Nefes nefese bir haftadan sonra hafta sonunun da sonuna geldik!
Cadı yeğenim Müge ve cadı kızımla bir hafta sonu geçirdik.
Sabah brokolimi ocağa, kurabiyelerimi fırına koydum. Evin içi kurabiye koktu. Çok hoşuma gidiyor evde kek, kurabiye kokusu. Kesilmiş taze çiçek, hafif bir mum kokusu… O yüzden her fırsatta taze çiçek almaya çalışıyorum. Kek pişirme sıklığım epeyce düştü. Kokulu mumları neredeyse her akşam yakıyorum.
Kızım un kurabiyesine bayılır oldu son zamanlarda. Satın alıyordum, bugün ilk un kurabiyesi dememi yaptım. Bakalım nasıl olacak?
Akşam yemeği konusu tam bir şenlik! İkisi de birbirinden uyuz. Brokoli sevmezler, ıspanaktan nefret ederler falan. Menü şöyle; brokoli salatası (bana), mantar çorbası (Müge’ye), ızgara tavukgöğsü (kızların ikisine). Ben tavuktan bildiğin nefret ederim. Canlısını da sevmem.
Planım yumurtalı ıspanaktı ama ne yazık ki, satamadım.
Malum uykum epeydir kayıp. Sabah ezan okunmadan uyanıyorum. Ipad yanımda oluyor Allah’tan. Gazete okuyorum. Kızlar uyanmasın diye yataktan kalkmadım bugün. Ama çok dayanamadım tabii. Sabah 9 olmadan ayaklandım. Klasik olduğu üzere cücenin p.tesi giyeceklerinin yıkanması gerekiyordu. P.tesi okula eşofmanla gidiyor. Ama c.tesi baskete de eşofmanla gidiyor. Haliyle p.tesi için eşofmanların yıkanması lazım. Okul eşofmanı diye bir şey var. Her eşofman olmuyor!
Pazar öğleden sonraları için bir klasik daha var. Nuray hnm’dan kaçırılacak kıyafetlerin ütülenmesi. Allah'tan ütü bana rehab.
Bugünlerde gerginim. Kendimi engellenmiş ya da yorgun hissettiğim zaman böyle gergin oluyorum. Nadir oluyor ama oluyor. Şöyle bir düşününce bir önceki haftanın tümü ve geçen hafta epeyce yoruldum. Geçen Cuma akşamı mantı ile buluşma, c.tesi kurslar rutini, Pazar okulda kermes, her akşam bir şeyler, p.tesi/Salı işte gergin konular, arada telefon tacizleri, kızın sınavları, bowling gecesi, iki arada toparladığım analizler, toplantılarım… Bu hafta sonu bonus olarak bir de veli toplantısı vardı!
Engellenme ya da zorunluluk diye kabul ettiklerimin çoğu benim tercihim, biliyorum. İstesem kendime küçük aralar verebilirim. Ama bu aralar için başka taklalar atmam gerekiyor.
İşte o zaman kimsenin hiç bir şeyi olmak istemediğim zamanlar geliyor. Yoruluyorum rollerimden, sorumluluklarımdan! Tek kendimden ibaret olmak istiyorum. Hayal gücüme sığınıyorum. Hayallerimdeki paralel evrene geçtiğimi varsayıyorum. Gözlerimi kapatıp, meşhur uzun bembeyaz kumsalımda, tek başıma kalıyorum. Kimsenin annesi, kızı, karısı, amiri, memuru değilim.
Sözün özü son günlerde pek tek başıma kal(a)madım. Bir kahve iç(e)medim. Kendi başıma deniz kenarında yürü(ye)medim. Uzun uzun kitapçı gez(e)medim.
Şu anda kızım içeride ipod’da Model diye bir grubun “Değmesin ellerimiz” şarkısını dinliyor ve bağıra bağıra eşlik ediyor. Kuzulu pijamaları üzerine beyaz bir kar yeleğive siyah çoraplarıyla dolaşıyor. Nasıl komik!
