17 Eylül 2011 Cumartesi

Röportaj

Bu hafta okullar açıldı. Kızım 4.sınıf oldu. Zaman...
Balkonda oturuyorum. Bloguma başlayalı neredeyse 2 yıl oluyor. Çakma ev hanımı olmaya niyet edeli 2 yıl olmuş bile!
Geçen haftasonu Ayşe Arman'ın onkoloji hekimi ile yaptığı röportajı okudum. Bir şey beni çok etkiledi. Önemli bir gözlemini anlatmış doktor; Türkiye'de insanların ölümle barışık olmadığını düşünüyor. 
"Haklı mı acaba?"diye aklımdan geçti. Ölümle barışık olmak kolay mı? Belki de bunun için yaşamla barışık olmak gerek.
 Doktor gözlemini Amerika'daki deneyimindeki hasta davranışlarına kıyasla yapmış. Oradaki hastalarının, ölümü daha huzurla kabul ettiklerini gözlemiş.
Buradan bakınca konunun ölümle değil de yaşamla ilgili olabileceği geldi aklıma. Yaşamını dilediğince yaşamış olmak mıdır vedalaşmayı kolaylaştıran? Ben payıma düşeni aldım duygusu mu?
Biz, memleketimizde yaşamımızı seçmeyiz genellikle. "Seçtim" diye kendini avutanlara"nelerdi olasılıkların?" diye bir sorun. Ne kadar kısıtlı, sınırlı bir hayalgücü ile karşılaşacağınızı göreceksiniz. Bizler, genellikle küçük kutularda yaşar, kutunun dışında canavarların bizi beklediğine inanırız. Kalıbımız ne olursa olsun, ömrümüzü önümüzdeki kutuya sığmak için küçülmeye  ya da genişlemeye çalışarak geçiririz. Kutusundan çıkmak isteyenleri etrafımızda istemeyiz. Telef olmalarını bekleriz. Kimimiz gizli, kimimiz açıktan bunu dileriz. Aksi halde kutumuzun içine sığışmak için vazgeçtiklerimizle baş etmemiz gerekir. Dışarıya çıkanı canavarlar parçalamıyorsa, biz boşuna mı orada sıkışıp kaldık???

Kutunun koruması dışına çıkanları bekleyen canavarlar değil de yalnızlıktır.  Tökezleyip düşmesini bekleyen kıskanç bir kalabalığın bakışları... Bir de suçluluk duygusu... 

Kutusundan çıkmayanlar bekler. Kutuya gelecek mutlu günleri bekler...  Dışarı  çıkamayınca mecbur bir şeyler gelsin diye beklenecek... 
Ertelenen, bir konserve kutusu içinde sıkı korunmuş, hiç eskimeyen, yıpranmamış bir hayat...
Kutusundan çıkmamış, sadece evde giyilmiş ayakkabılar vardır ya, onlar gibi. Tam ayakkabıları giyip sokağa çıkacağım derken ayakkabıların artık demode olduğunu fark etmek ya da artık ayağına olmadığını görmek gibi...
Galiba bizim ölümle sınanınca hissettiğimiz böyle birşey. Bir geç kalmışlık duygusu...
Hani çıkacaktık dışarı? Hani eskitecektik ayakkabıları? Hani merak ettiklerimiz, istediklerimiz, ertelediklerimiz, vazgeçtiklerimiz,... 

Dün akıllı, çok iyi eğitimli, gencecik bir danışmanla birlikteydim. O'nu havaalanından aldım. Yolda sohbet ettik. "Londra'da yaşamak istiyorum aslında" dedi. "Ne kadar güzel olur diye hayal ediyorum."
 "Gitsene" dedim "tam zamanı! Okul bitmiş, yabancı bir şirkettesin!"
 "Ailem çok üzülür böyle bir şey yaparsam" dedi.
"Çok büyük hayalkırıklığına uğrarlar." 
"Peki senin hayallerin..?" diyemedim. "Ayşe Arman röportajını okudun mu?" diye sormadım. "Hayallerinden vazgeçme, ailenin gerçekleşmiş çok hayali olmuştur." diyemedim. 

Kocam geçen pazar günü eve çok mutlu geldi. 150 m. ye dalmayı başarmıştı! Çok mutluydu! 
Ben de onunla gurur duydum. Kararlılığına, yaşam enerjisine, cesaretine, tutkularına gösterdiği sadakate...

Hayallerini gerçekleştirmek onları kurmayı ve onlara inanmayı seçenlerin hakkı bana sorarsanız. Ben en azından birisiyle birlikte hayallerinin gerçekleşmesine sevinebildiğim için mutluyum.

"Sonu felaket bile olsa riske girip bir hakikat olayına sadakatle bağlanmak Nietzche'nin deyişiyle son insanların olaysız-faydacı hedonist diyarında ot gibi yaşamaya yeğdir." Zizek/Ahir Zamanlarda Yaşarken

"Hayatta kalmak için ödediğimiz bedel bizzatihi hayatımız olur." Arthur Feldman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder