayal edince, oluyor bloggerlarım.  Şu 40 mühim sayı...

Niye yazmıyorsun diye sitem eden bloggercanlar; inanın cevabı bilmiyorum. Bu ara, daha çok kaçıp dolabın arkasına saklanasım var.

Kitap: Renksiz Tsukuru'nun Hikayesi/Haruki Murakami (Mutlaka)

"İster inan, ister inanma, benim için fark etmez. Çünkü er ya da geç, bu anlattıklarıma inanacaksın. Sen de nasıl olsa öleceksin. Ölümle karşılaştığında, ne zaman nasıl bir ölüm olur bilmem, mutlaka bu konuşmayı anımsayacaksın. Sonra benim anlattıklarımı olduğu gibi kabul edip, buradaki mantığı baştan sona kavrayacaksın. Gerçek mantığı... Ben sadece bunun tohumunu ektim."