Bu hafta sonu üç enfes film izledim.
Fargo-Cohen Kardeşler’den. Ne zamandır aklımdaydı. Dört dörtlüktü.
İyi Yürek-Ne kadar etkileyici olduğunu anlatamam… Saatlerce sahne sahne aklında kalıyor insanın.
Ve… Hugo!
Hugo’yu izlemelisiniz. Şu anda vizyonda. Ben çok sevdim. 3 boyutta zirve herhalde. Ama ben öyküye bayıldım.
Hugo babası ölünce kimsesiz kalıyor. Ve hayatta hep bir anlam arıyor. Aslında babasının ölümünü ve niye bu kadar yalnız kaldığını anlamlandırmaya çalışıyor. Her şeyin, aletlerin bile bir amacı olduğunu düşünüyor. O bozuk bir alet gördüğünde üzülüyor. Varoluş nedenini yerine getiremediğini için hemen onu tamir etmek istiyor. “Bazen” diyor, “tüm dünyayı tek bir alet gibi görüyorum. Aletler tüm parçaları tam halde olur. Hiç artan, fazladan bir parça olmaz. Böyle düşününce ben de bu dünyadaki artık bir parça değilim o halde diyorum. Benim de bu dünyada olmamın bir amacı olmalı.”
Kendi amacını “varoluş sebebini yerine getiremeyen şeyleri tamir etmek” olarak görüyor koca yürekli, küçük Hugo’muz.
Arada kendi yaşam amacını yitirmiş ve yeni düzeninde bir türlü kendini anlamlı hissedememiş, o yüzden mutsuz, katı, acımasız bir başka kahramanla ve onun dünya güzeli evlatlık kızı Isabelle ile yollarımız kesişiyor. Saatler, istasyon, sinema, icatlar, hayaller fantastik biçimde akıyor.
İstasyondaki diğer kişilerin yaşam öykülerine de ucundan dokunuyoruz. Her birisi içinde bambaşka öyküler taşıyan sıradan hayatlar… En acımasız olana acıyor, en kötü olanı anlıyor, bazılarına gülüyor, insan olma hallerine ve hayallerin gücüne bayılıyorsun. Ben bayıldım.
Kaç yaşında olursak olalım en büyük tehditin öksüz kalmak olduğunu düşündüm filmden sonra.
David Copperfield’dan, Peter Pan’a öksüz çocukların yetişkin insan hayal gücündeki en ince teli sızlatması bundan herhalde. Küçücük bir çocuğu dünya karşısında tek başına ve tümden sevgisiz ve korunmasız bırakan öksüzlük galiba yetişkin dünyamızda somut olarak anne-babayı kaybetmekle olmasa da, yapayalnız ve sevgisiz kalma korkumuzun en derinde saklı olmasını temsil ediyor.
Galiba…
Bu hafta işte yine dopdolu bir gündemim var.
Yine de koçluk randevuları vereceğim ve hafta sonu kızımla birlikte çok güzel bir İstanbul programımız var. Kahvaltı, Nişantaşı, İlkim Değişikliği Sergisi, Çin Akrobasi Gösterisi…
Susan Miller sitesinde astroloji takibine devam ediyorum ama anlayamıyorum ki anacım ne olup bitiyor. Güneş tutulacak, ay tutulacak anladım da ne olacak yani?
Hayır olsun işşallah...
Kan yasası bu insanın:
Üzümden şarap yapacaksın
Çakmak taşından ateş
Ve öpücüklerden insan!
Can yasası bu insanın:
Savaşlara yoksulluklara
Ve binbir belaya karşın
İlle de yaşayacaksın!
Us yasası bu insanın:
Suyu şavka döndürüp
Düşü gerçeğe çevirip
Düşmanı dost kılacaksın!
Anayasası bu insanın
Emekleyen çocuktan
Uzayda koşana dek
Yürürlükte her zaman
Can Yücel
4 Aralık 2011 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder